25 Nisan 2011 03:00
T24- Kamu Harcamalarını İzleme Platformu Sözcüsü ve Bilgi Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nde öğretim üyesi olan iktisat profesörü Nurhan Yentürk, Çocuk Esirgeme Kurumu'nun çocuk başına ayda 4 bin lira harcadığını söyledi. Aralık ayında Meclis’te yapılan son Sayıştay Kanunu’yla Sayıştay'ın artık performans denetimi yapmadığını belirten Yentürk, devlet kurumlarında denetimin sadece "uygunluk"la sınırlandığını söyledi.
Neşe Düzel'in Taraf gazetesinde (22 Nisan 2011) söyleşisi şöyle:
* Zenginleştik, kalkındık ama insanların hayat kaliteleri çok artmadı. Mesela insani gelişmişlik konusunda çok gerideyiz. Ekonomik büyüme olarak elde ettiği başarıyı, insanların mutluluğuna dönüştüremiyor Türkiye.
*Mesela bir koltuk alımına yüz bin lira harcanmış. Bir koltuğa nasıl yüz bin lira harcarsın diye denetleyemiyorsun, bunun sorumlusunu bulmuyorsun. Ama o koltuk alımının usulüne uygun yapılıp yapılmadığını denetliyorsun.
*Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumu’nun çocuk başına ayda 4 bin lira harcadığını bulduk. Aziz Nesin Vakfı bir çocuğa ayda bin 500 lira harcıyor. Üstelik bu parayla çocuğa ‘bale yaptırıyorum, yazın da Avrupa’ya götürüyorum’ diyor.
NEDEN NURHAN YENTÜRK
Bütün partiler seçim beyannamelerinde çeşitli ekonomik vaatlerde bulunuyorlar. Bu vaatler arasında 2023 yılında milli gelirimizin iki trilyon dolara ulaşması, ihracatımızın 500 milyon dolara yükselmesi gibi çok etkileyici hedefler de var. Peki, bu vaatler ne kadar gerçekçi? Türkiye o hedeflere ulaşabilir mi? Ulaşmak için ne yapmalı? Böyle iddialı hedeflerin peşinde koşan Türkiye’nin bugünkü durumu nedir? Bütün bunları, Kamu Harcamalarını İzleme Platformu Sözcüsü ve Bilgi Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nde öğretim üyesi olan iktisat profesörü Nurhan Yentürk’e sorduk. Şaşırtıcı bir tablo çıktı ortaya
AKP’nin 2023 seçim beyannamesinde koyduğu hedefler size gerçekçi geldi mi?
Sosyal harcamalar açısından, yani sokaktaki insana vaat ettikleri açısından, diğerlerine göre daha gerçekçi duruyor. Biliyorsunuz bu seçimlerde ilginç bir şekilde “yoksula gelir desteği” vaatleri ön plana çıktı. Hiçbir seçimde olmadığı kadar bu seçimde kampanyalar sosyal politikalar üzerinden götürülüyor. Geçmişte işsizlikle mücadele üzerinde durulurdu. Şimdi konu yoksullukla mücadeleye kaydı. CHP, MHP, AKP bütün siyasi partiler, yoksullara destekten bahsedip sosyal politikalar açıklıyorlar.
Gerçekçi mi bu vaatler?
Türkiye’de dış borçlar azaltıldığı için faiz harcamaları azalıyor. Oradan bir miktar yoksula destek aktarılabilir. Bir de askeri harcamalar düşürülebilir. Gerçi Türkiye’de askeri harcamaların GSMH’ya oranı bir süredir düşüyor ama bu harcamalar daha da indirilebilir. Bu ikisi, hiç de az bir oran değil... Ayrıca yoksula sadece gelir desteği vermek yeterli değil. Bütüncül bir politika içinde sosyal destek de vermek gerekiyor.
Meslek edindirme gibi mi?
O da var ama yaşadığımız çağ artık farklı bir çağ. Bu çağın sanayi ve hizmetlerinin, belirli bir eğitim düzeyindeki insanlara ihtiyacı yok. Ekonomi büyüse bile bu insanlara ihtiyaç doğmuyor. Dolayısıyla “ben yoksul kesimi eğitimden geçireyim, bunları meslek sahibi yapayım ve bunlar iş sahibi olsunlar” diye bir beklenti doğru değil.
İnsanlar ne yapacaklar? “İşsizlik, bu çağda benim kaderim” mi diyecekler? Nasıl geçinecekler, yaşayacaklar?
Artık çağımızda toplumda bir kesim, uzun süreli bir iş olanağı bulamadan varlığını sürdürecek. Teknolojik gelişme öyle bir noktaya vardı ki, ekonomiler büyüyor ama istihdam aynı şekilde artmıyor. Teknoloji geliştikçe, daha az insanla daha çok üretim yapılıyor. İşte önce çağın ekonomisinin gerçeği kabul edilecek. Sonra da “sosyal devlet”, kalıcı iş bulamayanlara, insan ve vatandaş oldukları için sosyal destekler verecek.
Peki artan üretimi kim tüketecek bu çağda?
Zaten işsiz insanlara bu yüzden bir gelir desteğinde bulunmanız gerekiyor ya. Esas sorun artan üretimden kaynaklanıyor. Yoksula, işsize gelir desteği, sadece bir sosyal devlet ya da vicdan nedeniyle ortaya çıkmıyor. Bu sosyal destek, issiz nüfusun pazara dahil edilmesi için de gerekiyor.
AKP, seçim bildirgesinde 2023’le ilgili iddialı rakamlar açıkladı. On iki yıl içinde iki trilyon dolarlık bir milli gelire sahip olabilir miyiz?
Siyasi bir hedef bu. Akademik araştırmaya dayalı bir rakam değil bu. Bir dünya krizi çıkarsa bu hedef tutmaz tabii.
Beş yüz milyar dolarlık ihracata ulaşabilir miyiz peki?
Türkiye’nin son yıllarda ihracat artışı çok yüksek. Buna bakıp, ihracat artışı aynı hızla devam eder demek doğru değil. O hızla artamayız. Çünkü bizim ihracatçı sektörlerimiz değişti. Mesela eskiden tekstilken, ihracat beyaz eşyaya, kahverengi eşyaya kaydı. Mesela en hızlı ihracat artışı otomobilde oldu. Ama şu var. Bir Renault arabanın ihracatının ne kadar artacağı, Fransa’daki Renault’nun kararına bağlı. Mesela Güney Kore, kendisine büyük bir ihracat hedefi koyabilir, çünkü onun kendi markası var. Bizim ise ana firmanın iznine ihtiyacımız var. Türkiye’nin son yıllarda ciddi ihracat artışı gerçekleştirdiği sektörlerde kendi markası yok. Hızlı ihracat artışı ise her lüksten en basite, her gamda iddialı olmanızı ve kendi markanızın olmasını gerektiriyor. Dünya pazarında yer etmek istiyorsanız, standart maldan marka mala geçmeniz şart.
2023 yılında gelişmiş ülkeler hangi malları üretecekler ve ihraç edecekler sizce?
Milimetrik hesaplarla, gen ve nano teknolojileriyle üretimi baştan aşağı değiştiren bir çağ bu. Bu teknolojide işçinin de niteliği değişiyor. Her malın temel girdisi, kullandığı malzeme değişiyor. Mesela yine koltuk ihraç ediliyor ama artık nano teknolojiyle üretilmiş olanı ihraç ediliyor. Mesela güneşle temizlenen boyalar ihraç ediliyor. Yanmayan kıyafetler satılıyor. En basitinden en lüksüne, karmaşığına, her şey bambaşka bir mantıkla üretiliyor artık. Bütün bunları dikkate almadan ciddi bir ihracat artışı gerçekleştiremezsiniz.
Bilgisayar, fiber optik, çip türü mallar üretemeyen ülkelerin 2023’de gelişmiş ülkeler arasına katılması mümkün olacak mı?
Olabilir. Çünkü bu ürünleri değil, bilgisini üretmek önemli. Bilgisini üretmek ise hiç kolay değil. Çağımızda gelişmiş ve gelişmekte olan ülke tanımları değişti. Eskiden gelişmiş ülke sanayi malı üretirdi, gelişmekte olan da tarım. Bugün tarımın alasını Amerika ve Avrupa Birliği üretiyor. Bilgiye ve teknolojiye dayanan tarım üretimi, gelişmiş ülkelerin ekonomisinde çok büyük orana sahip oldu. Şimdi ülkeler bilgiyi üreten ve hamallığını yapan ülkeler olarak ayrılıyorlar. Bilgiyi üreten ülkeler ise büyük gelir elde ediyorlar. Çünkü katma değeri çok yüksek olan bilgiyi üretiyorlar. Gelişmekte olan ülkelerin mal üretiminin katma değeri ise düşük oluyor. Mesela bir malda bilginin katma değeri yüzde 75 ise, malı üretenin katma değeri yüzde 25 oluyor. Araba üretmek tamam da, esas katma değer arabanın tasarımını, teknolojisini dönüştürmekte. Türkiye bilgi üretiminde iyi değil.
Böyle bir hazırlığı var mı Türkiye’nin?
Yeterli değil. Mesela, “gen teknolojisiyle ilgili bir buluş yapabilmek için, o ülkede gen teknolojisiyle ilgili 40 bin kişinin çalışıyor olması lazım” deniliyor. Artık teknolojik buluşlar, tek bir insanın dehasıyla ortaya çıkmıyor. Araştırmacılar ekipler halinde çalışıyor. Bu da tabii bir kaynak ayırma meselesidir. AB, buna, “Avrupa Araştırma Alanı” adı altında çok büyük kaynak ayırıyor. “En az yedi ülke bir araya gelsin, deneyim ve bilgi birikimlerini bir potada eritsin, araştırmaları birlikte yapsın” diyor. Dünyada bilgi böyle üretiliyor. Türkiye’nin bu araştırma alanının içinde olması çok önemli. Anlayacağınız, Türkiye’nin gelişmiş ülke kategorisine geçmesi hiç kolay değil. Üniversitelere, araştırma enstitülerine büyük kaynak ayırması gerekiyor.
Türkiye’nin son sekiz yılda zenginleştiğini ve kalkındığını biliyoruz. Bu kalkınmış halimizi Avrupa’nın diğer ülkeleriyle kıyasladığımızda durumumuz ne?
Zenginleştik, kalkındık ama insanların hayat kaliteleri çok artmadı. Mesela insanı gelişmişlik konusunda çok gerideyiz. Ekonomik büyüme olarak elde ettiği başarıyı, insanların mutluluğuna dönüştüremiyor Türkiye. Kaynaklarını, insanları mutlu edecek hizmetleri vermekte kullanamıyor. Bu yüzden zaten bu seçimlerde, siyasi partilerin sosyal hizmetler konusunu kampanyalarında ön plana çıkarmaları çok önemli. Mesela bizim belediyecilik anlayışımız...
Belediyecilik anlayışımız çok mu geride?
Artık dünyadaki belediyecilik yol, su, kanalizasyon, alt yapı değil. Sosyal belediyecilik var artık. İnsanların ihtiyacı olan bir araya gelme ihtiyaçlarını karşılayan, onlara kültür, spor, hizmetleri sunan, kadınlara, çocuklara, gençlere, yaşlılara ve engellilere hizmetler veren, merkezler açan, çevreyi güzelleştiren ve bunu sadece şehir merkezlerinde değil bütün varoşlarda yapan bir belediyecilik anlayışı bu. Türkiye’de eğitimde olmayan çok büyük bir genç nüfus var. Eğitim dışı kalan bu genç nüfusa hiçbir hizmet sunulmuyor. Orta okuldan terk bunlar... İşsizler... Bunlar için gençlik merkezleri çok önemli. 15-24 yaşında 12 milyon gençten söz ediyoruz. 70 milyonluk nüfusun yüzde 17’si demek bu. Biz Platform olarak, bu gençlere, eğitim dışı harcanan parayı hesapladık ve hayrete düştük.
Devlet bunlara ne kadar para harcıyor?
Yurtkur’un mesleki desteklerini kattığımızda GSMH’nın binde 40’ını veriyoruz. Genç başına 350 lira harcıyoruz. Meslek eğitimi, yurt harcaması, gençlik ve Spor Müdürlüğü’nün yaptığı harcamalar dahil bu rakama düşünün...
Ekonomimizin bugün en ciddi sorunu ne sizce?
Cari açık ciddi bir sorun. Bir de kamu açısından “şeffaflık ve denetlenebilirlik” meselesi çok önemli. 2003-2004’te çok önemli bir adım atıldı ve 5018 sayılı kanun çıkarıldı. Türkiye’de kamu harcamalarının şeffaflığıyla ilgili ciddi zorunluluklar getirildi. 2006’dan beri artık bütün bakanlıklar ve idareler, harcamalarını belirli sınıflandırmalar çerçevesinde açıklıyorlar. Mesela bir bakanlık bir yılda toplam yüz lira harcadıysa, bunun ne kadarı personele, ne kadarı mal alımına, ne kadarı sermaye yatırımına gitti açıklamak zorunda. Yani 2006’dan beri devlet veri açıklıyor. Biz bu verilere artık ulaşıyoruz.
Peki bu verilerde her şeyi görüyor musunuz?
Harcamanın nereye yapıldığını görüyoruz. Yani bakanlıkların, kurumların ne ödenek aldığını ve ne harcadığını artık biliyoruz. Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumu’nun da, YÖK’ün de, RTÜK’ün de, hangi alana ne harcadığını biliyoruz. Ama bu şeffaflık anlamına gelmez. Sadece verilere ulaşılabildiği anlamına gelir bu. Şeffaf olmak, hesap verebilir, denetlenebilir olmak çok başka bir adımı gerektiriyor.
Bizde devletin harcamaları denetlenemiyor mu?
Sayıştay tarafından sadece “uygunluk denetimi” yapılıyor. Mesela bir harcama yapılmış. Sayıştay, bu harcama, usulüne, kanunlara uygun yapılmış mı, ihale gerektiği gibi açılmış mı, fatura alınmış mı denetliyor. Harcama usulüne uygun yapılmamışsa, belgedeki imzaya bakıyor ve o kişi hakkında soruşturma açıyor. Oysa önemli olan bu harcama etkin yapılmış mı, bunun denetlenmesidir. Sayıştay bunu denetlemiyor. Mesela bir koltuk alımına yüz bin lira harcanmış. Bir koltuğa nasıl yüz bin lira harcarsın diye denetleyemiyorsun, bunun sorumlusunu bulmuyorsun. Yani “performans denetimi yapmıyorsun” ama o koltuk alımın usulüne uygun yapılıp yapılmadığını denetliyorsun. Kısacası sadece “uygunluk denetimi” yapıyorsun.
Bu durumda devlet şeffaf olabilir mi?
Bu durumda şeffaflık büyük ölçüde yok demektir. Mesela sosyal harcamalar açısından bir örnek vereyim... Biz platform olarak bazı verileri inceledik, oturduk hesap ettik... Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumu’nun çocuk başına ayda 4 bin lira harcadığını bulduk.
Anlamadım...
Siz çocuğunuza ayda 4 bin lira harcıyor musunuz? Eğer bir çocuğa ayda dört bin lira harcanmışsa, bunun hesabını soracak bir kurumun olması gerekir. Mesela Darüşşafaka, Aziz Nesin Vakfı gibi sivil kurumlar var. Aziz Nesin Vakfı bir çocuğa ayda bin 500 lira harcıyor. Üstelik bu parayla çocuğa ‘bale de yaptırıyorum, yazın Avrupa’ya götürüyorum’ diyor. Çocuk Esirgeme çocuk başına ayda 4 bin lira harcıyor. Onu denetleyemiyorsunuz işte! Çünkü 5018 sayılı kanun 2003’te çıkarıldığında performans denetimi vardı ve sorumlusu soruşturulabiliyordu. Fakat aralık ayında Meclis’te yapılan son Sayıştay Kanunu’nda, bu denetim Sayıştay’a verilmedi. Anlayacağınız, paralar harcanıyor ve bu paralar etkin mi harcanıyor bilinmiyor. Böylece üç kuruşluk bir iş yüz kuruşa yapılabiliyor. Kamu, büyük paralara, çok küçük hizmetler yaptırabiliyor.
Performans denetimini kim kaldırdı?
Bunda, bürokrasideki iç dengeler rol oynadı. Şeffaflıktan yana olanlarla statükocular arasındaki çatışmada, statükocular kazandı. Oysa 5018 sayılı kanun, şeffaf, hesap verir olma açısından önemli bir devrimdi. Demokrasi hesap vermektir ve denetlenebilir olmaktır! Bu kanun 2003’te AKP zamanında getirildi. Geçen Aralık’ta da onun da oylarıyla devletin tümünde performans denetimi kaldırıldı. Kanun işte böyle budandı. Budandı diyorum... Çünkü biz 2006’dan önce kamunun harcama rakamlarına bile ulaşamıyorduk.
Savunma giderlerine artık ulaşabiliyor muyuz biz?
Hala göremediğimiz kurumlar var. Savunma giderlerini görmek istediğimizde, ödenek cetvelleri bizim için bir şok oldu. Mesela Milli Eğitim Bakanlığı, Meclis’e 25 sayfalık bir cetvel vermiş. Her harcama kalemini nereye harcayacak belirtmiş. Her alt dairenin ne amaçla hangi parayı harcayacağının dökümünü vermiş. Milli Savunma Bakanlığı ise Meclis’e iki sayfalık bir ödenek cetveli sunmuş. O vermiyor, suçlu. Milletvekillerimiz sormuyor, onlar da suçlu. Bütçe görüşmelerinde selam duruyorlar ve Milli Savunma bütçesi hemen geçiyor. Zaten tartışacak veri yok ki elinde, ne soracak, tartışacak? Detayını bilmediği için her şeyi onaylıyor. Oysa bugün GSMH’nın, askerlerin maaşları da dahil edildiğinde yüzde 2.4’ü (maaşsız yüzde 2’si) savunmaya giderken, ancak yüzde 3.5’u sağlığa, yüzde 4.5’u da eğitime harcanıyor.
Askeri projelere, ihalelere ne harcandığının verileri açıklanmıyor mu?
Bunlar sır. Helikopter, tank projelerine ne harcandığını bilmiyoruz. Hangi ihaleye ne para verilmiş bilmiyoruz. Milli gelirin 2.4’lük bölümünün üzerinde Meclis’in ve halkın kontrolü yok. 20 tank gerekli mi diye soramıyorsunuz?
Sayıştay da mı denetleyemiyor savunma harcamalarını?
Dedim ya sadece uygunluk denetimi yapıyor. Üstelik Aralık’ta çıkan yasayla, uygunluk denetiminin sonucunu da gizlilik nedeniyle yayınlayamıyor. Bildiğimiz kadarıyla, zaten uygunluk denetimini bile içlerine sinmeden yapıyorlar. Çünkü kendilerine verilen bilgilerle yetiniyorlar. Kısacası Türkiye’de askeri harcamalar hiç şeffaf değil.
Yoksullarımızın durumu ne?
Türkiye’de yoksulluk azaltılamıyor. Kamuda performans denetimi yapılabilseydi, devlet etkin çalışırdı ve yoksullukla mücadele için kaynak çok kolay bulunurdu. Mesela askeri harcamalar bir miktar bile indirilse büyük adım atılmış olur. 2006’dan beri kamuda detaylı verilere ulaşıyoruz dedim ya... Mesela geçmişte yoksullara da ne harcandığını bilmiyorduk. Şimdi biliyoruz. Yoksullara kömür, erzak vb. dağıtılıyor, çok para harcanıyor diye bir algı vardır halkta. Verilere ulaşınca, bu algının tamamen şişirme olduğunu gördük.
Dağıtılan kömür, erzak çok değil mi?
Bu yardımların payı o kadar düşük ki. Düşünün, Türkiye’de GSMH’nın yüzde 1.3’ü sosyal korumaya harcanıyor. Bunun içinde Sosyal Sigortalar Kurumu’nun ödediği emeklilik maaşları var. Bu paranın sadece binde 1.1’i yoksullara kalıyor. Yeşil kart, engelilerle yapılan harcamalar, Çocuk Esirgeme, kömür, erzak dağıtımı, kira yardımı, muhtaç yaşlı aylığı, hepsi bu binde birin içinde... Devlet sosyal hizmet olarak ne harcama yapıyorsa bunun içinde yer alıyor. Yılda ortalama harcanan para da ancak 7.5 milyar lirayı buluyor. Dolayısıyla azıcık katkı bile, yoksullara yardımı iki misline çıkarabilir bu ülkede.
Peki biz ülkenin kalkınmasını finanse edecek geliri kimlerden topluyoruz? Zenginlerden mi, fakirlerden mi?
Türkiye, vergisinin yüzde 60’ından fazlasını KDV’den topluyor. Zengin ve fakir aynı tüketim vergisini ödüyor. Verginin tüketimden alınması, tamamen yoksullar aleyhine bir vergi alımıdır. Dehşetli bir adaletsizlik var vergide. Verginin tüketimden alınması, Türkiye’de gelir dağılımını feci bozuyor. Verginin zenginden alınması gerekiyor. Verginin amacı, geliri yüksek olandan vergiyi alıp kamunun harcama yapması ve bazı hizmetleri bütün vatandaşlarına sunabilmesidir.
Türkiye’de kayıt dışı ekonominin durumu ne?
Yüzde 40 olduğunu düşünüyorum ben.
Kayıtlı bir ekonomide rüşvetin parasını bulmak zordur. Kayıt dışı ekonomide siyasetin finansmanı da belirsiz olmuyor mu?
Kayıtdışı ekonomide her türlü rüşvet daha kolay veriliyor. Giderek oranı azalsa da, Türkiye ekonomisi ne yazık ki hep bir rant ekonomisidir. Bu rant ekonomisi, kayıt dışı ekonominin sürdürülmesinden de kaynaklanıyor. Kayıt dışının azaltılması için toplumun bütün kesimlerini karşısına almayı göze alacak bir siyasi irade gerekiyor. Bu irade, tek partiyle olmuyor. Sivil toplumun da işi bu. Biz 52 STK önce kamu harcamalarını izliyoruz. Sonraki adımda da vergileri izleyeceğiz. Böylece halk adına bütçeyi izlemiş olacağız!
© Tüm hakları saklıdır.