01 Haziran 2012 11:54
Başbakan Erdoğan ve hükümeti eleştiridiği için Yeni Şafak'taki işine son verilen Ali Akel'e gazetenin köşe yazarlarıdan destek geldi. Hilal Kaplan, Akel ile ilgili verilen kararı hâlâ 'tatlıya bağlama imkânı' olduğunu hatırlatırken, Özlem Albayrak da gazete yönetiminin verdiği kararın hatalı olduğunu söyledi.
İşte o yazılar:
Hilal Kaplan
(Yeni Şafak, 1 Haziran 2012)
Başbakan Erdoğan, Uludere'nin istismar edildiğini söylüyor; doğru.
Uludere'ye karşı çıkarken bagajında Silivri'yi taşıyan veya PKK'dan gelen her tür şiddeti meşrulaştıran siyasetçilerin olduğu da doğru.
Başbakan'ın adının bombalama emrini verenlerle aynı sayfaya yazılmasından şikâyetçi olması da doğru.
Ancak bu doğruların hiçbiri, konunun gündemde tutulmasının esas sebebi değil. Zira Başbakan da nerdeyse her açıklamasında meselenin daha da dallanıp budaklanması yol açacak cümleler sarf etmekten geri durmuyor.
Hâlbuki yapılanın araştırılmakta olduğunu söyleyip araya "TSK görevini samimiyetle yapmıştır" gibi bombalayanları da parlatan cümleler serpiştirmese; "Konu yargıdadır, sonucu bekliyoruz" demek yerine "Hataysa hata, tazminatsa tazminat" şeklinde meselenin tazminatla kapatılmaya çalışılacağı intibaını veren anlatımlara başvurmasa ne mevzuu bu kadar uzayacaktı ne de adalet bekleyen yaslı aileler bu kadar incinmiş olacaktı.
Başbakan'ın son parti grubu toplantısında olayın ört bas edilmeyeceği sözünü vermesi önemliydi. Ancak ne yazık ki yine bir ekleme yapıp şöyle dedi: "Dikkat ederseniz kaçakçıların hiçbiri bombalara basmıyor. Harita kimlerin elinde olabilir. Bu haritayla bombaların üzerine basmıyor, rahatça gidip geliyorlar. Bakın burası çok hassas. Bu iş, hassas ve gerilimli bir iş."
Şimdi önünüze Ecevit'in Köy Kent Projesi kapsamında köyleri boşaltılan, bir kısmı batıya bir kısmı daha içerilere göç eden, mayınlı arazide yaşadıklarından ne hayvancılık ne tarım yapabilen, yakınlarda fabrika olmadığından işsizlik sıkıntısı çekip 'kaçağa' gitmek zorunda kalan, "korucu ol" ile "PKK'ya katıl" baskısı arasında kalıp koruculuğu seçmiş ve üstelik PKK'ya karşı operasyona bile katılmış insanların olduğu Uludere'den bir manzara koymak istiyorum. Bu manzaraya iyi bakın ve bakarken elinizin vicdanınızın üzerinde olduğundan emin olun:
Bombardıman sırasında, 18 yaşında bir gençken ölen Salih Encü'nün babası dört yaşındayken sakat kalmıştı. Çünkü mayına basmıştı.
Yine bombardımanda ölen Aslan Encü'nün ağbisi, on kardeşine bakmak için kaçağa giderken mayına basarak bacağını kaybetmişti. Aslan, ağbisinin bacak protezinin parasını çıkarmak için gittiği 'kaçak'tan dönerken bombalanarak can verdi.
Faruk Encü'nün Uludere bombalamasında kardeşini kaybetmesinden çok evvel, babası Zeki Encü mayına basarak vefat etmişti. Faruk ise önce kaymakama sadırı suçuyla tutuklandı. Sonra bırakıldı. Sonra geçtiğimiz günlerde yine tutuklandı ve bırakıldı. Bir yanlışlık olmuş...
Bombalamada biri 13, diğeri 23 yaşındaki iki oğlunu kaybeden Halil Encü ise yıllar önce mayına basarak sakat kalmıştı.
Uzun yıllar PKK ile mücadelede "koruculuk" görevi yapan Mehmet Encü, mayın sebebiyle önce gözlerini kaybetti. Ardından bombalamada 13 yaşındaki oğlunu, 15 ve 26 yaşındaki iki kardeşini kaybetti.
Yine bombalama sırasında ölen İsmail Encü'nün amcası Hüseyin Encü de mayına bastığından bir kolu olmaksızın yaşamak zorunda...
Bombalamada altı akrabasını kaybeden Lezgin Encü'nün de mayın sebebiyle bir ayağı yok.
Örnekleri çoğaltmak mümkün. Hatta İdris Naim Şahin'den ilhamla "Ölmeselerdi, mayına basıp sakat kalacaklardı" demek de mümkün. Ama "PKK ile işbirliği içindeki kaçakçılar" imasında ısrar etmek yerine "sivil köylüler" demek zor. Hele özür dilemek çok zor, değil mi?
Okuduğunuz, son beş ay içinde Uludere üzerine yazdığım onuncu yazı. Yani Başbakan'ın deyimiyle "Uludere ile yatıp kalkan" kategorisine giren bir yazar olarak Washington temsilcimiz Ali Akel'in Uludere hakkındaki bir yazısından ötürü işine son verilmesi beni fazlasıyla üzdü.
Ancak Yeni Şafak'ın salt bu karar üzerinden değerlendirilecek bir gazete olmadığını da biliyorum. Çünkü İçişleri Bakanı'nın söylemlerinden hükümetin Suriye politikasına kadar pek çok meselede en muhalif yazıların çıktığı, Murat Aksoy ve beni Uludere'ye gönderip izlenimlerimizi manşetten yayınlamış bir gazeteden bahsediyoruz.
Ayrıca sadece darbeye teşebbüs edildiği zamanlarda değil, darbe gümbür gümbür yapılırken dik durmuş, polislerce basılmış, kapatılmaya çalışılmış ama yine de kovulan yazarlara kapısını açmış bir gazeteden;
Ve Tayyip Erdoğan aleyhinde ifade vermediği için vücuduna elektrikle işkence edilmiş, yedi yaşındaki yeğeni dahil akrabaları gözleri bağlı gözaltında tutulmuş, aylarca hapis yatmış medya patronlarından bahsediyoruz.
Yani söz konusu olan ileri sürüldüğü gibi "Başbakan istedi, yaptılar" formatında, "emir-çıkar" pragmatizminde bir mesele değil; hatta Başbakan'ın haberinin olduğu bir mesele bile değil. Ama Başbakan'la aynı dönemde hapse girmiş, "Şeriat çetesi kurup geleceğin başbakanını seçtirmek" suçlamasıyla daha o zamandan ödedikleri bedellerle kaderleri Tayyip Erdoğan'la kesişmiş insanların verdiği duygusal bir karar mevzubahis...
Bu yüzden darbe planlarında adı "faydalanılacak gazeteciler" diye geçenlerin, 28 Şubat'tan 27 Nisan'a 'esas duruş'ları herkesin malumu olanların, kimse önünden geçemezken Genelkurmay arşivlerine buyur edilenlerin, gazeteciler andıçlandığında veya Yeni Şafak basıldığında gıkını çıkartmamış meslek kuruluşlarının, hâlen Mustafa Balbay'ın gazetecilikten tutuklu olduğunu iddia edebilen platformların Yeni Şafak'a yönelik eleştirileri hükümsüzdür. Zira onların kurulmasını arzu ettiği düzende bırakın gazetecilerin işten çıkarılması, stadyumlara doldurup 'gereğinin yapılması' söz konusudur.
Son olarak, şu kanaatimin altını 'amasız' çizmek isterim: Yeni Şafak'ın –lafın gelişi değil, kelimenin her anlamıyla- şanlı tarihi bağlamında düşünüldüğünde alınan son karar, o tarihle çelişmektedir. Dilerim meselenin "tatlıya bağlanma" imkânı hâlâ mevcuttur...
Özlem Albayrak
(Yeni Şafak, 1 Haziran 2012)
İç siyasetin harareti, yeryüzünün geri kalanını tuhaf bir şekilde flulaştırıyor, ama bir an başımızı kaldırıp çevremize baktığımızda göreceğimiz şu: Suriye an be an ölüyor.
Şimdiye dek 15 bin kişinin katledildiği, 20 bininin ise kayıp olduğu bir ülkede hala devleti yönetmeye iştahla ve arsızca devam eden Esad'ın askerleri daha birkaç gün önce, Hula'da 25'i çocuk 90'ın (bir rivayete göre 110) üstünde insanı öldürdü...
Suriye konusu hakikaten çok önemli ve bu önemin esbabı, Necip Fazıl'ın Büyük Doğu'sundan yola çıkıp Sezai Karakoç'un Diriliş'ine uğrayarak "Şam'ı, Kudüs'ü, Semerkant'ı, Mekke'yi, Medine'yi, İstanbul ve Konya'yı hudutsuz bir coğrafyanın şehirleri, bir elin parmakları gibi birbirinin kardeşleri saymaktan" mütevellit değil sadece...
Reel-politik de Suriye'nin tüm Ortadoğu'yu birer domino taşı gibi üst üste düşürebilecek bir çatışma potansiyeli barındırdığını söylüyor. Nitekim, uzmanların öngörüsü, Suriye'de Esad'ın azınlık rejiminin devrilmesinin çok zor olduğu; Esad gitse bile Suriye'nin otorite parçalanmasından mütevellit bir iç çatışmaya sürüklenmesi ihtimalinin oldukça yüksek olduğu...
Çünkü, Baas'a ya da bir başka güç odağına sipariş edilecek minicik bir manipülasyonla, birbirinin can düşmanı haline gelme potansiyeli yüksek olan çok etnik yapılı ve çok mezhepli bir yer Suriye...
Hatırlatırım, 1995 yılında 1 milyonun üstünde insanın öldüğü Ruanda'da Hutular'la Tutsiler'in palalarla birbirlerine girişmelerinin sebebi, Belçikalı sözümona bilimadamlarının kafatası ölçümleriyle birbirinden ayrıştırılmalarıydı. Sebep sadece buydu yani...
Suriye dış yaptırımlarla zorlanıyor, Arap Birliği'nden çıkarılıyor. Pek çok ülke yönetimi, Suriyeli diplomatları artık ülkelerinde istemediklerini beyan ediyor ama sonuç değişmiyor; Suriye hala akıl almaz bir zalimliğin büyük sahnesi, kanla kaynıyor. Dış İşleri Bakanı Davutoğlu'nun ifadesiyle orada "bizim çocuklarımız" ölmeye devam ediyor.
"Pekala, Hatay-Dörtyol'da meydana gelen olayların Suriye kaynaklı olması ihtimali bir yana, PKK'lı teröristleri kendi halkına karşı kullanan bir yönetim de sözkonusuysa, Türkiye Suriye konusunda ne yapmalı?" sorusunun cevabı ise öyle kolayca formüle edilebilecek denklemlerden değil. Ancak çözüme naçizane katkı sunmak adına birkaç madde sıralanabilir.
1 – Türkiye'nin Suriye'de katledilen vatandaşlardan sadece Sünni olanlara karşı duyarlı olduğu yolundaki önkabulü çeşitli stratejierle kırması gerekiyor. Diplomasinin soğuk ve pragmatik reel-politiğine en ahlaklı ve en akıllı değillemedir çünkü zulme uğrayanının yanında olmak.
2 – Bu algının pekiştirilmesi, nükleer çalışmaları ve İsrail nedenleri dolayısıyla Batı tarafından giderek daha çok yalnızlaştırılan İran'ın Suriye noktasında Türkiye'ye karşı gardını da düşürecek, "güven" çıtasını aşağı çekecektir. Nitekim Suriye konusunda, İran'ın olmadığı bir çözüm denklemi akamete uğramaya mahkum gibi gözükmektedir.
3 – Eğer Suriye'de bir çözüm isteniyorsa, uluslararası sivil toplum Suriye konusunu hep sıcak, hep gündemde tutmak zorundadır. Gücünün yettiği çıngarı çıkarmak zorundadır.
Tüm bunlardan sonuç alınacağı elbette garanti değildir. Ancak emin olun ki, üstümüze düşeni yapmak noktasında kalplerin mutmain olması bile başlıbaşına bir değerdir.
Bu gazetenin varoluşu için ter akıtmış, derdini ve yükünü çekmiş, iyi niyetli ve iyi bir gazeteci olduğuna Allah huzurunda şahitlik edeceğim Ali Akel'in, yazdığı Uludere yazısı yüzünden Yeni Şafak'tan gönderildiğini öğrendiğimden bu yana "Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil" üzüntüsü içindeyim.
O Yeni Şafak ki, 28 Şubat sürecinde andıçlanan onca gazeteciye kapılarını ardına kadar açmış, ağırlığı ve ederi ideolojiyle değil zulme uğramışlıkla tartmıştır. Yeni Şafak, yazarlarına tanıdığı sonsuz özgürlükle tanınır.
Bu olay vesilesiyle, "korku imparatorluğu olduk"çu zevatın şakır şakır dönmeye başlayan değirmen taşlarının lafzını bile etmem. Sadece, Yeni Şafak'ın bilindiği gibi bilinmeye devam etmesini istemeyi ve bu hatadan dönülmesi gerektiğini söylemeyi borç ve görev addettim. Bu borcu ifa ettim...
© Tüm hakları saklıdır.