Yeni Şafak yazarı Yusuf Kaplan, "Türkiye'nin en temel sorunu sığlık. Seküler kesimlerde de, İslâmî kesimlerde de aynen geçerli bu" görüşünü dile getirdi. "Batı uygarlığının kurucu düşünürleri de dâhil olmak üzere belli başlı büyük düşünürleri, Batı uygarlığının ürettiği tecrübeyi, yol açtığı ontolojik felâketi kıyasıya tartışıyorlar bir asırdır" diyen Kaplan, "Tabiî bizim celladına âşık tasmalı çekirgelerimizin rahatını bozuyor bu eleştiriler" diye yazdı.
Yusuf Kaplan'ın "Batı’nın mukadderatı, Nietzsche’nin çığlığı ve 'bizimkilerin' sığlığı..." başlığıyla yayımlanan (30 Ocak 2017) yazısı şöyle:
Batı uygarlığı, başdöndürdü: Gerçekten de fırtınalı, heyecanlı, ayartıcı dört asırlık bir serüvene sahne oldu.
Rönesanslardan ve reformasyonlardan, siyasî devrimlerden ve düşünce devrimlerinden, iktisadî devrimlerden ve cinsiyet devrimlerinden ne kaldı geriye?
Ortaya ne koydu, insanlık adına, hayatın anlamı adına Batı uygarlığı? Yeryüzünde adaletin, hakkaniyetin, barışın hâkim olması adına ne armağan etti insanlığa?
Zihinsel köleliğe dönüşen zihinsel körlüğümüz
Bu sorular, insanlığın durumu ve geleceği açısından hayat-memat meselesi olması gereken sorular; ama ülkede öylesine sığ, celladına âşık bir entelijansiya hatta kitle var ki, insanlığın bu en temel varoluşsal sorunlarını hatırlatan insanlara, her bakımdan zihinsel körlük yaşadıklarını gösteren kendi acınası hallerine bakmadan hemen “gerici, yobaz” damgası yapıştırıyorlar!
Nedir bu?
Yalnızca zihinsel körlük değil, zihinsel kölelik aynı zamanda!
Oysa Batı uygarlığının kurucu düşünürleri de dâhil olmak üzere belli başlı büyük düşünürleri, Batı uygarlığının ürettiği tecrübeyi, yol açtığı ontolojik felâketi kıyasıya tartışıyorlar bir asırdır...
Tabiî bizim celladına âşık tasmalı çekirgelerimizin rahatını bozuyor bu eleştiriler.
Yeri geldi söyleyeyim: Türkiye'nin en temel sorunu sığlık. Seküler kesimlerde de, İslâmî kesimlerde de aynen geçerli bu.
Nietzsche, Batı uygarlığının birişini bir asır önce ilan etmişti
Şunu çok iyi bilmemiz gerekiyor artık: Batı uygarlığı her bakımdan bitti.
Bu gerçeği Batı uygarlığının en büyük düşünürlerinden biri, Nietzsche, çok sarih ve sarsıcı bir dille ifade etmişti.
“Ahlâkımız, felsefemiz, dekandansın formlarına dönüştü” demişti üstad.
Dekadans, çok muazzam, derinlikli bir kavram. Tefessüh demek.
Ama Nietzsche burada tefessühün çok daha ötesinde, çok daha esaslı bir ontolojik felâkete dikkat çeker: Dekadans'la, Batı uygarlığının hakikate ve hayata değemediğini, o yüzden “hayata evet” diyemediğini söyler.
Hatta bir adım daha ileri giderek, yalnızca İslâm'ın “hayata evet” dediğini hatırlatır bir kaç kez.
"Çöl büyüyor... Çöl büyüyor... felaket kapıda"
Nietzsche'yle başladık madem, Nietzsche'yle devam edelim...
“Avrupa uygarlığı, ölüler evini andırıyor. Virüs bütün bünyeyi kaplamak üzere... Çöl büyüyor... Çöl büyüyor...” diye haykırmıştı Nietzsche.
Ve “eğer böyle giderse, iki asır içinde, insanlığı çok büyük bir nihilizm felâketi bekliyor...” diye de uyarmıştı.
Ama Nietzsche'nin bu uyarısına kulak tıkadı Avrupa. Ve yarım asır içinde iki büyük paylaşım savaşından sonra yerle bir oldu.
Nietzsche'nin çağrısına Heidegger'in dışında Fransız düşünürler kulak kesildiler. Nietzsche'nin haylaz çocukları olarak nitelediğim Derrida'lar, Deleuze'ler, Foucault'lar...
Fakat Fransız düşünürlerin sığ nefesi, Nietzsche'nin sesini bütün derinliğiyle kavramalarına yetmedi.
Onlar, her şeye rağmen bir yapısöküm yaparak Batı uygarlığının biraz da Aydınlanma düşüncesinin eleştirel imkânlarını yeniden keşfederek ve harekete geçirerek Batı uygarlığına taze bir kan pompalama kaygısı güttüler.
Ama olmadı. Olması mümkün değildi.
Nietzsche, hükmünü vermişti: “Batı uygarlığının insanlığa söyleyebileceği tek yeni şey, yeni bir şey söyleyemeyeceği gerçeğidir.”
Nietzsche'nin haylaz çocukları, üstadlarının bu sözünü idrak edebilecek ontolojik bir konumda değillerdi.
Başka örnek vermeye gerek görmüyorum. Söylenebilecek en iyi sözü Nietzsche söyledi zaten.
19. yüzyılın sonlarında yapılan önemli gözlemler bunlar. Benzer gözlemleri, Kant'tan Husserl'e, Heidegger'den Vattimo'ya kadarbelli başlı büyük düşünürlerde de görebiliriz bir şekilde.
Batı uygarlığının, felsefî olarak, entelektüel olarak, estetik olarak, ahlâkî olarak söyleyebileceği dişe dokunur bir şey kalmadı insanlığa.
O yüzden hem büyük düşünürler ve sanatçılar çıkaramıyor hem de bir yandan sürgit azmanlaşıyor, gücüne güç katarak, kan'la, gözyaşıyla ve yıkımlarla varlığını ve hegemonyasını sürdürmeye öte yandan da pornografiye, yani hız, haz ve ayartı rejimi dromokrasi'ye ivme kazandırarak ve ayartıcı, sahte söylemlere sığınarak ölümünü geciktirmeye çalışıyor...
Sonuç, ürpertici
Batı uygarlığı, “özgürlükler, insan hakları, hukukun üstünlüğü, demokrasi...” gibi gözboyayıcı, işlenen cinayetleri maskeleyici ayartıcı retoriksel sloganlar üretiyor bolca!
Ama gerçekte ortaya çıkan hâsıla insanlığın geleceği adına oldukça ürpertici:
Tanrı fikrini yok etti.
Hakikat fikrini yok etti.
Tabiatı delik deşik etti.
Bütün medeniyetleri ya dümdüz ederek ya da fosilleştirerek tarihten sildi.
Onca ayartıcı vaatlerine rağmen farklı medeniyetlerin nasıl bir arada yaşayabileceklerine dâir bir formül geliştiremedi. Aksine farklı medeniyetlerin insanlığa kendilerince, kendi medeniyet perspektifleriyle ve dinamikleriyle katkıda bulunabilme imkânlarını yerle bir etti.
"Refah toplumunun ve ayartıcı tüketim tanrısının köleleri"
Hâlihazırda Batı uygarlığını iki “şey”, insanı “şeyleştiren”, hayatı çölleştiren iki “dinamo” ayakta tutuyor: Refah toplumu ve tüketim “pornografi”si.
Batı toplumlarında büyük veya orta ölçekli bir ekonomik krizyaşanması, Batı toplumlarının alt üst olmasıyla, sözgelişi ırkçılığın, yabancı düşmanlığının ve sosyal kargaşaların zıvanadan çıkmasıyla sonuçlanacaktır. Nitekim 2008 ekonomik krizinden itibaren bu tür sorunların ürpertici boyutlar kazanacak şekilde tırmanmaya başladığını gözlemliyoruz.
O yüzden refah toplumunun çatırdamaması için Batılı emperyalistlerin savaşları, işgalleri hızlandıracaklarını söylemek için kâhin olmak gerekmiyor.
İkinci olarak da refah toplumunun çatırdaması durumunda, vaziyeti kurtarmak için, devreye tüketim “pornografi”sinin girdirildiğini de görüyoruz ürpererek...
Sadece ürün tüketiminden, tüketim çılgınlığından değil, medyalarla, özellikle de sanal a-sosyal mecralarla gerçekleştirilen algı operasyonlarından... arzuların, duyguların, insanın bütün zaaflarının da ayartıcı, plastize edici, ruhsuzlaştırıcı ve zihinleri köleleştirici yöntemlerle kontrol ve kolonize edilmesini sağlayan zaman ve duygu tüketimi pornografisinden de sözediyorum.
Tüketim pornografisi, ayartarak uyuşturuyor ve ehlileştiriyor kitleleri. Tüketim Tanrı'sının kölelerine dönüştürüyor...
Oysa tükettikçe tükeniyor insan... Ruhsuzlaşıyor, çölleşiyor... Yaşayan, canlı cenazelere dönüşüyor...
Diriltici bir ruha, bir soluğa ihtiyacı var insanlığın. Vesselâm.