12 Aralık 2015 21:12
Yeni Şafak Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Karagül, Türkiye ve çevresindeki gelişmeleri değerlendirirken, "Osmanlı mirası nasıl da yeniden omuzlarımıza yüklendi? Anadolu'nun kaderi, Suriye'nin kaderi, Kafkasların kaderi nasıl da yeniden önümüze kondu" dedi. Karagül,"O Teşkilat-ı Mahsusa'nın, bir çöküş dönemini durdurmaya çalışan yürekli insanlarının kendi aralarında yaptıkları konuşmalarla, bölge ve dünya değerlendirmeleriyle bugün bizim konuşmalarımızın, değerlendirmelerimizin nasıl da aynı cümlelerden oluştuğunu görmüyor musunuz" ifadesini kullandı.
"Gün, Kılıçarslan'ın, Yavuz'un, Selahattin'in dilini konuşma zamanıdır. Başka bir dil ile böyle bir fırtınadan kurtulma şansımız olmayacaktır. Bu yüzden yeni Yavuz'lar, yeni Selahaddin'ler, Kılıçarslanlar çıkacaktır. Tarih yapıcıların yanında kenetlenin" diyen Karagül'ün "Korkma ve titreme, kuşatma yarılacak.." başlığıyla yayımlanan (11 Aralık 2015) yazısı şöyle:
Tarih nasıl da yakaladı bizi. Osmanlı mirası nasıl da yeniden omuzlarımıza yüklendi? Anadolu'nun kaderi, Suriye'nin kaderi, Kafkasların kaderi nasıl da yeniden önümüze kondu.
Etnik haritamız, kardeşlik haritamız, düşmanlık haritamız, bizim haritamız, başkalarının haritası nasıl da birbirine karıştı, nasıl da birbiriyle çarpışır oldu.
Cumhuriyet döneminin nesli, neredeyse yüz yıldır Osmanlı siyasi kültürünü silme projesi içinde yetişen nesil, nasıl da yüzlerce yıllık o kültüre sahip çıkmak, sırtını ona dayamak, o kimlikle kendine ve coğrafyasına bakmak, o kimlikle ayakta kalmak zorunda kaldı.
Süveyş Kanalı'ndan Afganistan'a kadar neredeyse bütün dünyaya direnmeye çalışan Osmanlı'nın son nesli ile aramızdaki zaman nasıl da bir anda kapandı, bunca yıl nasıl da bu kadar kısa zamanda ortadan kalktı, ellerimiz nasıl da onların eliyle birleşti.
Yüz yıl sonra aynı sözleri söylüyoruz
O Teşkilat-ı Mahsusa'nın, bir çöküş dönemini durdurmaya çalışan yürekli insanlarının kendi aralarında yaptıkları konuşmalarla, bölge ve dünya değerlendirmeleriyle bugün bizim konuşmalarımızın, değerlendirmelerimizin nasıl da aynı cümlelerden oluştuğunugörmüyor musunuz?
Aynı sorunlar, aynı krizler, aynı ihanetler, aynı kaygılar, aynı idealler, aynı mücadele azmi.. Paramparça edilen bir coğrafyanın çocuklarının, Birinci Dünya Savaşı sonları yaklaşırken Japonya'dan Rusya'ya, Avrupa ülkelerinin coğrafyamıza yönelen istila harekatından bölge insanının neler yapabileceğine dair analiz seviyelerine bugün daha yeni yeni ulaşabildik.
Daha az bildiğimizden değil, kendimizi yeni bulduğumuzdan, zihinlerimizi yeni arındırdığımızdan onlara ancak bugün ulaşabildik. Bu aşamadan sonra yüz yıl önce yaşamışlığımızla, yüz yıl sonra yaşamışlığımız arasında ne fark kaldı?
Yavuz'u anlamak, Suriye'yi anlamak
İşte bu yüzden, bugünü anlamak istiyorsanız;
Yavuz'u yeniden okumak, Çaldıran'a yeniden bakmak, Çanakkale'de neyin mücadelesini verdiğimizi, hangi şehirlerin, ülkelerin savunulduğunu iyi incelemek zorundasınız. Rusların nedenHarşit nehrine kadar nasıl gelebildiğine, bizim neden Atlantik eksenine mahkum olduğumuza, bir yüz yıl Anadolu'ya hapsolmuş biçimde neden suskunlaştığımıza dikkat etmek zorundasınız.
Suriye'nin nasıl bir bölgesel savaşın habercisi olduğunuanlamak istiyorsanız, Rusya ile neden karşı karşıya kaldığımızı anlamak istiyorsanız, İran'ın neden doğrudan Türkiye ile adı konulmamış bir savaşa giriştiğini kavramak istiyorsanız, yüzlerce yıldır aynı sokakta yaşayan insanların nasıl birbirini boğazlarhale getirildiğini bilmek istiyorsanız, coğrafyanın neden ikinci kez paramparça edilmek istendiğini anlamak istiyorsanız işte o tarihle yüzleşmek zorundasınız.
O tarihin her sayfasını dikkatle okumak, bugüne taşımak, bugün durmamız gereken yeri belirlemek zorundasınız. Başka türlü bugün olan hiçbir şeyi anlayamayacaksınız.
Türkiye kuşatma altında, susmayın
Bağdat'tan yükselen Türkiye karşıtı sözlerin neden Tahran'da yazıldığını, Türkiye'nin neden Musul'da var olmak zorunda olduğunu, Türkmendağı'nda neden bu kadar amansız mücadele edildiğini, “iç işgalci”lerin sesinin neden bu dönemde bu kadar yüksek çıktığını, Türkiye'yi çevrelemeye çalışanların nedenBarzani'yi de tasfiye etmeye giriştiğini, Suriye'de camileri yakanların neden Türkiye'de de camilere savaş açtığını, Suriye'de uçak düşürülünce sesinin neden Kafkaslarda yankılandığınıanlamak için o tarih sayfalarını yutmalısınız.
Evet, Osmanlı'dan bu yana ilk kez Türkiye böylesine kuşatma altına alınıyor. Tam anlamıyla çevreleniyor. Kuzey'den, Doğu'dan ve sıcak çatışma alanı olarak Güney'den sıkıştırılıyor. Üstelik bu ilk kez bölge ülkeleri üzerinden yapılıyor. İstila önce örgütler üzerinden yürütüldü şimdi devletler üzerinden yürütülüyor.
Böyle bir dönemde bize sesinizi kısın diyorlar. Suskun kalalım, ağırbaşlı olalım, herkesle iyi geçinelim, savunmada kalalım, sınırlarımızın dışına boynumuzu uzatmayalım diyorlar. Ortadoğu'dan bize ne, Suriye'den bize ne diyenler hep birlikle Putin'in Türkiye'yi hedef alan “nükleer silah kullanabiliriz” tehditlerini alkışlıyor.
Bir işgal sloganı:”Kork ve titre”
Gezi terörü üzerinden hükümet devirmeye çalışırken de susmamızı istediler. Verilen “mesajı anlayın yeter” dediler. 17 Aralık darbe girişimi sırasında da teslim olmamızı istediler. Yalanlara, dolanlara. Kumpaslara inanmamızı istediler. Sokak terörünü, Türkiye'ye yönelik bir dış istihbarat müdahalesine teslim olmamızı istediler.
Hedefleri belliydi. Türkiye'yi yüz yıl sonra bir kez daha vesayet altına alacaklar, yeniden garnizon ülkeye çevireceklerdi.
Kısmamızı istedikleri ses, Birinci Dünya Savaşı'ndan bu yana kıstıkları sesimizdi. O ses Yavuz'un, Selahattin'in, Kılıçarslan'ın, Abdülhamit'in sesiydi. Coğrafyayı coğrafya yapan adamların sesiydi.
İstiklal Marşımızın ilk kelimesi “Korkma” olmasına rağmen bize “kork ve titre” dediler. İstiklal mücadelemizin “Korkma” sloganını yeni işgal girişiminin sloganı haline getirdiler ve“kork ve titre” diye bizi sindirmek istediler. Bu slogan bile aslında bağımsızlığa karşı atılan bir kurşundu. Şimdi kendileri kaçtı, vesayetçi efendilerine sığındılar. Birer Gurka gibi telef olup gittiler!
Tarih yapıcıların yanında durmak!
Gezi olayları başladığında manzarayı görmüştük. Bu bir işgal girişimiydi. Yerli olanı yok etme müdahalesiydi. Selçuklu'dan bu yana devam eden kurucu unsuru tasfiye etme savaşıydı.
O zaman anladık ki, artık ne gazeteciydik, ne siyasetçi, ne bürokrat ne de işadamı. O günden bu yana “acımasız direniş” safında yer tuttuk. Mesele vatandı, tarihti, kimlikti.
Tarih yapıcılar, kurucu iradeyi temsil edenler, o yüzyıllara dayanan kimliğin savunucuları hedef alınıyor, yok edilmek isteniyordu. “Kork ve titre” diyerek dizlerinin bağını çözmek istediler. O tarih yapıcı liderlik, kadro yok edilecek, o ana damarı besleyen kesimler tasfiye edilecek, milletimiz bir yüz yıl daha uyutulacaktı.
İşte o an “acımasız direniş” yeniden keşfedildi. O acımasız direniş Türkiye'yi kurtardı. Aynı acımasız direniş bugün coğrafyanın sorumluluğunu hissediyor.
Direnç haritamızı yeniden çizmek
Korkanlar gitsin, biz onların safında yer almayacağız. Yüz yıl önce Ortadoğu'nun çöllerinde İngili
Yüz yıl önce coğrafyamız nasıl karışmışsa bugün de öyle karışmış halde.Tehlike çok büyük. Bu yüzden direnç haritamızı yeniden çizmek zorundayız. Olağanüstü şartlar
Coğrafyaya nefesini vermek
Gün, Kılıçarslan'ın, Yavuz'un, Selahattin'in dilini konuşma zamanıdır. Başka bir dil ile böyle bir fırtınadan kurtulma şansımız olmayacaktır. Bu yüzden yeni Yavuz'lar, yeni Selahaddin'ler, Kılıçarslanlar çıkacaktır.
Tarih yapıcıların yanında kenetlenin. Asla tereddüt etmeyin, yılmayın. Diliniz sürçmesin, dizleriniz titremesin. Türkiye bu büyük kuşatmayı yaracak, bütün coğrafyaya nefesini verecektir. Sınırlarının çok çok ötesinde ortaklarla yaracaktır hem de. Bundan hiç şüpheniz olmasın.
Korkmayın ve titremeyin!
Vikipedi'de, Karagül'ün yazısında geçen Teşkilat-ı Mahsusa konusunda şu bilgiler veriliyor.
Teşkilât-ı Mahsusa, İttihat ve Terakki Cemiyeti bünyesinde Enver Paşa'ya bağlı olarak kurulan gizli teşkilattır. İttihat ve Terakki'nin Türkçü ve İslamcı siyasi görüşleri doğrultusunda, yurt içi ve yurt dışında, karşı-istihbarat, propaganda, örgütlenme, suikast eylemlerinde bulunmuştur. Çeşitli tanık ifadelerine göre 1911'den itibaren etkin olmuş, 5 Ağustos 1914'te Harbiye Nezaretine bağlı resmi bir örgüte dönüştürülmüştür. 8 Ekim 1918'de İttihat ve Terakki hükümetinin iktidardan ayrılması ile birlikte Teşkilât-ı Mahsusa da resmen tasfiye edilmiştir.
Teşkilât-ı Mahsusa'nın Trablusgarp'ta İtalyanlara, Batı Trakya'da Bulgar ve Yunanlara, Mısır ve Irak'ta İngilizlere karşı direniş örgütleme çalışmaları kısmen belgelenmiştir. Buna karşılık 1915 Ermeni Tehciri'nde Teşkilât-ı Mahsusa'nın oynadığı rol, sıklıkla dile getirildiği halde, ayrıntılarıyla ortaya konabilmiş değildir. Teşkilât-ı Mahsusa hakkında tek köklü araştırmanın yazarı olan Philipp Stoddard'a göre, Teşkilât-ı Mahsusa Ermeni tehcirinde hiçbir rol oynamamıştır. Guenter Lewy Stoddard'la 2001 senesinde görüştüğünü ve Stoddard'ın hâlâ aynı görüşü savunduğunu bildiriyor.
I. Dünya Savaşı'ndan sonra Anadolu'da oluşturulan Kuva-yi Milliye ve Müdafaa-i Hukuk gruplarının önde gelen liderlerinin hemen hepsi Teşkilât-ı Mahsusa üyesi olduğu bilinen kişilerdir. Buna rağmen Teşkilât-ı Mahsusa ile Milli Mücadele arasındaki örgütsel ilişki yeterince incelenmemiştir.Teşkilatın kurucusu Enver Paşa'dır. Başında ise Hüsamettin (Ertürk) Bey bulunmaktaydı.
Teşkilât-ı Mahsusa'ya ilişkin tek akademik çalışma, Dr. Philip Stoddard'ın 1963 tarihli doktora tezidir.[2] Teşkilat ileri gelenlerinden Eşref Kuşçubaşı ve Hüsamettin Ertürk'ün anıları yayımlanmıştır. Rauf Orbay'ın anılarında da İran-Afganistan operasyonları hakkında bilgi bulunur. Galip Vardar'ın İttihat ve Terakki İçinde Dönenler (1960) kitabı, yanlı olmakla birlikte değerli bir bilgi kaynağıdır. Hamza Erkan, Bir Avuç Kahraman (1946) kitabında, Süleyman Askeri'nin Irak macerasına ilişkin geniş bilgi verir. Mustafa Balcıoğlu'nun da Teşkilât-ı Mahsusa ile ilgili kitapları vardır.
Teşkilât-ı Mahsusa arşivi elde değildir; 1918'de İttihat ve Terakki liderlerinin yurt dışına gitmeden önce imha edildiği ileri sürülür. Mütareke döneminde İstanbul'da yapılan Divan-ı Harb-i Örfi mahkemelerinde teşkilata ilişkin birçok iddia dile getirilmiş ve tanıklar dinlenmiştir. Divan-ı Harp tutanaklarının bir kısmı Taner Akçam tarafından yayımlanmıştır. Taner Akçam'ın yaptığı araştırmaya göre Teşkilât-ı Mahsusa'nın koruması altında olan bir aile Manisa'ya yerleştirilmiştir. Ailenin kimliği gizli tutulmakta ve CIA kayıtlarına göre Manisa Yuntdağ civarında bulunmaktadır.
Amaç ve örgütlenme
Örgütün ilk başkanı olan Hüsamettin (Ertürk) Bey Teşkilât-ı Mahsusa'nın kuruluş amacını şöyle tanımlar:
“Bu teşkilatın gayesi, bir taraftan bütün İslamları bir bayrak altında toplamak, bu suretle Panislamizme vasıl olmaktır. Diğer taraftan da Türk ırkını siyasi bir birlik içinde bulundurmak, bu bakımdan da Pantürkizmi hakikat sahasına sokmaktır. Enver Paşa'nın bir yandan Emiri Efendi'nin İttihat ve Terakki programındaki panislamizminden, diğer taraftan da Ziya Gökalp'in pantürkizminden ilham aldığı muhakkaktır."
Teşkilât-ı Mahsusa'nın kurucusu olan bu kişinin kimliğinin gizlenmesi kafalarda hep soru işareti olarak kalmıştır. Birinci Dünya Savaşı'nda İngilizlerin Basra'yı ele geçirmesi üzerine, Teşkilât-ı Mahsusa liderlerinden Süleyman Askeri, Kürt ve Arap aşiretlerinden derlenmiş bir çeteyle İngilizlere karşı vur-kaç saldırıları düzenlemiş, Abadan'daki petrol tesislerini yakmıştır. Buna tepki olarak harekete geçen İngilizler, 12-14 Nisan 1915'te Türk ordusunu Şuaybe'de ağır bir yenilgiye uğrattılar. Süleyman Askeri, yenilgi üzerine 14 Nisan tarihinde tabancasıyla intihar etmiştir.
29 Nisan 1916'da Halil Paşa komutasındaki Osmanlı 6. Ordusu'nun İngiliz birliklerini Kut'ül Ammare'de yenilgiye uğratıp esir almalarından sonra, Nuri Paşa ve Rauf Bey yönetiminde bir Teşkilât-ı Mahsusa birliği savaşta tarafsız olan İran ve Afganistan'a girerek burada yerli kuvvetlerden oluşturacağı birliklerle İngilizleri arkadan vurmayı denedi. Mareşal Liman von Sanders'e göre bu macera, Irak'taki Türk yenilgisinin nedenlerinden biri oldu.
Ermeni tehcirinde Teşkilât-ı Mahsusa
Ermeni soykırımı iddialarını savunan tarihçilere göre, bu gizli teşkilat iddia edilen soykırımı gerçekleştirmekte kullanılmıştır. İddialara göre, Talât Paşa hükümetinden sonra yeni hükümeti kuran Ahmet İzzet Paşa teşkilatın tüm belgelerini yok etme emri vermiştir. Teşkilât-ı Mahsusa'nın iddia edilen soykırımı gerçekleştirmiş olan örgüt olduğu iddiası, Andonyan belgeleri ve 1919/1920 İstanbul savaş mahkemeleri yanında, soykırım tezini ispatta kullanılan başlıca iddialardan biri. Guenter Lewy'nin verdiği bilgilere göre, Teşkilât-ı Mahsusa hakkındaki iddiaların belgelerde doğrudan dayanağı bulunmuyor, ancak bu iddialar, bu belgeleri okuduğunu belirtenlerin kuşkulu varsayımlarına dayanmaktadır. Lewy, soykırım tezinin savunucularından olan Vahakn Dadrian'ın, orijinal kaynakların olanak vermeyeceği varsayımlarda bulunduğunu bildiriyor.
Stoddard'a göre, Teşkilât-ı Mahsusa, Ermenilerin sınır dışı edilmesinde herhangi bir rol oynamamıştır.
Teşkilât-ı Mahsusa'nın kadrosu
14 Kasım - 23 Kasım 2005 tarihleri arasında Yeni Şafak gazetesinde Abdullah Muradoğlu tarafından Teşkilât-ı Mahsusa hakkında 10 bölümlük bir yazı dizisi yayınlanmıştır. Bu yazı dizisine göre Teşkilât-ı Mahsusa'da görev yapmış ünlü kişilerden bazıları şunlardır: Enver Paşa, Binbaşı Süleyman Askeri, Eşref Sencer Kuşçubaşı, Zenci Musa, Yakub Cemil, Dr. Bahattin Şakir, Mithat Şükrü Bleda, Ohrili Eyüb Sabri, Fuat Balkan, Teğmen Hilmi Musallimi, İsmail Canbulat, Piyade Subayı Rasuhi Bey, Filibeli Hilmi Bey, Şerif Burgiba, Arabistan'da İbn ür-Reşit, Nuri Killigil ve Halil Kut Paşalar, Ali Fethi Okyar, Hacı Selim Sami, "Kel Ali" lakaplı Ali Çetinkaya, ilk tayyareci şehitlerden Sadık Bey, Çerkes Reşit Bey, Ahmet Fuat Bulca, Nuri Conker, Rauf Orbay.
Yaygın örgütlenen, hatta I. Dünya Savaşı sırasında askeri birlikler oluşturulan Teşkilât-ı Mahsusa'nın, en geniş örgütlendiği zamanda çeşitli İslam ülkelerindekilerle birlikte 30 bin üyeye ulaştığı öne sürülür.
© Tüm hakları saklıdır.