12 Haziran 2013 02:00
Prof. Dr. Meyda Yeğenoğlu
İstanbul Bilgi Universitesi
[email protected]
Türkiye’nin kamusal alanında birdenbire patlayıveren Gezi Parkı protestoları hakkında çok şey yazıldı, çizildi. Çok kısa süre içinde birçok şehri sarmalayan bu gösteriler, dile gelen şeyin basitçe şehrin yeşil bir alanını korumak değil, başbakanın ülkeyi yönetme biçiminden doğan memnuniyetsizlik olduğunu gösterdi.
Protestolar sırasında bir dizi kültürel ifade biçimi orta çıktı. Bariz olanı tekrarlamakla işe koyulalım: Bu bir halk protestosudur ve 1980 ihtilalinden beri Türkiye’de halkın ortaya koyduğu en önemli haykırıştır. Hareketin arkasında hiçbir siyasi partinin, derneğin veya organın olmayışı ve katılımcıların çoğunlukla gençlerden oluşması onun tanımlayıcı özelliği oldu. Ancak protestolar yerini sağlamlaştırdıkça, çok çeşitli siyasi görüşten ve kimliklerden insanların katılımıyla geniş bir destekçi grubuyla devam eder hale geldi. Peki protestocuları ne bir araya getirdi?
Batı medyasında, özellikle protestonun ilk günlerinde Gezi Parkı gösterileri ile “Arap Baharı” olarak adlandırılan direnişler arasında paralellik kuruldu. Böylesi bir yanlış adlandırma, Batı’nın, dünyanın geri kalanına “medeniyet götürme misyonu,” ve “Batılı olmayan barbar, ilkel ve tiranlıkla yönetilen Müslüman dünyaya nihayet Batı demokrasisinin gelmekte” olduğuna ilişkin sömürgeci fantezisini ve meşrulaşmış cahilliğini (sanctioned ignorance) yeniden üretmekten başka bir işe yaramıyor. Oysa “Tahrir” ve “Taksim” gösterileri arasındaki benzeşme, her ikisinin de bir meydanda yapılmasından öteye gitmiyor. Batı medyasında, protestoların Türkiye’de gittikçe artan İslamlaşmaya karşı direnişin yükselmekte olduğu ve özellikle de İslamlaşma ile neo-liberal siyasaların eklemlenmesinin protesto edilmekte olduğu yolunda analizlere de rastladım (Slavoj Zizek). Bütün bu açıklamalar, yaşanan protestoları ateşleyen fişeğin ne olduğunu anlamaktan hayli uzaklar.
Her şeyden önce Gezi Parkı protestolarıyla ne bir rejim değişimi talebi dile gelmekte, ne seçilmiş hükümetin meşruluğu protesto edilmekte, ne de ülkenin ve kamusal alanın İslamlaştırılmasına tepki duyulmakta. Peki öyleyse nedir bu protesto edilen şey?
Birçok kişinin de yazdığı ve söylediği gibi, protestocular başbakanın halkını otoriter bir biçimde yönetme biçimine, karar alma tarzına ve bu kararları uygulama biçimine karşı çıkıyorlar. Başbakanlığı sırasında Erdoğan, hükümran bir tarzı gittikçe tek yönetim seçeneği haline getirmekle kalmadı, aynı zamanda kürtajdan sanata ve alkol kullanımına kadar birçok alanda inandığı görüşlerin dayattığı yaşam biçimine ilişkin kuralları tek doğru olarak empoze eden ahlaki açıklamalarıyla liderliği konusunda çok ciddi kaygılara yol açmaya başladı.
Protestolardaki sloganlara ve açıklamalara yakından bakılırsa bunların hemen hepsinin protesto edenlerin hayat biçimlerini ilgilendiren konularda, onların değerlerini hiçe sayarak hükümetin isteklerinin otoriter, üstünlük taslayıcı ve hükmedici bir tavırla icra edilmesine yönelik olduğu görülecektir.
Ancak Erdoğan’ın kendilerini “çapulcu” olarak adlandırmasının karşısında protestocular bu terime bambaşka anlamlar vermek suretiyle sadece “çapulcu”nun anlamını sahiplenmekle kalmadılar, aynı zamanda başbakanın kendilerini yok sayma tavrını da yerinden oynattılar. Aslında tüm protesto sürecine damgasını ironi, taşlama, hiciv, parodi ve groteskleştirme vurdu denilebilir. Çok güçlü bir espiri anlayışı ve zeka ile hazırlanan pankartları ve sloganları, Mikhail Bakthin’in kast ettiği anlamda bir karnavala dönüştürdüler. Bakhtin’in karnaval nosyonunu izleyecek olursak, bu süreçte gerçekleşen şeyin, sadece bir dünyanın alt-üst olması değil, şeylerin ve durumların başka anlamlarla işaretlenmesi olduğunu söyleyebiliriz.
Bu karnavalvari süreçte, yaratıcı bir teatral ifade üslubuyla, kendilerine ses bulamayan dışlanmış grupların yaşam deneyimleri, sesleri ve enerjileri neşeli ve şenlikli bir biçimde tersine çevrildi ve dönüştürüldü. Bu yeni durumda, tanışık olunan dünyanın hiyerarşileri tersine çevrildi. Bu anlamda Gezi Parkı protestoları karnaval ortamı içinde dünyanın bambaşka bir anlamını ortaya koyar hale geldi: Bu başkalaştırılan dünya içinde birbiriyle uyumlu olmayan gruplar arasında hiçbir kısıtlama yokmuşçasına ve bir diyalog mümkünmüşçesine özgür bir iletişim hali kurgulandı. Gündelik yaşamın hiyerarşileri alt-üst edildi; sağduyu sahibi bir budalaya, hükümran bir nevi serseriye dönüştü. Karşıtlıklar birbirine karıştı, toplumsal davranış kalıpları geçersiz kılındı ve inançlar öte dünyalılığından çıkartılıp bu dünyalılaştırdı (“rabbime sordum, diren dedi”). Otorite sahibi olanların sesinin, komikleştirilmesi sayesinde içi boşaltıldı ve böylece bastırılmış alternatif seslerin yepyeni bir meşruiyet ve otorite kazanması mümkün oldu (“Tayyip bi sus artık”). Bakthin, karnaval durumunu otoriteye bir direnç alanı olarak görür ve bu sayede siyasi bir dönüşümün sağlanabilmesinin mümkün olduğunu söyler. Gezi Parkı protestoları sayesinde Erdoğan’ın otoritesinin şenlikli bir biçimde yerinden oynatıldığını söylemek mümkündür. Çapulcu ve elit arasındaki karşıtlığın yerinden oynatılması ile birlikte, diskalifiye edilmiş ve aşağılanmış, temsil hakkı elinden alınmış gruplar espirili bir biçimde birbirinden çok farklı düşünce, inanış ve düşünceleri kaynaştıran bir cümbüş içinde güçlü kılındı ve bu da devletin temsil ettiği otoriteyi yerinden oynatan bir söylem oluşturdu.
Başbakanın otoriter ve hükmedici tavrının karşısında, protestocular kamusal alanda tamamen yepyeni bir talep dillendirdiler. Bu tür bir talep 1980 askeri darbesinden beri böylesine güçlü bir şekilde dile gelmemişti. Bu talep demokratik hassasiyetlerin genişletilmesi talebidir. Bu protestolar aracılığıyla Taksim’deki gruplar dile getirdikleri çoğulluklarının tanınmasını talep ettiler. İlerleyen günlerde protestocular parkta inanılmaz bir ortam ve birbirlerinden hayli farklı gruplar arasındaki ilişkileri ne yönde kuracakları konusunda yepyeni bir sosyal duyarlılık yarattılar. Birbirinden farklı siyasi görüş ve pozisyon, slogan, yaşam biçimi ve kimlikler benzeri görülmemiş bir dayanışma içine girdi ve Türkiye kamusal alanının bugüne kadar tanış olmadığı bir biçimde birbirleriyle aynı alanda yer aldılar. Örneğin, mevlut gününde dağıtılan kandil simidinin yanı sıra, seküler olan ve özellikle dinsel bir teamülü olmayan grupların mevlut gününde içki içilmemesi yönünde duyurular yapmak gereğini hissetmesine karşılık, kendini anti-kapitalist olarak tanımlayan bir grup, Park’ta Cuma namazı kılmakla kalmadı, kendilerini sarhoşlarla bir arada olmakla eleştirenlere “sarhoşlarla bir arada olmaktan değil, kalleşlere birlikte olmaktan kaçınmak istedikleri” yönünde açıklamalar yaptı. Türkiye kamuoyunun alışık olmadığı bu bir araya geliş, Türkiye gençliğinin duyarlılığının başkalaştığını, onları tek tipleştirmeye ve homojenleştirmeye çalışan her türlü patriarkal ve ahlakçı otoriter girişime karşı çıktıklarını söylemektedir bize.
Türkiye belirli aralıklarla askeri darbelerle kesintiye uğramış olsa da 90 yıldır parlamenter demokrasiyi deneyimlemekte. Cumhuriyetin ve parlamenter demokrasinin tesisi halkın iradesi sonucunda değil, yukarıdan aşağıya, devletin otoriter düzenlemeleri sayesinde gerçekleşti. Halk ile bir diyaloga yer vermeyen bu tepeden inmeci tavır, sadece devletin yukarıdan yönetimini değil, aynı zamanda kimliklerin ve yaşam biçimlerinin tek tipleştirilmesini de hedefleyen bir süreç olmuştur.
AKP’nin Osmanlı tarihine olan nostaljisi bugün artık bilinen bir gerçek. Osmanlı geçmişine olan bu özlem, kendisini Osmanlı kültürel biçimlerinin veya örf ve adetlerinin çeşitli törenlerde ve Osmanlı mimarisinin kitsch biçimlerde taklitlerinin üretilmesinde göstermekte. AKP’nin bu Osmanlı nostaljisi birçokları tarafından tespit edilmekle birlikte, başka göze çarpan bir özellik tamamen tespit edilmeden kalmıştır. Daha yakından izlediğimizde, Erdoğan’ın kendini algılayışında ve kurgulayışında başka önemli bir boyut daha dikkatimizi çekmekte: bu da Erdoğan’ın Kemalist projenin halkın yaşam biçimlerini, tavırlarını ve adetlerini otoriter ve yukarıdan bir biçimde denetleme, düzenleme ve mikro düzeyde yönetme biçimini gizliden gizliye de olsa taklit etme arzusudur. Türk siyasi kültüründe Mustafa Kemal’in otoriter bir baba figür rolünü temsil ettiği tartışma götürmez. İsmi bile Türk’ün atası olan bir baba figürüdür Atatürk. Ancak Erdoğan’ın Türk siyasi tarihinin en güçlü, belki de en karizmatik figürünü taklit etme arzusu oldukça gecikmiş ve miyadı dolmuş bir arzudur, çünkü protestoların en temel grubunu teşkil eden bu dijital genç nesil, Kemalist projenin tek tipleştirmesine ve homojenleştirmesine sorgusuz sualsiz bir biçimde icabet etmiş olan büyük anne ve babalarından farklılık göstermektedir. Dahası bu genç neslin gerçeklik algısı siberdünya ile şekillenmiş ve onunla bağlantılıdır. Öznelikleri, tolerans, özgürlük ve otonomi anlayışları da siber dünyanın imkan verdiği anındalık ve şimdilik ile şekillenmiş durumdadır. Bu değerlere ve kodlara hassasiyetleri, onların iktidara ve erke olan kayıtsızlıklarını da beraberinde getirmekte. Özgürlük, serbestlik, eşitlik, tolerans gibi değerlere ve kodlara hassasiyetleri ve bu değerlere karşılık buldukları yanıtlar spontane bir liberalizm ile şekillenmiş haldedir.
Başka yerlerde de dile getirdiğim gibi, son 20 yıldır Türkiye kamuoyuna damgasını vuran laikçilerle İslamcılar arasında kurulan karşıtlık aslında son derece yapay bir karşıtlık, çünkü çağdaş İslami dinsellik biçimleriyle laikçiliğin aldığı yeni vehçeler birbirlerinin aynadaki imajları gibidir. Laikçilerin söylemlerini daha yakından incelediğimizde, bunların dinsel bir söylemle işaretlendiğini görebiliriz. Laikçiler yetersiz bir sekülerleşmeden muzdaripler, çünkü hali hazırdaki laiklik formlarını kutsallaştırmaktalar. Başka deyişle, laikçilerin söylemi bizzat savaştıkları dinsel söylemle aşılanmış vaziyettedir. Diğer yandan, dini söylem de hegemonik laikçi söylemin otoriter özelliklerini miras almıştır. İslamcılığa sızmış laikçiliğin izlerini onun otoriterlikle dans edişinde bulabiliriz. İslamcı politika, kültürün ve yaşam biçimlerinin otoriter bir biçimde düzenlenmesi mirasını ise kendisine yaşam alanı tanımayan elitist laikçi sistemden almıştır.
Gezi Parkı’nda dile gelen protestolar bu siyasi karşıtlığa kafa tutmakta, karşı gelmektedir, çünkü burada dile gelen siyaset, din ve laiklik arasındaki karşıtlığın ötesinde bir siyasettir. Laik hükümran devlet söylemi ile onun muadili olan ve hükümran devlet söylemini taklit eden İslamcı siyaset arasındaki karşıtlığa kayıtsız kalarak onu yerinden oynatan bu yeni siyaset belki de Türkiye’de başka bir demokratik siyasi ve kültürel alanın doğuşuna öncülük etmekte. Bu durumu Talal Assad’ın “bir ethos olarak demokratik duyarlılık” ile “devletin siyasi sistemi olarak demokrasi” arasında yaptığı ayrımla anlaşılır kılabiliriz. Assad’a göre, demokratik hassasiyet birbirini koruma, kollama, üzüntü, sıkıntı, acı ve onurun zedelenmesi karşısında birbirine destek olmakla ve sadece doğru bilinenin söylenmesini değil, yargılamadan birbirinin davranışlarını değerlendirme halini anlatır. Oysa, devletin demokrasisi kendi hükümranlığına son derece kıskanç bir biçimde sahip çıkan, vatandaşların bireysel haklarını koruyan ve bunları milliyetçi bir içerikle dolduran bir yaklaşımdır. Birincisi çok daha fazla grubu ve kişiyi içerlemeye çalışırken, ikincisi çok daha dışlayıcıdır. Assad’a göre sorun bu ikisinin birbiriyle yan yana olamaması değil, devlet demokrasisinin, demokratik hassasiyetin zeminini kaydırıp kaydırmayacağıdır.
Assad’ın bir ethos olarak demokratik hassasiyet ve devletin bir sistemi olarak demokrasi arasında yaptığı ayrım, Gezi Parkı protestolarında ortaya çıkan ve somutlaşan siyasi ve kültürel ruhu anlamakta oldukça yararlıdır. Buralarda yeşeren şey, insanların kendilerinkinden farklı olan yaşam tarzlarına, inançlara, siyasi pozisyonlara ve kimliklere demokratik bir hassasiyet geliştirmeleri olmuştur. Birbirlerini kollamaya, birbirlerinin acılarına, haklarına, söylemek istediklerine yargısız bir biçimde açık olma konusunda bir kültür ve ortam yaratmaya çalışmaları, onların İslamcılık ve laiklik arasında kurulan karşıtlıkçı ve dışlayıcı politikaları yeniden üretmek yerine, içerleyici bir karşı siyaset geliştirmekte olduklarını gösteriyor. Demokrasiye, devletin bir siyasi sistemi olarak paye vermektense, karnaval ortamı içinde devlet siyasaları tarafından kurulmuş karşıtlıkları yerinden oynatan bir siyaset geliştirdiler. Önümüzdeki günlerde Gezi Parkı protestolarında gelişip yeşeren bu demokratik hassasiyetin devletin siyasetine sızıp onu dönüştürme potansiyeline mi sahip olacağını, yoksa devletin tepeden inme demokrasisinin bu hassasiyeti kendi hükümran politikaları içinde mi yutacağını hep birlikte izleyip göreceğiz.
© Tüm hakları saklıdır.