Gündem

Yazarlardan 'Eyleme gidersen bebeğini düşürürsün!' eleştirisi

Yazar Engin Ardıç, Emre Aköz ve Oray Yeğin polislerin dayakları yüzünden bebeğini kaybeden üniversite öğrencisini eleştirdi.

08 Aralık 2010 02:00

T24- Sabah gazetesi yazarı Engin Ardıç, polis tekmesiyle bebeğini düşüren üniversite öğrencisinin 19 yaşında hamile kalmasını sorguladı. "On dokuz yaşında, üniversite öğrencisi ve hamile..Tamam, 'geleneksel örf ve adetlerimize' olmasa bile 'Avrupa Birliği standartlarına' uygun..." diyen Ardıç öğrencilerin protestosu için "Ahmaklık gösterisi" ifadesini kullandı. Sabah yazarlarından Emre Aköz de "Çocuğumu kaybettim"  açıklamasını "duygu sömürüsü" olduğunu öne sürerek hamile öğrencinin eyleme katılmasını eleştirdi.

Bebeğini kaybeden E.Ö.'yü "hamile olduğu halde" eyleme katıldığı için eleştiren Sabah yazarları Engin Ardıç ve Emre Aköz ile Akşam gazetesi yazarı Oray Eğin'in yazıları (8 Aralık 2010) şöyle:



Ardıç: Orantısız saçmalık




Polis öğrencilere girişmiş, dayak yiyenler olmuş, "CHP medyası" kıyameti koparıyor.

Kendince koparmaya çalışıyor, satmayan gazetelerin okunmayan yazarlarının "cirmi kadar yer yakan" yazıları ne kadar koparabilirse...

Elbette böyle olacaktır. İktidar yanlısı yayın organları olayı önemsememeye, muhalefet de elinden geldiği kadar büyütmeye çalışacaktır. Bu doğaldır. Fakat kimsenin aklına "bu öğrenciler neyin peşindeler" sorusu gelmeyecektir.

Neyi protesto etmek istemişlerdir? Başbakanın üniversite rektörleriyle yapacağı bir toplantıyı!

Eee? Bunda protesto edilecek ne vardır? Bakanlar Kurulu toplandığı zaman da protesto mu edilecek? Ya Milli Güvenlik Kurulu toplandığı zaman? (Meclise sakın bulaşmasınlar, "TBMM'nin toplanmasını engellemeye çalışmak" eskiden idamlık suçtu, şimdi ağırlaştırılmış müebbet yerler.)

Başbakan rektörlerle toplanacak da ne yapacak, vatanı mı satacak?

Hayır, onlar da katılmak istiyorlarmış!

İyi, ben de gidip başbakanlığın önünde olay çıkarayım, hükümet bizden gizli işler mi çeviriyor, fısır fısır ne konuşuyorlar bakalım, ben de izlemek istiyorum, vatandaş değil miyim? Üstelik gazeteciyim...


Var mı hemşerim böyle saçmalık?


Polisin biber gazı sıkması, adam dövmesi yani son zamanların pek moda deyimiyle "orantısız güç kullanımı" ne kadar yanlışsa, senin yaptığın taşkınlık da bir o kadar abestir.

Ahmaklık gösterisi de demokratik bir haktır, kabul. Ama bunu eleştirmek de bizim hakkımız, kusura bakma.

Göstericiler arasında bulunan on dokuz yaşında bir hanım, yediği dayakla bebeğini düşürmüş.

On dokuz yaşında, üniversite öğrencisi ve hamile...

Tamam, "geleneksel örf ve adetlerimize" olmasa bile "Avrupa Birliği standartlarına" uygun...

Ama "hanım hanım, ne işin vardı o halinle orada" diye sormak kötü kişi olmaya yol açıyor... "Senin birinci sorumluluğun bebeğine karşı mıdır yoksa Kemal Kılıçdaroğlu'na karşı mı?" diye sorsak tepki görürüz.

Egemen Bağış ayağına kadar gelecek, sana Avrupa Birliği'ni anlatacak, sen ona yumurta atacaksın. Ben gazeteci olarak bile her istediğim zaman ha deyince Egemen Bağış'a ulaşamıyorum soru sormak için, senin ayağına gelmiş sorularını yanıtlamaya, sen onu susturmaya çalışıyorsun.

Senin yaptığın "demokratik", bizim buna kızmamız çok ayıp...

Ninen yerinde Adalet Ağaoğlu anayasa değişikliğini niçin desteklediğini anlatmaya çalışacak, ona da yumurta fırlatacaksın. "Hayır" demek demokratik, "evet" diyeni susturmak daha bir demokratik.

Taş da atarsın da, cezası ağır, yumurta atarsan "zararsız bir üründür" deyip sıyırman daha kolay. Nasıl olsa senden kuru temizleyici parasını isteyecek kadar da küçülmezler.

Bak yavrum, sana bir anımı anlatayım da lafı tatlıya bağlayalım:

Yıl 1991... Özal'la birlikte Avustralya'dayız... Ben de SABAH gazetesinde köşe yazarıyım (nereden çıktın diye soran gençlere bilgi)... Özal bir yerlerde bir konuşma yapacak, ne diyeceğini bildiğimiz için sıkıldık, çıktık dışarıya, sigara içiyoruz...

Karşı kaldırımda da göstericiler... Hiç unutmuyorum, yanyana üç ayrı küme: Ellerinde Kürt bayrağıyla PKK militanları, Ermeni bayrağıyla ASALA üyeleri, Kıbrıs bayrağıyla Rumlar...



"Sarı şeridin" arkasında bağırdılar çağırdılar, olay molay çıkmadı, Özal konuşmasını bitirdi, otelimize gidiyoruz...


Olay çıkmaması, yani bize "ekmek" çıkmaması kötü olmuştu!... Bizim gazetenin acar muhabirlerinden biri (hep acar olur ya bunlar) gitti bir Ermeni'nin burnunun dibine yaklaştı, küfür etti. Herif de buna bir tane ekleştirdi.


Ertesi gün, o zamanki SABAH yönetiminin manşeti: "Muhabirimize çirkin saldırı!"

Bana Türk basınını, hele muhalif basını öğretmeye kalkmayın, "yakinen" tanırım.




Aköz: Hamileysen gösteride işin ne?




Emniyet teşkilatı eskiye kıyasla fevkalade aşama kaydetti.

Ancak kurumun genelindeki bu modernleşme, bazı bölümlere yeteri kadar yansımadı.

Mesela Çevik Kuvvet... Polislerin kılık kıyafeti, aracı gereci tamam... Peki ya bilinçleri?

Rektörlerle toplantı yapan Başbakan Erdoğan'ı protesto eden öğrencilere öyle bir giriştiler ki... Sanırsın düşman işgaline karşı direniş başladı.
Ben öğrencilerin sütten çıkmış ak kaşık olduğunu söylemiyorum:

"Gençlik" diye ayrı bir "tarafsız sınıf", özel bir "masum zümre" yok çünkü... Toplumun geneli nasılsa, gençliği de öyle: Sağcı, solcu, Kemalist, İslamcı, milliyetçi, demokrat, liberal, lay-lay-lom...


***

Hüseyin Çelik, "Aralarında illegal örgüt militanları var" diyor. Çelik ne bekliyordu ki? Tabii ki var!

Ve onlar kavgaya çok isteklidir.

Hatta bunun taktiği de vardır:

Sıkı militanlar, basit bir protestoyu, kısa sürede kavgaya çevirmekte ustadır.

Gösteri, sloganlar eşliğinde yürüme şeklinde devam ederken... Bir militan, polise (mesela) molotof kokteyli atar. Ve ortalık karışır.

Toz duman dağıldığında, o militanı göremezsiniz. Çünkü onun görevi, kavgayı kışkırtıp, kitleyi polisle karşı karşıya bırakmaktır.

Kendisi kaçar, "örgütlediği" arkadaşı kodesle tanışır ve düzene karşı nefret duymaya başlar.

***

Peki, yetişkinler çok mu farklı?

DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi'nin geçen yıllardaki "Taksim'e çıkacağız" inadını hatırlayın.

İşçi ve öğrenciler saat 11.00'e kadar polisle çatıştı. Yeteri kadar "kırmızı su" sıkıldıktan, cop sallandıktan, gaz atıldıktan... Yani TV kameraları her şeyi görüntüledikten sonra Çelebi "Vazgeçtik" deyiverdi.

Özetle: Çoğu kez amaç, bir hakkın savunulması değildir bu gösterilerde.

Kavganın kendisi propagandadır!

364 gün köşe yazılarında İstanbul burjuvazisini yağlayıp ballayanlar, 2 Mayıs'ta solcu kesilip polis şiddetini yazmıyor mu?


***

İşte buna izin vermemek gerekir.

"Eğer gerekliyse", bu tip taşkınlıklar, çok daha az güç kullanarak, böyle nahoş manzara ve propagandaya yol açmadan da engellenir.
Polisin formül şu olmalı: Ne kadar az cop, gaz ve su kullanıyorsan, o kadar modernsin.

Not: "Hamileydim, çocuğumu kaybettim" şeklindeki duygu sömürüsünü kimse yutmasın. Madem bebeğini önemsiyorsun, ne işin var orada?
Polis fiske dahi vurmasa... Slogan atmak, koşmak, yere düşme riski, yoğun adrenalin salgılamak bebek için yeteri kadar sakıncalı değil mi?
Emniyet teşkilatı eskiye kıyasla fevkalade aşama kaydetti.

Ancak kurumun genelindeki bu modernleşme, bazı bölümlere yeteri kadar yansımadı.

Mesela Çevik Kuvvet... Polislerin kılık kıyafeti, aracı gereci tamam... Peki ya bilinçleri?

Rektörlerle toplantı yapan Başbakan Erdoğan'ı protesto eden öğrencilere öyle bir giriştiler ki... Sanırsın düşman işgaline karşı direniş başladı.
Ben öğrencilerin sütten çıkmış ak kaşık olduğunu söylemiyorum:

"Gençlik" diye ayrı bir "tarafsız sınıf", özel bir "masum zümre" yok çünkü... Toplumun geneli nasılsa, gençliği de öyle: Sağcı, solcu, Kemalist, İslamcı, milliyetçi, demokrat, liberal, lay-lay-lom...

***

Hüseyin Çelik, "Aralarında illegal örgüt militanları var" diyor. Çelik ne bekliyordu ki? Tabii ki var!

Ve onlar kavgaya çok isteklidir.

Hatta bunun taktiği de vardır:

Sıkı militanlar, basit bir protestoyu, kısa sürede kavgaya çevirmekte ustadır.

Gösteri, sloganlar eşliğinde yürüme şeklinde devam ederken... Bir militan, polise (mesela) molotof kokteyli atar. Ve ortalık karışır.

Toz duman dağıldığında, o militanı göremezsiniz. Çünkü onun görevi, kavgayı kışkırtıp, kitleyi polisle karşı karşıya bırakmaktır.

Kendisi kaçar, "örgütlediği" arkadaşı kodesle tanışır ve düzene karşı nefret duymaya başlar.

***

Peki, yetişkinler çok mu farklı?


DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi'nin geçen yıllardaki "Taksim'e çıkacağız" inadını hatırlayın.

İşçi ve öğrenciler saat 11.00'e kadar polisle çatıştı. Yeteri kadar "kırmızı su" sıkıldıktan, cop sallandıktan, gaz atıldıktan... Yani TV kameraları her şeyi görüntüledikten sonra Çelebi "Vazgeçtik" deyiverdi.

Özetle: Çoğu kez amaç, bir hakkın savunulması değildir bu gösterilerde.

Kavganın kendisi propagandadır!

364 gün köşe yazılarında İstanbul burjuvazisini yağlayıp ballayanlar, 2 Mayıs'ta solcu kesilip polis şiddetini yazmıyor mu?


***

İşte buna izin vermemek gerekir.


"Eğer gerekliyse", bu tip taşkınlıklar, çok daha az güç kullanarak, böyle nahoş manzara ve propagandaya yol açmadan da engellenir.

Polisin formül şu olmalı: Ne kadar az cop, gaz ve su kullanıyorsan, o kadar modernsin.

Not: "Hamileydim, çocuğumu kaybettim" şeklindeki duygu sömürüsünü kimse yutmasın. Madem bebeğini önemsiyorsun, ne işin var orada?

Polis fiske dahi vurmasa... Slogan atmak, koşmak, yere düşme riski, yoğun adrenalin salgılamak bebek için yeteri kadar sakıncalı değil mi?




Eğin: Bu kızın eylemde ne işi var?




Hamile genç kıza uyarılara rağmen ısrarla vuran, çocuğunun düşmesine neden olan polis bir bebek katilidir. 'Bebek katili' bu ülkenin hafızasında bir teröristle özdeşleşmiş bir tabirdir. Ve bugün aynısını bir polis için kullanmak zorunda kalıyorum. Aklıma daha hafifi gelmiyor çünkü.

Bu genç kızın düşen bebeğinin hesabının sonuna kadar sorulmasını istiyorum. Gerekirse Emniyet Müdürü'nün kellesi alınarak. Gerekirse İçişleri Bakanlığı'nın kapısına dayanılarak. Nasıl olursa artık...

Polis sadece bebeğini düşüren genç kızın değil, gözaltından yüzü yara içinde, burnu kırılmış bir şekilde çıkan genç erkeğin de hesabını vermelidir.

Ancak bu haklı tepkimizi dile getirirken hiç kimsenin şu anda duymak istemediği bir o soruyu da sormak zorundayız:
 

Hamile genç kızın orada ne işi vardı?


Ben bu ülkede derbi maçlar olduğunda ya da Milli Takım galip geldiğinde bile sokağa çıkmamayı tercih ediyorum. Asker uğurlamaları esnasında canımdan endişe ediyorum. Beyoğlu'nda tek başımaysam ıssız ara sokaklardan geçmemeye çalışıyorum.
Başka türlü bir terörün hüküm sürdüğü bir suç şehrinde yaşadığımı biliyorum. Hiçbir otoriteye de canımı emanet edecek kadar güvenmiyorum.
Herhalde herkes herhangi bir konuda eylem yapacaksa bu ülkede çiçeklerle karşılanmayacağını bilir. Buranın bir İskandinav ülkesi olmadığını, medeniyetten uzak tepkilerle karşılanacağını hesap etmemiz için çok fazla şey bilmemiz de gerekmez zaten. Yaşadıklarımız, gördüklerimiz yeter: 1 Mayıslar'da polisin nasıl davrandığını, Vali'den Emniyet Müdürü'ne otoritenin nasıl tavır aldığı ortada.


Bir günde de Türkiye'ye demokrasi gelmediğine göre...


Canlarından korkup sokaklara çıkmasınlar, isyan etmesinler, seslerini yükseltmesinler demiyorum tabii ki. Keşke onların izinden yüz binler yürüse, keşke o Dolmabahçe bir dahaki toplantıda bir öğrenci seline dönüşse bu da isyana dönüşse...
Ama eğer az kişiyseniz ve engellemelere rağmen eyleme gidiyorsanız herhalde başınıza bir şeyler gelmesini göze alacaksınız demektir. Gözaltına alınmayı, dayak yemeyi, coplanmayı. Bu polis yıllardır böyle davranıyor.

Bunu bilmeyen var mı aramızda?

Peki o zaman hamile bir genç kız göz göre göre kendisini bu savaş alanına neden atar? Şiddetle sonuçlanacağı belli bir eylemde neden kendi hayatını, bebeğinin hayatını bu kadar kolay riske edebilir?

'Sen yanmasan, ben yanmasam' diye açıklanamaz bu tercih. 

O kızın eylemde ne işi vardı?

İşte bu sorunun yanıtını bulamıyorum. Hadi 19 yaşın isyanıyla ailesini dinlemedi; ben olsam ben de dinlemezdim. Ama etrafında hiç mi aklı başında bir arkadaşı yok? Uyarsın, engellesin, 'Saçmalama' desin... Eylemciler arasında bir kişi bile çıkıp 'Ya hamile hamile buraya gelmek biraz aptalca' diyemedi mi?
Kaderin böyle işlemiş olması, belki gündelik bir heyecanın, isyan arzusunun böylesi bir sona varması elbette polisin şiddetini meşru kılmıyor. Acıyı hafifletmiyor. Öfkemi dindirmiyor.
Ama şuursuzluğa karşı sessiz kalamıyorum.



Çapkın'ın siciline bir çarpı daha


Hepİmİzİn, medya dahil, başına ne gelirse hafızasızlık hastalığından geliyor. Büyük övgüyle İstanbul'a atanan ancak atandığı günden beri bir parıltısını göremediğimiz İstanbul Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın'ın geçmişini de unutmaya hazırdık... Neyse ki dün Milliyet'te Can Dündar hatırlatmış...


- 'Manisa'da çoğu lise öğrencisiyken vahşice işkence gören 16 genç yedi buçuk yıl sonra örgüt üyeliği suçlamasından beraat etmişlerdi. Dava dosyasının sürekli Yargıtay'a gidip geldiği o dönemde kapısında 'Bu işyerinde işkence vardır' yazısı asılı Manisa Emniyet Müdürlüğü'nde kim vardı? Hüseyin Çapkın...'
 

- '2007'de İzmir'de kovalanırken başının arkasına saplanan bir polis kurşunuyla ölen 20 yaşındaki Baran Tursun? O zaman da polisler ölümü gizlemek için trafik kazası raporu düzenlemişlerdi. Cinayet faili polis tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılırken, öldürülen gencin isyan eden ailesi 'polise hakaret'ten gözaltına alınmıştı. Kimdi bunlar olurken İzmir Emniyet Müdürü? Hüseyin Çapkın...'


Ne görkemli kariyer değil mi? Şimdi 'suç şehri' Gotham'ı yöneten Hüseyin Çapkın'ın siciline 'polisin hamile kızın bebeğini döverek öldürdüğü dönemin Emniyet Müdürü' maddesi de eklendi. Bence bu tabloyu çerçeveleyip duvarına assın: Eseriyle gurur duysun.