26 Ekim 2014 12:53
AKP’nin kurucuları arasında yer alan ve eski Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış, Türkiye’nin Suriye politikası için, “Suriye meselesinde Türkiye en başında doğru olanı yaptı. Bir diktatör halkına karşı orantısız güç kullanmaya başlayınca, Türkiye de uluslararası camia ile birlikte hareket ederek halkın yanında yer aldı. Daha sonra uluslararası camia Suriyeli muhaliflere sağlanan silahların istenmeyen güçlere gittiğini görünce frene bastı, Türkiye frene basmadığı için ofsaytta kaldı” dedi.
AKP’nin 12 yıllık iktidarında aşınmaya başladığına dikkat çeken Yakış, “2001 yılında partiyi kurarken, partinin programını kaleme alan küçük bir grubun içindeydim. Orada bizi motive eden ideallerin büyük kısmının aşınmış olduğunu görüyorum. Mesela biz programda dini referanslara hiçbir şekilde atıfta bulunmamaya özen gösterdik. Ama görüyoruz ki bugün dini referanslar toplumda kendisini hissettirmeye başladı” ifadelerini kullandı.
Bugün gazetesinden Hüseyin Keleş’in sorularını yanıtlayan Yaşar Yakış, Türkiye’nin dış politikasını değerlendirirken, AKP’yi eleştirdi. Keleş’in “Yaşar Yakış: Türk okulları yurtdışındaki en iyi performansımız” başlığıyla yayımlanan (26 Ekim 2014) söyleşisi şöyle:
Yaşar Yakış, yolsuzluk operasyonlarını ‘darbe’ olarak görmediğini söyledi. Bunun inandırıcı bir yargı süreciyle kanıtlanması gerektiğinin altını çizen Yakış, takipsizlik kararıyla ilgili de şu yorumu yaptı: “Yanlış yapılmışsa, ilahi yargıda bunların hepsinin hesabı bir gün verilir.”
AK Parti’in kurucuları arasında bulunan, eski Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış, iç ve dış politikaya ilişkin BUGÜN’e önemli değerlendirmelerde bulundu.
AK Parti’yi kurarken belirledikleri ideallerde büyük aşınmalar olduğunu ifade eden Yakış, 17 ve 25 Aralık soruşturmalarına verilen takipsizliğe, “İlahi yargıda bunların hepsinin hesabı bir gün verilecektir” yorumunu yaptı.
Siyasi iktidarın kapatılması için girişimlerde bulunduğu Türk okullarından övgüyle söz eden Yaşar Yakış, “Türk okulları, şimdiye kadar Türkiye'nin dünyada gösterdiği en büyük performanstır. Dünyanın çeşitli ülkelerinde görev yapan birisi olarak, 'en çok övündüğünüz kurum nedir' diye sorsalar, ben Türk okulları derim” dedi. 17 Aralık’ı darbe olarak görmediğini vurgulayan Yakış, ‘paralel’ iddialarının da mantıkla izah edilemediğine dikkat çekti.
Türkiye şu anda Ortadoğu'daki kaosun bir parçası konumunda. Bu duruma nasıl gelindi?
Türkiye gibi Ortadoğu'da önemli bir ülkenin bölgedeki gelişmelerin bir parçası haline dönüşmemesi imkansız. Ancak olması gerektiğinden daha fazla müdahil olmasına gerek yoktu. Adına diplomasi denilen ince sanat, işte böyle zamanlarda, nerede durulması gerektiğini kestirebilme sanatıdır.
Mesela Mısır'la başlarsak, Türkiye nerede kalmalıydı?
Pek tabii Türkiye’nin Mısır gibi dost ve kardeş bir ülkedeki olaylara sırtını çevirmesi mümkün değildi. Ama bir ülkenin içinde meydana gelen gelişmeler, her şeye rağmen, o ülkenin kendi insanlarının çözümlemeleri gereken bir sorundur.
Dolayısıyla Mısır'da şu veya bu şekilde bir güç odağı otorite kurmuşsa ve uluslararası camiada da o güç odağı o ülkenin meşru otoritesi olarak görülmeye başlanmışsa, Türkiye'nin 'Ben o güç odağını tanımıyorum' demesi Türkiye'yi uluslararası alanda yalnızlığa iter.
Mısır'ın uluslararası platformdaki stratejik önemi nedir?
Mısır, bölge düzeyinde çok önemli bir ülkedir. 5 bin yıllık tarihi bir geçmişi vardır. Arap aleminin hiç tartışılmaz lideridir. Afrika Birliği'nin en önemli ülkesidir. Bir de çok güçlü diplomasisi vardır. Hamas ile El Fetih arasında bütün barıştırma çabalarında Mısır her zaman ön plana geçmeyi başarmıştır. Biz Türkiye'de Hamas'ı bu kadar korurken, bu kadar kapılarımızı açarken, 2011 yılından itibaren Hamas ile El Fetih arasındaki ilişkilerin düzeltilmesi için yapılan girişimlerde Türkiye ev sahipliği yapamamıştır. Tahrir Meydanı'nda kan gövdeyi götürürken dahi Hamas-El Fetih toplantısı Türkiye’de değil Kahire'de yapılmıştır. Yine Hamas ile El Fetih arasında geçtiğimiz haftalarda imzalanan anlaşma Türkiye'de değil de Mısır’da imzalandı. Çünkü Mısır'ın Arap âlemindeki etkisiyle Türkiye'nin yarışması zordur. ‘Ortadoğu'da Mısır olmadan harp edilemez, Suriye olmadan barış yapılamaz’ diye bir söz vardır.
Mısır’ın, BM Güvenlik Konseyi’ne geçici üyeliğiyle ilgili adaylığa olumsuz etkisi oldu mu?
Adaylık konusunda Mısır’ın onlarca ülkeyi Türkiye’ye oy vermekten caydırdığı öne sürülmektedir. Mısır’ın buna muktedir olduğunu biliyorum. Türkiye bu oylamanın sonuçlarını doğru okumalıdır. Türkiye Ortadoğu'da yapmak istediklerini Mısır’la işbirliği halinde çok daha kolay yapabilir. Mısır’ın işbirliği olmazsa yapmak daha zordur. Mısır karşı koyarsa, Türkiye'nin Ortadoğu'da bir şey yapması imkânsız gibidir.
İlişkilerin donması Türkiye'yi ekonomik olarak nasıl etkiler?
Türkiye'ye ekonomik olarak zarar verir. Çünkü Mısır, Hüsnü Mübarek zamanında İskenderiye'de Burg el-Arab mevkiinde sadece Türk yatırımcılara özel organize sanayi bölgesi kurdu. Dünyanın hiçbir yerinde böyle, belli bir ülkeye tahsisli bir organize sanayi bölgesi olduğunu görmedim. 270'ten fazla işadamımız burada yatırım yapmış durumda. Bu yatırımlar Mısırlılar’a iş imkânı sağladığı için, Mısır makamları bu yatırımları durdurma yoluna gitmeyecektir. Ama yatırımcılarımızın işleri Mısır makamlarının kapısına düştüğü zaman onlar dost bir ülke işadamlarının göreceği müsamahayı görmeyebilirler. Bundan ekonomik olarak zarar görürüz.
Sisi cumhurbaşkanı seçildiği zaman o dönem cumhurbaşkanı olan Abdullah Gül Sisi'yi tebrik etti fakat Tayyip Erdoğan aynı tavrı göstermedi. Hangi hareket doğruydu?
Ben birbirinin yerine geçen iki cumhurbaşkanını mukayese etmeyi arzu etmem. 'Sen olsaydın ne yapardın' derseniz, ben tebrik ederdim. Hatta bir adım daha ileri giderdim. Sayın Cumhurbaşkanımız New York'taki BM toplantısında Sisi'nin masada yer aldığını görünce oturmamaya karar vermiş. Aksine, şöyle bir yaklaşım sergileyebilirdi: Sisi'nin de orada oturmasını vesile kabul edip, masaya oturur, nükteler yapmak suretiyle ortalığı yumuşatabilirdi. Ben böyle yapardım.
Türkiye'nin Ortadoğu'daki sıkıntıları Suriye ile başlamıştı. Türkiye'nin son 3-4 yılki Suriye politikasına bakışınız nasıl?
Suriye meselesinde Türkiye en başında doğru olanı yaptı. Bir diktatör halkına karşı orantısız güç kullanmaya başlayınca, Türkiye de uluslararası camia ile birlikte hareket ederek halkın yanında yer aldı. Daha sonra uluslararası camia Suriyeli muhaliflere sağlanan silahların istenmeyen güçlere gittiğini görünce frene bastı, Türkiye frene basmadığı için ofsaytta kaldı. Türkiye'nin şunu söyleyip kendisini değişen ortama uyarlaması gerekirdi: 'Ben Suriye politikamı Beşar Esad'ın kısa zamanda düşeceği varsayımına dayandırmıştım. Bu varsayım gerçekleşmedi. Onun için politikamı yeni gerçeklere uyarlıyorum'. Bunu söylemek bir zafiyet değil, erdemdir. Türk halkı bunu olgunlukla karşılardı. Bir ülkedeki muhalefete silah temin etmek suretiyle rejimin devrilmesine yardımcı olmak, ülkenin iç işlerine müdahaledir. Bu da, 1648 tarihli Vestfalya Antlaşması’ndan beri uluslararası ilişkilerin temelini teşkil eden egemenlik kuralının ihlalidir.
Esed düşmedi, bunun Türkiye'ye zararının kapsamı nasıl şekillendi?
Bundan üç yıl önce Suriye rejiminin haftalar içinde düşeceği umuluyordu. Eğer nitekim haftalar içinde düşseydi, o politikamızın meyvelerini toplayacaktık. Ama düşmedi. Şimdi sonuçlarına katlanıyoruz. Neden katlanıyoruz? Çünkü diplomaside hiç yapılmaması gereken bir şey yaptık. Yumurtalarımızın hepsini bir sepete koyduk.
Üç yıl enerjimizi boşa mı harcadık?
Üç yıldan daha fazla. Etkilerinin daha uzun olacağını tahmin ediyorum.
İlerisi için öngörünüz nedir?
Belki yıllarca sonra haklı da çıkarız. Meşhur bir film vardır, 'Er Ryan'ı Kurtarmak' diye. Müttefik orduları, Almanlar’a esir düşen Ryan adında bir eri kurtarmak için bir manga asker görevlendirir. Sonunda nitekim Ryan kurtarılır ama, onu kurtarmaya giden mangadaki herkes ölür. Türkiye de belki en sonunda haklı çıkacak, ama haklı çıkacağı tarihe kadar Türkiye'ye verilebilecek zararların hepsi verilmiş olur.
Ekonomik ve siyasi zarar?
Yetkililerimiz, sadece Suriyeli göçmenler için bugüne kadar 4 milyar dolar harcandığını söylüyor. Bir de Suriye ile ticaretimizin sıfıra inmesinden kaynaklanan zarar var. 2-3 milyar da o eder. Ortadoğu'ya giden ticaretimiz Suriye üzerinden geçiyordu. Şimdi geçemiyor. Ortadoğu'daki Türk firmaları ufak kâr marjıyla faaliyet gösteren şirketlerdi. Navlunlar bu kadar artar da o da maliyete binince bu sefer işadamlarımız o piyasadan çekilmek zorunda kalacaklar. 3-5 milyar da buradan zarar. 12 milyar kadar oldu. Bu para ile İstanbul Boğazı üzerinde dördüncü bir köprü yapabilirdik. Zararımız bu ekonomik kayıplarla da sınırlı değil. Siyasi açıdan da irtifa kaybettik. Türkiye bugün 2007-2008’lerin Türkiye’si değil. Nasıl bu hale geldik? Bu politikalarımızla geldik. Türkiye şimdi bir komşu ülkesindeki rejimi devirmeye çalışan bir ülke olarak algılanıyor. Türkiye Ortadoğu'da etkileri sınırlı bir ülke haline geldi. Biz Suriye'de meydanı, Rusya ve İran'a terk etmek zorunda kaldık.
Suriye meselesinde 'mezhepsel' bir sorun olduğu yönünde iddialar var?
Uluslararası medya o intibaı vermeye çalışıyor. 'Beşar Esad Sünni olup da ayaklanan halk Nusayri olsaydı Türkiye böyle davranmazdı' demeye getiriyorlar. Hükümet ‘biz mezhepsel politika izlemiyoruz’ diyor. Ben de buna itibar etmek zorundayım. Ama mezhepsel olsa da olmasa da bir komşu ülkenin rejiminin devrilmesi için çalışan bir ülkeyiz. Bu doğru mudur sorusunu kendimize sormamız gerekir.
Gelelim Irak'a. Irak denince ister istemez bütün sorunların üstünde bir IŞİD meselesi akla geliyor. Rehinelerin kurtarılması büyük bir başarı mıydı?
Evet, büyük bir başarıydı. Hiç kimsenin burnunun kanamasına meydan verilmeden kurtarıldı. Takas olsa bile doğru bir şey yapılmıştır. Kurşun atılmadan, kimsenin kılına dokunmadan hayat kurtarıldı.
Dış politikadan iç politikaya geçiş yapalım. AK Parti'nin kurucuları arasındasınız. Partinin geldiği durumu ve 12 senede aldığı yolu nasıl görüyorsunuz?
2001 yılında partiyi kurarken, partinin programını kaleme alan küçük bir grubun içindeydim. Orada bizi motive eden ideallerin büyük kısmının aşınmış olduğunu görüyorum. Mesela biz programda dini referanslara hiçbir şekilde atıfta bulunmamaya özen gösterdik. Ama görüyoruz ki bugün dini referanslar toplumda kendisini hissettirmeye başladı.
17 Aralık operasyonundan sonra yargı ve emniyette görevden almalar oldu. Nasıl değerlendirdiniz?
Bu kadar büyük tasfiyeye ve tasfiye görüntüsü veren uygulamalara tevessül etmek bazı tereddütlerin doğmasına sebebiyet veriyor. Yanlış yapıldıysa, görevden almaların mahkeme kararıyla yapılması daha hukuki olurdu.
İktidar, 17 Aralık operasyonunun, kendilerine yapılmış bir darbe olduğu iddiasında. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben darbe olarak görmüyorum. Kanıtlanmamış bir şeye darbe diyemem. Bunların, inandırıcı bir yargı süreci ile kanıtlanması lazım.
Soruşturma sürecinde bazı tapeler internete düştü. 'Montaj' dendi?
Tapelerin doğru olmamasını temenni ediyorum. Bunların uluslararası güvenilirliği olan ülkelere gönderilerek tahlil ettirilmesi kamuoyunu çok daha tatmin ederdi.
TÜBİTAK 'Montaj' dedi, güvenmiyor musunuz?
Kamuoyuna güven vermek ve şüpheleri gidermek istiyorsanız ABD ve Almanya’ya gönderilmeli, hatta Türkiye'ye mesafeli ülkelere de gönderilmeli. Onlardan gelecek raporlara göre karar verildiği zaman kamuoyunda daha fazla güven oluşur. Hükümetin bunları değerlendireceğini temenni ediyorum.
Yine bu süreçte 'Paralel yapı' iddiası ortaya atıldı. İnanıyor musunuz böyle bir yapının varlığına?
Bunların hepsinin birer iddia olduğunu görüyorum ve iddiaların kanıtlanmasını bekliyorum. Ben 'Paralel Yapı'yı kendi gözümle görmedim. Delillerin toplanıp bağımsız yargıçların önüne getirilmesini bekliyorum. O yargıçların da güven verici yöntemlerle kamuoyunu inandırmasını bekliyorum.
Operasyondan sonra 'Paralel' argümanının ortaya atılmasını neye bağlıyorsunuz?
Pascal, 'Düşünceler' adlı denemeler kitabında diyor ki, 'Kalbin öyle nedenleri vardır ki, mantık onu hiçbir zaman kabul etmez' Ben bunu siyasete de uygulayabileceğimi zannediyorum. Siyasetin de kendine göre öyle nedenleri vardır ki, mantık onu kabul etmez.
AK Partililer’e yönelik 'Dünün mücahitleri bugün müteahhit oldu' şeklinde 'zenginleşmeye işaret edilen benzetmeler oluyor. Bu sizi rahatsız ediyor mu?
Ben siyasete başladığım gün ile aktif siyasetten ayrıldığım gün arasında maddi varlığı azalmış bir insanım. Siyaseti de zenginleşme aracı olarak görenlerle de hiçbir zaman kolay kolay anlaşamadım. AK Parti kurulurken, mal beyanı verelim mi vermeyelim mi meselesi görüşülürken, ben 12 kişi arasında mal beyanı verelim diyen tek kişiydim. Bir dostum "Abi, senin söylediğin aslında doğru ama şimdi fakir bir insanı, köylüyü işçiyi düşün. Sen büyükelçilik yaptın, kendine göre mal varlığını yazacaksın. Vay şu kadar apartmanı var diyecekler. Ona çok büyük görünür" dedi. Belki arkadaşlarım bu düşünceyle beyan verilmemesini savunmuş olabilirler ama ben kazandığım parayı gayrimeşru yollardan kazanmamış olduğumu göğsümü gere gere söyleyebiliyorsam, insanlara çok görünüp görünmediği beni vicdanen rahatsız etmez.
‘Mal beyanı vermeyelim’ diyenler mevcut için mi yoksa ileride mal varlıklarına eklenecekler için mi böyle davranmışlardır?
Onu kendilerine sormanız lazım.
Son dönemin önemli gündem maddelerinden bir tanesi Bank Asya'ya bir siyasi operasyon yapıldığı yönündeki iddialardı?
Eğer bankalar haksız nedenlerle batırılabiliyorsa Türkiye'ye sermaye akışında bir yavaşlama olacaktır. Sayın Ali Babacan’ın, bu işleri gayet iyi bilen biri olarak 'batırma' ve 'sıkıntıya sokma' girişimlerine izin vermemesi gerekir. Dünyanın 17'nci büyük ekonomisiydik. 2023 yılında 10'uncu en büyük ekonomi olmayı hedefliyorduk. Fakat anladığım kadarıyla bu kalkınma hızımızın azalması nedeniyle Endonezya bizi geçmiş ve 17'ncilikten 18'nciliğe düşmüşüz. Bunun çeşitli sebepleri olabilir.
Bir de buna bankacılık sisteminden kaynaklanan sebepler eklenmemeli. Hatırlarsanız büyük bir kriz olmuştu ama bizi teğet geçmişti. Çünkü o dönem bankacılık sistemimiz çok güçlüydü. Eğer o sistem sarsılır da 'Türkiye'de kamu otoritesi dilediği bankayı dilediği zaman batırabiliyor' intibaı oluşursa, bunun olumsuz sonuçları olur.
Yurtdışında önemli görevleriniz oldu. Bu bağlamda Türkçe Olimpiyatları’nı ve Türkiye'ye etkilerini değerlendirebilir misiniz?
Sayın Cumhurbaşkanımızın en son katıldığı Türkçe Olimpiyatları'nı televizyondan izlerken gözlerim yaşarmıştı. Eminim dünyanın dört bir tarafından gelen çocukların yaptıkları, Sayın Cumhurbaşkanımızın da gözlerini yaşartmıştır. Böyle bir etkinliğin Türkiye'de yapılmaması büyük bir kayıptır.
Peki bu bağlamda Türk okullarının varlığını nasıl yorumlarsınız?
Türk okulları, şimdiye kadar Türkiye'nin dünyada gösterdiği en büyük performanstır. Dünyanın çeşitli ülkelerinde görev yapan birisi olarak, ‘en çok övündüğünüz kurum nedir' diye sorsalar, ben Türk Okulları derim. Birçok ülkede, o ülkenin başbakan yardımcısı yanıma gelmiştir. ‘Benim yeğenim var. Büyükelçiye söyler misin Türk okuluna kaydını yaptıralım' demiştir. Çok çeşitli başarı öykülerini de dinledik.
Şahit olduğunuz enteresan bir hikaye var mı?
Başarı öykülerinden bir tanesini Pensilvanya'da yaşadım. Geçen sene haziran ayında şu anda Sayın Cumhurbaşkanımıza çok yakın mevkide bulunan bir arkadaşın tavsiyesi ve ısrarı üzerine Pensilvanya'ya gittim. Orada iken Osman Beğendik adında bir işadamımız, villasında havuz başında bir barbekü partisi veriyordu. Büyük bir masada sohbet ediyoruz. Orada Osmanlı'nın büyük vizyonunun şimdi bu okullar sayesinde nasıl sürdürülmekte olduğunu konuşuyorduk. Ben de bir anekdot ile o havaya katkı sağlamak istedim. Riyad Büyükelçilisi iken Mindanao (Filipinler'de özerk bölge) Cumhurbaşkanı geldi. Misafirim “Biz şimdi İslam Konferansı Örgütü’nde gözlemci üye olmak için başvurduk. Sizden de destek istiyoruz” dedi. Bu talebini memnuniyetle makamlarımıza ileteceğimi söyledim. Misafirim şöyle devam etti: “Ama, sizin özel bir sorumluluğunuz var. Bizi Müslüman yapan sizsiniz”
Hikayesi nedir?
Hikaye şöyle: 1565 yılında Endonezya'da Açe Sultanı Hüseyin, Kanuni Sultan Süleyman'a bir heyet göndererek Portekizliler’e karşı asker, yiyecek, silah ve din adamı gönderilmesi rica ediyor. Kanuni bu talebi kabul ediyor. Din adamları din dersleri veriyor. Din adamları daha sonra Borneo Adası'na geçiyor. Oradan bir kısmı Doğu Timor'a bir kısmı da Filipinler'e geçiyor. Ve Filipinler'de Müslümanlığı yaymaya başlıyorlar. İşte misafirim o Müslümanlar’dan olduklarını söyledi.
Masada nasıl bir hava esti?
Masanın ucundaki bir genç ayağa kalktı. “Efendim ben şu anda Filipinler’de Osmanlı'nın işte o tarihte ilk ayak bastığı köyde öğretmenlik yapıyorum. Orada Osmanlı’dan kalan camiyi tamir ettirdim. Yanına bir okul binası inşa ettik. Ben de Filipince öğrendim ve şimdi o okulda öğretmenlik yapıyorum” dedi. Gözlerim yaşardı. Şimdi bu gencin yapmakta olduğu işi, yedinci derecenin üçüncü kademesindeki bir öğretmene yaptırabilir misiniz? Yani bu sistemi çökerttiğiniz zaman neyi çökerttiğinizi de iyi bilmeniz lazım.
Neden kapatılmak isteniyor peki?
Bunu şu örnekle açıklayabiliriz: Napolyon papazları sevmediği için papaz okullarını kapatmıştı. Bunun üzerine cizvit papazları dünyanın her tarafına yayılarak cizvit okulları kurmuştur. En çoğu da Osmanlı topraklarına gelmiştir. Kadıköy'deki Saint Joseph Lisesi de bunlardan biridir. Şimdi Fransız hükümeti bizden Saint Joseph Lisesi’ni kapatmamızı istediğinde bizim buna tepkimiz ne olursa, Tanzanya hükümetinden oradaki Türk okullarını kapatmalarını istediğimiz zaman da Tanzanya makamlarının tepkisi aynı olacaktır. Peki, bu talebi hemen yerine getirebilecek ülkeler yok mu? Var. Rusya zaten okulları kapatmak için bahane arıyordu.
© Tüm hakları saklıdır.