Gündem

Yağcı: Siyam ikizleri derlerdi bize

Nabi Yağcı, yol arkadaşım dediği Sargın'ın ölümünün ardından yaşadığı üzüntüyü kaleme aldı.

19 Kasım 2010 02:00

T24 - Türkiye’de sol siyasetin önde gelen isimlerden Nihat Sargın, hayatını kaybetti. Gazeteci-yazar Nabi Yağcı, yol arkadaşım dediği Sargın'ın ölümünün ardından yaşadığı üzüntüyü ve Sargın'la olan arkadaşlıklarını kaleme aldı.

Yağcı'nın Taraf gazetesinde bugün (18 Kasım 2010) yayımlanan yazısı şöyle:

Avrupa solu neleri tartışıyor üstüne yazmaya oturmuştum. Bugünkü yazım bunun üstüne olacaktı. Sabaha karşı Nihat Ağabey’in ölüm haberini aldım. Yazmayı bıraktım. Geçmişe gittim. “Nihat Abi” derdim ona hep, aramızda gerçekten de bir ağabey kardeş ilişkisi vardı. Dr. Nihat Sargın 1927 doğumludur bense 1944.

Beklenmedik değildi bu ölüm, artık her an gelebilirdi; daha geçenlerde İstanbul’a gittiğimde evine uğramıştım. Hastaneden eve alınmıştı ama artık konuşamıyor, yemek yiyemiyor, damardan besleniyordu. Biz konuşuyorduk, ara ara uykuya dalsa da o dinliyordu bizi. Beklenmedik değildi ölüm haberi. Fakat yine de kondurmazsınız, yine de sarsar yitirmeler, hele de sevdiğiniz biriyse giden. Biraz daha yalnızlaşmış hissedersiniz kendinizi, bir parçanız gitmiş gibidir.

Öyleydik de gerçekten.


Bir bütünün birbirini tamamlayan iki parçası gibi. “Siyam ikizleri” derlerdi bize. Adımız birlikte anılırdı hep de ondan.


“Sargın Kutlu” derlerdi veya “Kutlu Sargın” Bazen tek kişi sananlar da çıkardı ikimizi, bana veya ona bu isimle seslenirlerdi. İki buçuk yıl boyunca tutuklu olarak yargılandığımız Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi’ndeki (DGM) davamızın adını da öyle koymuşlardı. “Kutlu-Sargın davası.” Onun adı Nihat Sargın idi, benim parti adım Haydar Kutlu.

Adımızın böylesine birleşik anılması salt davamızın aynı olmasından da gelmiyordu. Dile kolay, iki kişi olarak iki buçuk yıl, onun kitabındaki adıyla söyleyeyim, 900 gün aynı hücreyi birlikte paylaştık. Cezaevine konulmadan önce Ankara Emniyeti’nin işkence merkezi olarak bilinen DAL’da birlikte sorgulandık. Filistin askısını, elektriği paylaştık. Hücremizde ekmeğimizi paylaştık, üzüntülerimizi, sevinçlerimizi, hastalıklarımızı, düşüncelerimizi paylaştık.


En önemlisi umudu paylaşmıştık.

Kendi özgürlüğümüze, ülkemizin özgürlüğüne, komünistlerin özgürlüğüne olan umudumuzu... Demokrasinin öyle kolay gelmeyeceğini ikimiz de bilmekteydik ama özgürlük her zaman bir adım önde gelir. 12 Eylül faşist diktasından demokrasiye geçebilmek için önce onun taşıyıcıları olacak olanlar kendilerini, düşüncelerini özgür kılabilmeliydiler. Bunu başarabilmeliydiler. 900 günün sonunda bizi içerde hiç yalnız bırakmayan, dışarıda özgürlük kavgamızı sürdüren yoldaşlarımız, dostlarımızla birlikte, inanılmaz bir yurtiçi ve dışı dayanışmayla cezaevinin duvarlarının dışına çıkabildik, düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün önünde kalın bir duvar olan, faşist İtalya’dan alınma Ceza Kanunu’nun meşhur 141, 142 ve 163. maddelerini kaldırmayı ve o tarih itibariyle, Cumhuriyet’in ilanından bu yana yetmiş yıldır yasal çalışma hakkı verilmeyen komünist partisini Türkiye Birleşik Komünist Partisi (TBKP) adı altında kurabilmiştik. Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılana dek birlikte yöneticilik yaptık.


Umuda yolculuğa da birlikte çıkmıştık.

Henüz Berlin Duvarı yıkılmazdan, Sovyetler Birliği dağılmazdan önce Nihat Sargın’ın Genel Sekreteri olduğu Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) Genel Başkanı, Sargın’ın dava arkadaşı Behice Boran’ın sürgün yaşamında Brüksel’de hayata gözlerini yummasının ardından 16 Kasım 1987’de valizimizi toplayıp aynı uçakla ülkemize doğru yola koyulmuştuk. O tarihte, yurtdışındaki solun neredeyse hemen hepsi bizi eleştiriyor, neredeyse hain gözüyle bakıyordu. 12 Eylül koşulları varken ülkeye dönülür müydü? Hükümetle bir anlaşmamız mı vardı? Hayır. Kimseyle anlaşmış falan değildik. Demokrasi varolduğu için değil, tam tersine olmadığı için ama olsun diye, mücadele için gidiyorduk. Kumar da değildi bu gidiş, değişen dünyanın farkındaydık, değişim rüzgârı yakalanabilirse, kendimizi, düşüncelerimizi yenileyebilirsek, yasallığımızı kazanıp, solun mümkün olabilecek birliğini sağlayabilirsek Türkiye’nin 12 Eylül rejiminden demokrasiye dönmesine katkı yapabilirdik. Ülkemizde cuntacı generallerin zulmü nedeniyle demokrasi için ciddi bir birikim de oluşmuştu. Bunlardan başka bir güvencemiz yoktu.

Yani kelimenin tam anlamıyla umuda yolculuktu bu. Sonuç umduğumuz gibi çıkmayabilirdi de. Gerçekten de konjonktürel olarak o günlerde bir ara bir ölü noktaya düşmüştük. Cezaevinden çıkamayabilir ve hedefimize varamayabilirdik. Bu kör noktayı aşabilmek için bir şeyler yapmalıydık. Yaptık da.


Ölüm orucuna da birlikte yattık.

Ve sonuçta birlikte kazandık.

Ama umuda yolculuk bitmedi ülkemizde, sürüyor...

Sevgili yol arkadaşım, yoldaşım, ağabeyim güle güle.