97 yaşında hayata veda eden yazar Vedat Türkali, 2010’da dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’a kaleme aldığı mektupta, “‘Kürt sorunu’ çözülmeden demokrasi sorunu çözülmez; ‘Demokrasi Sorunu’ çözülmeden de Kürt Sorunu çözülmez” demişti.
Yazar, senarist, şair Vedat Türkali, bir süredir tedavi gördüğü Yalova Devlet Hastanesi’nde bu sabah saat 06:00 sularında hayatını kaybetti.
97 yaşında aramızdan ayrılan Vedat Türkali, 2010 yılında, dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yazar ve gazetecilerle hükümetin “demokratik açılım” adını verdiği süreci görüştüğü kahvaltılı toplantısına katılmayı reddetmiş ve Erdoğan’a bir mektup göndermişti.
Türkali bu mektubunda, “Kürt Sorunu” çözülmeden demokrasi sorununun çözülemeyeceğini vurgulamış, “Ezilen bir halkın gerçek temsilcilerini dışlayarak, tutuklayarak, saldırarak, dağa çıkmak zorunda bırakılmış gençlerini yakarak bu temel, yaşamsal sorunumuzu kimse çözemez; ülkeye demokrasi getiremez” demişti.
Vedat Türkali’nin Erdoğan’a mektubu şöyleydi:
"Sayın Başbakan,
17 Nisan 2010 Cumartesi günü saat 10.00’daki Kahvaltılı toplantı için gönderdiğiniz incelikli çağrınıza sağ olun diyor, yaşımdan doğan sağlık engellerinden ötürü katılamayacağımı özür dileyerek bildiriyorum.
Geçerli, egemen politik söylemin, sol kanadı kırık kuşa benzetildiği bir ülkede var olan değişim potansiyelini değerlendirerek sorunları çözmek, kolay başarılabilecek iş değildir. “Tam demokratik bir Anayasa”, Türkiye’nin temel gereksinimidir. Bugünkü ortamda böyle bir anayasanın yapılabilmesi de güç görünür. Ancak, bin bir kirli oyunla Türkiye’ye giydirilmiş, “’82 Anayasası” adlı deli gömleğinden bir biçimde kurtulmamızın kuşkusuz ki önceliği var. Bu yolda atılacak her adımın, elimden geldiğince arkasında olmayı yurttaşlık borcu sayarım.
Yıllardan beri söyleyip yazdığım bir temel düşüncemi yineleyerek izninizle bir iki noktaya değinmeye çalışacağım. “Kürt sorunu” çözülmeden demokrasi sorunu çözülmez; “Demokrasi Sorunu” çözülmeden de Kürt Sorunu çözülmez.
Sayın Başbakan,
Sizden, ülkemiz için yaşamsal önemde olduğuna inandığım bu konuda, en acil iş olarak ülkede akan kanın, “hemen, şu anda!” durdurulmasını beklediğimi söylememe izin veriniz! İnsanlarımızın birbirlerine kırdırıldığı, ormanlarımızın yakılıp kül edildiği bu uygulama, emperyalist silah tekellerine trilyonlarca dolar kazandıran bu kanlı yol, yoksul ülkemizi gırtlağına kadar borç batağına sürüklemiş kurnaz bir emperyalist oyunun kanlı parçasıdır; iç-dış odaklardan kaynaklanır.
Medyada bu günlerde, mağaraların içindekileri de yakan tankların ordu için satın alındığı duyuruluyor. Yakılacak o gençler bizim çocuklarımız. Böyle bir insanlık dışı atılımın sizi tarihe karşı ne duruma düşüreceğini lütfen düşünmenizi dilerim. Tarihimizdeki “Dersim faciası”na, benzerinin eklenmesine seyirci kalmanın bir devlet yöneticisine nasıl ağır sorumluluk yükleyeceğini söylememize gerek var mı?
Geçmişteki bir devlet başkanımızın, bu temel sorunumuzu çözme uğraşı vereceğine, yirmi sekiz kez başkaldırdıklarını, yenildiklerini, nerdeyse övünerek açıkladığı, bin yıldır birlikte yaşadığımız kardeş bir halkın çocukları olarak dağa çıkmak zorunda bırakılmış gençlere, “terörist” damgası vurmakla neyi çözebildik? Tarihi yanlış okuyarak üstlerine kanla gittik; üstümüze kanla geldiler. İşin özü, özeti bu.
Barışçıl yolun tutulması gerekliğine, olayların açık baskısıyla siz de inanmış olmalısınız ki, sessiz politika yoluyla denemeye de kalktınız. Bu yol herkese umutlar verdi. Ülkemizin talihsizliği şu ki, yukarda da değindiğim gibi sağlıklı bir sol muhalefetle değil, “karaçalı” bir muhalefetle çalışmak zorundasınız. Kimi densizlikler abartılarak hemen üstünüze vardılar. Yazık ki ürktünüz; devlet güvencesiyle ülkeye gelenleri, ağır suçlamalarla yargılama yolu açıldı. Bölge halklarının, yüzyıllar boyu kafasındaki “Kaypak Osmanlı” devlet anlayışı yeniden canlandı. Oyuna getirildiniz Sayın Başbakan. Bu yalnız sizin değil tüm Türkiye’nin kaybıdır. Ezilen bir halkın gerçek temsilcilerini dışlayarak, tutuklayarak, saldırarak, dağa çıkmak zorunda bırakılmış gençlerini yakarak bu temel, yaşamsal sorunumuzu kimse çözemez; ülkeye demokrasi getiremez.
Bugün mafya yapısındaki emperyalist ülkeler, teröre karşı, sözde barış-demokrasi için kutsal savaş yürütüyorlar! Irak, Afganistan, çevremizdeki en yakın kanlı örnekleri. Bu, barışsever kurtarıcı(!) ülkeler ekonomisinin yüzde onunu silah sanayileri oluşturur. Dünyada “barış” demek bu ekonomilerin çöküşü demektir.
Yeryüzünde nerede savaş varsa, iki yanın silahlarını da, herkes bilir ki, bunlar satar. Açık ya da sinsice iki yanlı kışkırtmalara dayalı ölüm ticareti biçimindeki 3. Dünya savaşı böyle yürütülüyor. Yunanistan’la ülkemizin pahalı silahlanma yarışıyla nasıl çıkmaza sokulduğunu, bu gün görmeyen kişi kalmadı. Ülkemiz sorunsalı içinde çözümsüzlüğe sürüklenmiş Kürt sorununun yoksul halklarımıza nasıl kanlı faturalar ödettiğinin bilincine varmış, Kürt-Türk, çok sayıda kişi var bugün ülkemizde. Özellikle Kürtler arasında en doğru çözüm peşinde olanların dışlanması için küçük oyunlar oynanıyor; söz gelimi, apaçık “antidemokratik “yüzde 10” seçim barajı, dar parti çıkarları için sımsıkı korunmaya çalışılıyor. Bu yolla nereye varılabilir?
Bu konuda en doğru, en yerinde söylenmiş bir sözü, yıllarını halkların kardeşliği yolunda çileler çekmeye adamış Leyla Zana kızımızın bir sözünü yineleyeceğim: “Bu sorunu, Amerikan, İngiliz, Alman… değil, biz Kürtlerle Türkler kendi aramızda çözeceğiz.” Tarih sizin önünüze böyle bir çözüm olanağı koymuştur Sayın Başbakan. Onurlu çözüm, Ortadoğu’daki Amerikan oyunlarına düşmeden, oyuncularından da sakınılarak, ülkemizde, kendi halklarımızın öz temsilcileriyle birlikte sağlanabilir. Bu tarihsel fırsatı doğru değerlendirmemek ülkemize çok şey kaybettirecektir.
Dünya Bankası başındaki Mc Namara’nın, yaptığı tüyler ürpertici açıklamasını unutmamışsınızdır: Vietnam’da Amerikan savaş uçaklarının düşmesiyle ( Yani gençlerin ölmesiyle) Amerikan ekonomisinin kurtulduğunu “timsah!” gözyaşlarıyla açıklamıştı! Vietnam’lı, Amerikalı anaların döktüğü gözyaşlarını düşünmeyenler bizim analarımızın acısını düşünür mü? Bugün yeryüzüne egemen “Tek dişi kalmış canavar”ın haçlı-haçsız- eşkıyaları, o duruma düşecek bir Türkiye’ye, Yunanistan’a gösterdikleri duyarlığın acaba ne kadarını göstereceklerdir? Bu haçlı-haçsız eşkıyaların “velevki” el uzatacaklarını var sayalım. Bu girişimin ülkemiz için hayırlı olabileceğine, bizim “şeriatçı”, “laikçi” eşkıyalarımızla işbirliği yapmaktan öte, hayırlı adım atacaklarına inanıyor musunuz?
Böyle bir soruyu sormam, Siyonist canavarlığa karşı saygıdeğer tutumunuza mutlulukla tanık olmamdan kaynaklanıyor. İslam’a uygun davranış budur; dolar kölesi durumuna düşmüş kimi İslam yönetimlerinin, mal mülk sevdalısı Ebu Süfyan Müslümanlığı değil. Kendini çıkmazlardan kurtarmak için umutsuzca çırpınıp duran finans oligarşisinin pençesindeki “globalist” dünya düzeni, bizi ancak soymaya gelir. Bir günler bizim yaşadığımız “laikçi devrimci!” “Kara oğlan” efsanesi hangi temel sorunumuzu çözebildi? Bu gün Türkiye’de “on milyon işsiz var. Obama’yla, bir başka biçimde o efsaneyi, “elli milyon aç” bulunduğu medyaca duyurulan Amerika yaşıyor bu gün. Onun da sonu görülecektir.
Ben 91 yaşında, Marksist-Leninist bir roman yazarıyım; yılların yazı-sinema emekçisiyim. Türkiye’nin en eski proleter devrimci Partisinin, Türkiye Komünist Partisi’nin bugüne kalan birkaç üyesinden biriyim. Siz de, bildiğime göre, eski bir “komünizmle mücadele” örgütü militanısınız. O tutumunuzun yanlışlığını, ülkemizin yoksul emekçi halklarına değil, iç-dış soygunculara yarar sağladığını bilirim. O oyunlarda kullanılan kişilerin de bugün bu gerçeği gördüklerini, bu bilince vardıklarını ummak isterim.
Bu pro-faşist tutumun komünist olmamakla hiçbir ilgisi yoktur. Bu gün siz “Şeriatçı”lıkla suçlanıyorsunuz; attığınız adımlara kuşkuyla bakılıyor. Yukarıda da değindiğim gibi, İslam’ın temel ilkesinin, bu gün yeryüzüne egemen soygun düzeniyle bağdaşmayacağına inanırım. İnanç dünyanıza, özünde saygılıyım. Son romanımda da bu konuyu işlemeye çalıştım. “Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde.” Attığınızı gördüğüm her olumlu adıma, ön yargıya kapılmadan, gücüm yettiğince destek olmak isterim. İnandığım doğru yol budur. Bir ülkede demokrasi ortamı oluşturulmasının en ilkel koşulu da budur. Bu temel ilkenin bir başbakanca özenle, titizlikle korunması gerekir. Eğer demokrasiye inanıyorsak, bir başbakanın, bir günler T.K.P.’de yer aldığını sandığı kişiye, geçmişine ilişkin gözdağı vermeğe kalkması, inandırıcılığını tehlikeye sokar. Ne “sosyal”, ne de “demokrat” olmayan uyanıklara, eski bir komünisti kolluyormuş havasında ucuzundan solcu yiğitlenme olanağı kazandırır. (Kemal Anadol, Deniz Baykal’la aranızda geçmiş tartışmayı umarım anımsarsınız). Bunun da ülkemize hayrı olmaz.
Görüyorsunuz ki, kimse için ön yargım yok Sayın Başbakan.
Sizi, geçmişinizdeki olaylar, ya da kutsal inançlarınız için suçlamak değil, yapacaklarınızdan ötürü kutlamak isterim. Düşüncelerimi açıklamak fırsatı verdiğiniz için iyi dileklerimle sağ olun diyorum. Saygıyla.
16.04.2010/Cihangir
Vedat Türkali"