Gündem

Umur Talu: Bugünkü durum da 28 Şubat’tan çok farklı değil

Gazceteci yazar Umur Talu, 28 Şubat dönemini ve gazeteciliği Birgün'e değerlendirdi

01 Mayıs 2012 21:00

Habertürk gazetesi yazarı Umur Talu, uzun tutukluluk sürelerini eleştirirken "Türkiye’de her muhalif davranışın, örgüt üyeliği kapsamına alınabilmesidir vs. Bugünkü durum da öz açısından 28 Şubat’tan çok farklı değil. Tamam asker zoruyla değil, yüzde 50’yle iktidar olmuş bir hükümetin yandaşı olarak gazetecilik yapılıyor ama özünde aynı" dedi.

Ahmet Meriç Şenyüz'ün Birgün gazetesinde "Umur Talu: Askerden ya da hükümetten emir alarak gazetecilik yapmak iğrençtir" başlığıyla yayımlanan (30 Nisan 2012) Umur Talu söyleşisi şöyle:

 

Umur Talu: Askerden ya da hükümetten emir alarak gazetecilik yapmak iğrençtir

 

28 Şubat’ta askerin ‘yazılarına son verilsin’ dediği yazarlardan Umur Talu, basına baskıların bugün de devam ettiğini ve asker yandaşlığıyla, hükümet yandaşlığının özünde aynı olduğunu anlattı: ‘Birinden emir alarak gazetecilik yapmanın iğrençliği açısından bir fark yok, yüzde 50 oy alan hükümetten emir alınca bu değişmez’

Basının vicdanı denince üç-beş isim akla gelir, bunlardan biri de Umur Talu… Genç yaşta Milliyet gibi bir gazetenin yayın yönetmeni olmuş, yazarlık kariyeri boyunca da ne 28 Şubat baskı döneminde, ne AKP baskı döneminde eğilip bükülmemiş, doğru bildiğini yazmaktan hiç vazgeçmemiş bir gazeteci o. Tanışınca, ‘basının vicdanı’ tanımlamasının Talu’nun sadece yazılarıyla değil bizatihi bireysel varoluşuyla da uyumlu olduğunu gördüm. Egoların çok yüksek olduğu mesleğimizde, en ufak bir kibir belirtisi taşımayan, alçakgönüllülükle çok sakin bir özgüveni, nezaketle dobralığı, sevecen ve içten olmakla ilkeli olmayı birleştirebilen bir kişilik vardı karşımda. Söyleşi yaptığım kişilerin görüşleri bana ne kadar yakın olursa olsun onlara ‘çanak’ tabir edilen sorular sormayı kendime yakıştıramam. Karşımdakinden dişe dokunur bir şeyler almak için hani ‘sıkıştırmak’ değil de bir şekilde ‘zorlamaya’ çalışırım. Bu defa, o konuşurken “Bu adam bu mesleği bunca sene yapıp da nasıl böyle kalabilmiş” diye düşünmekten dolayı, önceden planladığım kontra soruları yeteri kadar soramadım, bunu da bir itiraf olarak belirteyim. Neyse ki, Talu ‘dişe dokunur’ söyleme konusunda hiç cimri davranmadı, 28 Şubat’tan bugüne medya ve iktidar ilişkileri üzerine pek çok önemli saptamada bulundu. İlgiyle okuyacağınızı umuyorum.


28 Şubat, önceki askeri müdahalelere tam olarak benzemiyor. Anayasal bir kurum olan MGK üzerinden yapılan bir müdahale söz konusu. Siz 28 Şubat'ı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kendileri zaten ismini zaten çok güzel koymuşlar: Post-modern Darbe... Ben, en çok Susurluk'la bağlantılı kısmını önemsiyorum 28 Şubat'ın... Müthiş bir kamuoyu manipülasyonu yapıldı. Türkiye'de nadir olan bir şey gerçekleşiyordu, çetelere karşı ciddi bir kamuoyu tepkisi gelişmişti. Tarihin gördüğü en başarılı manipülasyon kampanyalarından biriyle o tepki Refahyol'a karşı bir tepkiye dönüştürüldü.


Peki, iktidarın suçu da olmadı mı o noktada? 1 dakika karanlık eylemleriyle, Susurluk'un üzerine gidilmesi yönünde ciddi bir vatandaşlık tepkisi gösterildi. Hükümetse bu tepkiyi ciddiye almak bir yana Susurluk'un üzerini örtmek yönünde bir tavır aldı.

Refahyol'un, 'Yol' kısmı, Susurluk'un içinden geliyordu. Ancak Refah kısmı gelenek olarak oradan gelmiyordu. Tabii Erbakan, Şevket Kazan gibi isimler, hem koalisyon ortağı Çiller'i korumak ama en çok da en önemli hasletleri olan devleti korumak adına, "fasa fiso", "gulu gulu dansı" gibi söylemlerle bu tepkiyi görmezden geldiler.  Devletçi oldukları için orduyu, polisi korumak adına böyle davrandılar. Bir yandan da unutmayalım, Susurluk komisyonlarının devlete ve Erbakan'a rağmen, bu karanlık yapıların aydınlatılmasını isteyen Elkatmış gibi aktif Refahlı üyeleri de oldu. Tabii ki, hükümet bir paratoner gibi bütün tepkileri üzerine çekti. Demirel'in ilk tavrı da “nereye giderse gitsin” şeklindeydi ama açıldıkça ordunun içine doğru gidiyordu, tavır değiştirdi. Zaten Türkiye'de Susurluk'tan kast edilen şeyin içinde Ordu-JİTEM olmayabilir mi? Bu yüzden önünü kestiler. Tabii ki, şunlara da dikkat etmek lazım; ABD açısından, Türkiye'nin yörüngeden çıkma riski vardı. Erbakan'a sadece 28 Şubat kararlarını değil İsrail’le silah anlaşmalarını da imzalattılar. Dolayısıyla bu sürecin bir değil birkaç tane yönü vardı. Birincisi Susurluk, sonra İsrail’le ilişkileri konsolide etmek vs.


AKP'nin iktidara gelmesinde 28 Şubat'ın rolü olduğu söyleniyor, bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

O bir sonuç tabii ama öyle bir büyük plan olamaz. Şu da bir gerçek; bu antidemokratik müdahaleler garip bir şekilde, demokrasi kültürü çok zayıf olan bazı insanları da Türkiye’nin demokratları olarak temayüz ettirdi. Asıldığı için Menderes, Menderes’ten sonra AP’yi kurup o geleneği devam ettirdiği için Demirel, 24 Ocak Kararları’nda imzası olduğu, darbe hükümetinde yer aldığı halde, darbeden sonra iktidar olduğu için Özal ve son olarak da AKP... Bunların içinde yine direkt darbenin içinden çıkmayan tek parti AKP’dir. Her darbe böyle tırnak içinde demokratlar yarattı.


28 Şubat'ta medya nasıl bir rol oynadı? Siz Milliyet’teydiniz değil mi o dönem?

Evet Milliyet’teydim, yayın yönetmenliğini bırakmıştım köşe yazıyordum. Gazete içinde tecrit yaşıyordum. Ama gazete okumasını biliyoruz sonuçta dolayısıyla okuduğumuz haberin manipülatif değerini de biliyoruz. Türkiye’nin tarihinde medyanın özerkleştiği iki an vardır. Biri, Susurluk, diğeri de 19 Ağustos depremidir. Susurluk’ta merkez medyadaki gazeteciler, gazeteci gibi davrandılar. Tabii bu durum bir süre sonra rayına oturtuldu 28 Şubat’la. Sadece ‘andıç’ değildir 28 Şubat, genel bir manipülasyon havası yaratıldı. Banka sermayesiyle ilgili haberlerin vs. bunların da manipüle edildiği bir dönemdir. Son yazılarımdan birinde “12 Eylül silahlı bir soygundur” diye yazmıştım. 28 Şubat da silahlı bir soygundur ama tabii daha ince daha sofistike... Öyle kapıyı gir bankayı soy şeklinde değil de daha nazik bir soygundur. Sermaye boyutunu, yurtdışı boyutunu görmeden ne 12 Eylül’ü anlayabiliriz ne 28 Şubat’ı...


Bu manipülasyona örnekler verebilir misiniz?

Manipülasyon iki türlü olur mesela AKM’yi yakarsınız birilerinin üzerine atarsınız, Reichstag’tan beri bildiğimiz bir yöntemdir bu. Bir de insanları çağırırsınız yalanları insanların eline verirsiniz ve bunları yazdırırsınız. Bu oldu 28 Şubat’ta. Gazetecilerin bir bölümü bilerek kuryelik yaptı. Medya bugüne göre daha güçlüydü ama bu kuryeliğe razı olundu. Bunu askeri sevdiği için yapanlar oldu. Erbakan ve Çiller’le büyük medyanın çelişkileri etkiledi vs. Medyanın rolü çok fazla ama bugünden bakıp medya bir darbe suçunun ortağı gibi bir şey demem. Ben gazetecileri, gazetecilik suçları üzerinden değerlendiririm. Kendim de bu şekilde özeleştiri yaparım. Bunlara da kriminal bir şekilde bakmam. Ortada bir yolsuzluk suçu varsa bu kriminaldir, birilerini hedef gösterip ölümüne neden olmuşsan bu kriminaldir. Ama askerlere şak şak yapmak tıpkı iktidara şak şak yapmak gibi bir ayıptır, kriminal değil ahlaki bir suçtur. Tabii ki, ‘darbeci, cuntacı’ vs. bir örgüte girmişseniz bunun bir bedeli vardır. Bu ileride onurlu bir şey de olabilir, onursuz bir şey de olabilir onu zaman gösterir. Ama gazetecilikle ilgili bir şey değildir o. Gazetecilikle ilgili meselelerde ise ben gazetecilik ayıbına bakarım.
 

Siz nasıl yaşadınız o süreci, askerlerin medyayı yönlendirme çabalarına somutta tanık oldunuz mu?

Şöyle bir şey anlatayım, yazdım da geçenlerde; genelde gitmem ama gideceğim tuttu, Washington’da Türk-Amerikan İş Konseyi’ni izlemeye gittim. Oradan yazdığım üç yazıyı dosyaya koymuşlar ve ilk benim atılmamı istediler Milliyet’ten. Bu yazılardan birincisi benim medyanın kullanımına ilişkin yazdığım ‘tiksiniyorum’ başlıklı yazıdır. İkincisi, ABD’deki İsrail’e yakın düşünce kuruluşlarının, Türkiye’ye dönük, İran, Irak, Suriye kimyasal, biyolojik silah tehditlerine ilişkin iddialarının, TSK tarafından aynen kabul edildiğini anlatan bir yazıdır. Üçüncüsü de TSK’nin emekli ve muvazzaf bazı generallerinin, silah tacirleriyle kankalık ilişkisidir. Bu üç yazı meğer işi birleştiren üç yazıymış. Ben de farkında değildim o zaman. Şimdi geriye dönüp bakınca teorisini daha iyi yapıyorum. Buradan ciddi tepki oldu.


Milliyet nasıl davrandı, bu tepkiler karşısında?

Bir gün Aydın Doğan benim odama geldi, “Senin için çok baskı var. Ben sana şunu yaz bunu yaz diyemem ama bunları da çok kızdırmamak lazım” dedi. Açıkçası ben bunu çok kendime özel anladım yani “ben ‘sana’ diyemem” diye... Genelkurmay’a gitmişti bunları ilk söylediğinde. İki defa daha gitti Genelkurmay’a bu meselelerle ilgili... Her defasında liste uzadı. Tabiri caizse cılkı çıkmıştı. Dolayısıyla Milliyet’te bir şey olmadı. Milliyet’te andıç da yayımlanmadı o zaman. O süreçte biraz olsun kendi çizgisine uygun bir şekilde, Milliyet gibi davrandı. Amiral gemisi Hürriyet olmuştu. Orada süreç farklı yaşandı. Bir de pek hatırlanmayan isimler var. Mesela, Koray Düzgören Radikal’den şak diye atıldı. Koray belki bize göre daha savunmasızdı. Ben Milliyet’in eski genel yayın yönetmeniyim, falan... Tabii ben atılmayınca, Genelkurmay beni dava etti. Tuhaf bir davaydı, mahkemeye emir vermişlerdi. Mahkemenin safahati hakkında Genelkurmay Başkanlığı’na bilgi verilmesi vs. diye. Biz de “Biz yazı yazıyor muyuz, Milliyet gazetesine bilgi verilmesine şeklinde” diye sorduk. Neyse düzgün bir hakim takipsizlik verdi. Daha sonra da, 28 Şubat’ın bir yıldönümünde kovulduk Milliyet’ten. Milliyet’in bu süreçteki tavrı nispeten düzgündü ama sonraki süreçte mesela ölüm oruçlarında falan feciydi tabii. Hürriyet ve Sabah ise 28 Şubat’ta işin politizasyonu görevini üstlenmişti.


Bugün de basının baskı altında olduğu bir gerçek değil mi? Hatta o dönem asker baskısıyla gazetesinden ayrılmak zorunda kalan yazarlarla bugün aynı duruma düşen yazarların sayısını kıyasladığımızda, bu sayının çok daha fazla olduğunu görüyoruz. Hapishanedeki gazetecilerin sayısında da durum böyle.

Olmaz mı şimdi de var. Hapishanedeki gazeteci sayısı başka bir şey. O dönem ana akım medyada, hapishanelerdeki gazetecilerin çoğunu gazeteci saymayan anlayış vardı. Bizzat Oktay Ekşi, bunlar gazeteci değil, terör örgütü üyesi ya da yardım yataklıktan yargılanıyor diye dünyaya beyanat verdi. Sonra bir gün terör örgütünden yargılanan gazeteciler için muhalif olmak zorunda kaldı. 18 yaşınızda yanılıp 35’inizde özeleştiri yapmanız mantıklı da, 50-60 yaşınızda yanılıp 70 yaşınızda özeleştiri yapmak acıklı bir şey. Yanılmamaları gereken, maddi-manevi korkacak bir şeylerinin olmadığı yaşlardaydılar. Hapishanede olan bir adamın gazeteciliği tartışılmaz artık. Burada tartışılması gereken şey, uzun tutukluluk süreleridir, Türkiye’de her muhalif davranışın, örgüt üyeliği kapsamına alınabilmesidir vs. Bugünkü durum da öz açısından 28 Şubat’tan çok farklı değil. Tamam asker zoruyla değil, yüzde 50’yle iktidar olmuş bir hükümetin yandaşı olarak gazetecilik yapılıyor ama özünde aynı. Ne diyorlar, bu demokratik hükümet, öbürü askeri müdahale, benim için özünde fark etmez. Görünüş açısından tabii askerin karşısına git, selam dur falan çirkinlik daha ağır basıyor. Bugün lacileri giyiliyor daha sivil duruyor ama özünde değişmez. Birinden emir alarak gazetecilik yapmanın iğrençliği açısından hiç farkı yok. İster diktatör olsun, ister yüzde 50’yle iktidar olsun, ister asker olsun, ister azınlık olsun, ister Esad olsun özünde hiçbir fark yok.


Keşke Ece için daha iyi bir yazı yazsaydım


Şu an çalıştığınız gazete de bazı gazetecilerin işlerine son verdi. Ece Temelkuran'ın HaberTürk'ten gönderilmesi sırasında siz gazetenin bu durumla ilgili açıklama yapmasının gerektiğini belirten bir yazı yazdınız. Daha sonra gazeteniz, özetle Temelkuran'ın twitter'da yazdıklarını gerekçe gösteren bir açıklama yaptı. Bu açıklamayı tatmin edici buldunuz mu?

Bunlar zor sorular. Ben müesseseyi kızdırmaktan korkmam o yüzden zor değil ama insanları üzmekten korkarım o açıdan zor. Bir kere herkes şunu düşünmeli, zamanında başkaları giderken yazmadığınız yazılar sonra sizin arkanızdan yazılmayan yazılara dönüşüyor. Kadın, erkek, solcu, sağcı herkes bunu aklının bir köşesine koymalı. Ben yaşadım bu acıyı ve çok hayret etmiştim. Kendim için değil ama Milliyet’ten Turhan Selçuk, Bedri Koraman, Zeynep Oral gibi kuruluşundan beri bulunan insanlar kovulurken, oranın cumhuriyetçi büyük yazarlarının hiçbirinin tek bir kelime yazmaması benim için çok şaşırtıcı olmuştu. Hadi insan benim için tedirgin olabilir, ben sivriyim, falan ama insan Turhan Ağabey’e, Bedri Ağabey’e bir güle güle demez mi, Zeynep’i niye çıkardınız çok şaşırdım demez mi? HaberTürk’teki hikâye de odur. Bekir gidince birisi yazmadı, Ece gidince başkası yazmadı. Benim Ece’nin ardından yazdığım yazı çok severek yazdığım bir yazı değildi, geçmiş kırıklıklarım vardı. Bir yandan da kim olursa olsun giden için bir şeyler söylemek lazım.


Açıklamayı nasıl değerlendirdiniz?

O açıklamanın bizle ilgili bir yönü de var, o açıdan tartışmalı bir açıklama. Biz gazeteciliğimiz nasıl yapacağız? Biz müesselerde özgür değilsek, özgürlüğü başka bir alanda arayacaksak, niye sadece o alanlarda yapmıyoruz? Vehayut gazetecilikle militan olmak, gazetecilikte aktivist olmak, bunların bağdaşıp bağdaşmadığı noktalar neresi? Bir parti gazetesinde çalışmanın açıklığı yerine, merkez medyada çalışıp dışarıda da bir aktivist hayatının olması, bunları gazetecilik açısından tartışırım. Ama bunların hiçbiri, insanların kovulma nedeni olamaz. Uyarılma nedeni olabilir ancak. Benim açımdan önemli olan şudur; ben HaberTürk’e sonradan geldim. Beni ‘vicdanlı bir yazar, şöyle, böyle’ diyerek ilan ettiler. Ben buna aykırı bir şey yapsam utanırım. Ben kendime öyle demem ama onlar bunu diyince bu benim angajmanım şimdi ben vicdansız bir yazı yazarsam utanırım ama gazete de şu angajmanı yaptı; “Bunun vicdanıyla yazdığı yazıları biz kabul ediyoruz” demiş oldu. Aynı durum Bekir Coşkun için de Ece için de geçerli. Onları da bir şekilde duyurdu bu gazete...


HaberTürk’e gelmeden önce başka bir profil çizmiyordu bu yazarlar zaten neyseler oydular.

Evet, işte bu profildeydiler o zaman bu profilin sorunlu olduğu yer, yazıları değil de, dışarıdaki meselelerse bunun yolu konuşmaktır, ikna etmektir. Dışarıdaki faaliyetlerle ilgili benim de sorunlarım var. Bunların tartışmalı olduğunu ben de kabul ediyorum. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin Hak ve Sorumluluk Bildirgesi’ni hazırlayan benim. Buna dair bir şeyler anlatılır orada. Onu hazırlarken de 150 tane metne baktım bütün dünyadan ve Türkiye’yi de düşündüm. Bağımsız bir gazeteci profilini nasıl koyabiliriz diye. İktidardan bağımsız, tabii ki bir müessesede çalışacak ama patrondan bağımsız, kulüp başkanından, polis şefinden, herhangi bir partiden bağımsız, ideolojiden bağımsız demiyorum ama mesleki olanlar hariç örgütlü eylemden bağımsız. Biri bana emir verse, yarın şurada olacaksın vs. diye, ben o zaman düzgün gazetecilik yapamam. Ama bunlar hep gazetecilik tartışması, bunlar kriminal şeyler değil, ille günah değil. Bunlar tüm dünyada tartışılır ben de tartışırım ama kovma sebebi alma sebebiyle çelişmemeli. Alırken bir insanı ne için parlak buluyorsanız, kovarken de o parlaklık nedeniyle kovuyorsanız bu bana şaşırtıcı gelir. Benim oradan çıkardığım başka dersler de var. Keşke Bekir Coşkun, Emin için yazı yazmış olsaydı. Keşke Bekir için Ece bir yazı yazmış olsaydı. Keşke ben de Ece için daha iyi bir yazı yazmış olsaydım. Keşke Emin de Mümtaz Soysal ya da Zeynep Atikkan kovulduğunda yazsaydı. Benim için önemli olan budur.


Sendikasızlaşmada hepimizin suçu var


Son bir soru; Basının bu durumda olmasından çok şikâyet ediyoruz, peki bu durumda örgütsüzlüğün de rolü yok mu? Neden mesela sizin gibi ünlü gazeteciler bu işe önayak olup Türkiye Gazeteciler Sendikası'nda görev alıp diğer gazetecilere örnek olarak bir örgütlenme çağrısı yapmazlar?

Ben bunu Cemiyet’te denedim. Üstelik verimli bir dönemimde bütün mesleki hırslarımı aştığım bir dönemde denedim. Üç dönem yönetimde de oldum ama tabii orada da bir yapı var o da insanı yıldırıyor biraz. Sendikanın yok oluşunda hepimizin dahli var çünkü biz de istifa ettik sendikadan o dönem. Sendikadan kaynaklanan sorunlar da vardı ama önce bizim hatamız çünkü sorun var diye bir yapıyı yok etmek gerekmiyor. Pire yüzünden yorganı yakmak gerekmiyordu ama hepimiz yaptık bunu. Ben bu konuda çok yazı yazıyorum ama gidip sendikaya üye olmadım mesela neden? O sendika içi tartışmalar falan da değil sadece zira onlar her yerde bir ailede de olur. Çünkü tedirgin olduğum şey şu; diyelim ki ben de o ‘ünlü gazetecilerden’ biriysem, böyle bir çağrı yapsam inan bunu yapan tek kişi olarak kalırdım. Sabah Atv grevinde kapıya çadır kurdu 10 tane çocuk. Ben o binaya hiç gitmiyordum üstelik ama tek yazan ben oldum. Bütün o yazarlar, o kapıdan geçiyor. Bir kişi de çıkıp yazmadı. İlla öv de demiyorum, illa “helal olsun çocuklara” yaz da demiyorum. “10 tane gerizekâlı greve çıkmış” yazsan bile bir şekilde grev lafı geçer. Ben çok hayret ettim, bir tane yazı yazılmaz mı? Hadi diyelim Sabah’ta patron korkusu var. Milliyet’te biri yazdı mı? Hürriyet’te biri yazdı mı? Hani Sabah’la kavgalıydı bunlar?