Gündem

Umuda ihtiyacı olan müslümanın Gezi rehberi…

'Sonra kendimi nasıl Gezi Parkı’nda bulduğumu, Gezi eylemlerinin benim için anlam ve önemini anlatacağım ve bana ve arkadaşlarıma attıkları ‘Neden Sustun Çiçeği’ni göstermeye çalışacağım'

12 Temmuz 2013 04:33

“Ve sattın mı savaştaki yürüme rolünü, bir kafeste başrol oynamaya?
Ah nasıl isterdim, nasıl dilerdim burada olmanı
Alt tarafı kaybolmuş iki ruhuz bir akvaryumda yüzen, her sene
Aynı eski zeminin üzerinde koşan
Ne buldun? Aynı eski korkuları
Keşke burada olsaydın.”
 
- Pink Floyd – Wish You Were Here (Çev. M.Efe)
 
Sana önce gençliğimden söz edeceğim. İslamcı günlerimi yad edeceğim. İktidara yakınlaştığımız günleri. Sonra ‘çekip gitmenin türküsü’nden dem vuracağım. Sonra kendimi nasıl Gezi Parkı’nda bulduğumu, Gezi eylemlerinin benim için anlam ve önemini anlatacağım ve bana ve arkadaşlarıma attıkları ‘Neden Sustun Çiçeği’ni göstermeye çalışacağım. Sonra, arkamızda çürüyen bir dünya, tarihin kirli okyanusu kıyısında, ayaklarımızı süpüren yeni bir dünyanın dalgalarını tarif etmeye çalışacağım. İliklerime dek hissettiğim bu yeni dünyanın öncülerinin ipuçlarını paylaşacağım.
Haydi Bismillah!
1. Buradaydım.
Akıl baliğ olduğum günden beri, okumak, düşünmek, yazmak ve konuşmak hayatımın en belirgin yanları oldu. Gölgesinde doğduğum kültür ve toplum düzeni ise İslamcı olmaktan başka ve daha anlamlı bir seçenek bırakmamıştı benim için. Örgütlü mücadelenin önemine inanmakla birlikte, hiçbir örgüt ve cemaatin öngördüğü hiyerarşi ve üyelerinden beklediği düşünme ve davranış kalıpları uymuyordu bana. Özellikle, ‘anlamıyorsan tevil et, sen abilerden daha mı iyi bileceksin?’ türünden dayatmalar. Çözüm olarak, doğru bildiğim eylem ve söylemleri kimden gelirse gelsin desteklemek, yanlışı kim dayatırsa dayatsın karşı çıkmak da kaçınılmaz bir çaba haline geldi. Bunun Müslüman olmanın ‘La ilahe illallah’ kuralına da uygun oluşu, kişiliğimi koruma reflekslerimi içselleştirmemi kolaylaştırdı.
Yukardaki cümlelerle başlayıp oradan, Kürtçe tabirle  ‘qûna xwe şuşt da ser punge’ (‘kıçını yıkayıp reyhana oturmuş’); kendinden memnun, emin bir üslupla devam etmek isterdim. Ama doğrusunu istersen, sistem kötüydü ve sisteme karşı ne varsa ilgi alanıma giriyordu. Mütedeyyin bir aileden olmamla başlayan Müslüman kimliğim, Müslümanlığı ezmeyi ve ülkenin üzerine kahredici aşağılık kompleksini boca etmeyi ideoloji haline getirmiş bir Oligarşinin Cumhuriyeti altında şekilleniyordu. Bu da beni ona karşı çıkan ve Müslümanlığa vurgu yapan her görüş, örgüt, yapı ve söylemin etkisine son derece açık hale getirmişti. Yaşıtlarımın kimi cemaatlerde, kimi vakıflarda, kimi tarikatlarda soluk almayı seçti. Bencileyin birkaç huysuz çocuk da bir orada bir burada kendini tanımlamaya çalıştı. Hepimizin ortak paydası, sistemin bizi kucaklamadığıydı.
Annelerimizle çelişen bir sisteme eklemlenmemiz imkansızdı.
Sonuçta, gençliğim, mücadele geleneğimizin öncülerini, mücadeleye katkılarıyla öne çıkmış ağabeyleri okumak/dinlemek/izlemek, İslam’ı yeniden tarihin ve dünyanın merkezine yerleştirme mücadelesinin zincirine eklenmek amacıyla dergiler çıkartmakla geçti. Sistem, akrabalarımı Kürt diye dipçikler, köylerimizi yakarken, öte yandan annemin başörtüsünü iç düşman tayin ettiğinde, yine aynı sistem,  ailemizin tek dehası ve bir bilim kadını olmak isteyen kız kardeşimi bir sembole indirgeyip, başörtüsüyle okumasın diye okul kapılarında tartaklayıp, ikna odalarında aşağılamaya başlayınca eylemler organize etmek veya eylemlere katılmak, doğal olarak devlet eliyle yargılamalar, yaftalar, çeşitli çap ve ebatlarda cop, tekme, dipçik ve hakarete muhatap olmak da benim için kaçınılmaz olmuştu. O kadar önemsiyordum ki Devletin kişiliğime saldırılarını, yakın arkadaşlarımla bile paylaşmak istemiyordum. O benim davaya küçük katkımdı. Yazılarım gibi bana aitti. Eylemlerimiz de kendimi ifade etme ihtiyacımın birer tezahürüydü. Bana aitti.
Düzeltecek çok şey vardı, atılacak çok slogan ve ben hepsini düzeltemezdim ama başörtüsüne saldırı, tüm diğer zulümlerin kaynağının bana dönük yüzüydü, düzeltilmesi gereken herşeyin bir sembolüydü ve o sembolü savunmakla başlayabilirdim. Onu savunmayı başarabilirsem, kaynağın ayakları altındaki halıyı çekebilir, boğazımı sıkanın hayalarına kendi tekmemi atabilirdim. Bana aitti.
Eylemlerimizin zaman zaman radikal grupların, ‘kuşların göz bebeğine hak yol İslam’ yazmak isteyenlerin, ‘Toroslardan aşacağız Çankaya’yı basacağız’ sloganlarının, savaş düzenine geçmek isteyenlerin, silahlanıp İslam Devrimi isteyenlerin de katıldığı, sistemin aramıza serpiştirdiği ajan provokatörlerin de ellerinden geleni artlarına komadığı eylemler olmasına rağmen bu böyleydi. Başıma başörtüsü takıp, tişörtüme ‘aşırı dinci’ yazıp İstanbul Üniversitesi’nin kapısına dikildiğimde ve gülerek ‘lan oğlum bak git!’ diyen polis memuruna küfrettiğimde ne kadar haklı hissediyorsam, meydanları inleten ‘İslami Hareket Engellenemez’ eylemlerinde de o kadar haklı hissediyordum.
Devlet, uzantıları ve hegemonyanın medyası ‘İrancı bunlar’ dediğinde, devrim muhafızları gibi giyinip ‘Humeyni Ey İmam’ marşları söylemek vacip hale geliyordu.  Sistemin sembollere indirgediği her şeyi bayraklaştırarak savunmak onurumuzdu. Onur böyle bir şeydi.
Sistem’in nefret ettiği her sembol sevimliydi.
Devlet Kürt mü Türk mü olacağıma, Türklüğün ne olduğuna, neye nasıl inanacağıma, inancımı nasıl yaşayacağıma, ne okuyacağıma, nasıl giyineceğime, nasıl konuşacağıma karışamazdı. Buna direnmek Müslüman olmanın doğal bir tezahürü olmalıydı. Biz meşruiyetimizi ne yanımızda bağıranlardan, ne eylemlerimizi adil olmayan amaçlara saptırmak isteyenlerden ne de düşmanlarımızdan alıyorduk.
Hak her zaman hakdı. Bu, bu kadar basitti.
Güzel günlerdi. Zordu, doğal değildi ama güzeldi kardeşim! Direnişin, mücadele teyakkuzunun, insanı, evrendeki her şeye güçlü ve anlam yüklü bir bağlayışı vardı.
Ben yazarken, ülkeme egemen hegemonya ve uzantıları, beni İslamcı diye tanımlıyordu. Bence bir sakıncası yoktu… İslamcılık Allah’ın teklif ettiği yaşam biçimini aktif olarak paylaşmak ve onun siyasal bir sistem olarak ifadesini olabildiğince yüksek sesle haykırmak demekti.
Mücadelemiz mevziler kazanmaya başladığında da ben, belki biraz da zaten Müslümanca siyasal tepkiye çok yakın bulduğum sol ve anarşizm kitaplarının da etkisiyle, düşmanımıza dönüşme tehlikesine karşı kendimce bir şeyler söylemeye çalıştım. Biz güce değil söze talip olanlardık; adalet, bağımsızlık ve özgürce, Müslümanca yaşamak isteyenlerin mücadelesiydi mücadelemiz; Batı ve Emperyalizme karşı halkların nefsi müdafaasıydık.
Bu, ‘halka’ ile ‘piramid’in savaşıydı. Birleştiren ve eşitleyen ile, parçalayan ve köleleştirenin savaşı. Sadece Allah’a kul olmanın özgürlüğü ile, kullara kulluğun savaşı. Cemaat olup saf tutmak ile imtiyazların ve hiyerarşinin savaşıydı.
Müslüman olmak, özgürce seçmek ve Allah’dan başkasına kul olmamak özgürlüğü ve bunu herkes için istemek sorumluluğuyla bir teyakkuz sahibi olmaktı. Herkes bu mücadeleye katkıda bulunmak çabasında olmalıydı. Ve saire.
Birlikte eylem yaptıklarım, “İslami Hareket’i eleştiriyor,  düşmana koz veriyor, gençleri örgütleri terk etmeye çağırarak pasifize ediyor, kız erkek ilişkilerini meşrulaştırıyor, bizim cemaate hakaret ediyor, haddini bilmiyor” v.s. v.s. gerekçelerle ilk kitabımın afişlerini parçaladığında, yalan ve iftira kampanyaları başlatıldığında, inadına okul bahçelerinde, kalabalık kahvehanelerde başörtülü kızlarla oturup sigaralar paylaşıyor ve Nuri Pakdil, Sezai Karakoç tartışmayı onur biliyordum. Zorbaların sevmediği herşey sevimliydi. Normalde yapmayacak olsam bile.
Bir keresinde, entelektüel ilgilerini abilere onaylatmayı marifet sayan biri, etrafına 1. 2. sınıflardan bir grup öğrenciyi toplayıp fakültede yolumu kesmiş ve ‘Efe Kardeş sen kitabına aşk hikayesini popülist bir amaçla mı koydun?’ diye sormuştu. Etrafındakiler bir bana bir ona, ‘Abimiz ne biçim geçirdi bak’ gibi bakıyorlardı. Hiç tereddüt etmeden, ‘Sana verebileceğim en entelektüel cevap, iki kelimeden ibarettir’ demiştim, ‘S....r Git’.
Halepçe Katliamı’nın yıldönümünde, mahallemizde, ilk defa sahneden Kürtçe şiirin okunduğu geceyi düzenleyenlerden olduğum için Batman’da kendilerine Hizbullah diyenler beni tahra ile öldürmekle tehdit ettiklerinde ve benim neden mırıldandığımı sorduklarında, “kes sesini de Allah beni Hizbullah’ın şerrinden korusun diye okuduğum Ayet-el Kürsi duasını okumayı tamamlayayım” demem de kaçınılmaz olmuştu.

Dergilerim toplatıldığında ve ‘Devleti, Devlet büyüklerini, Orduyu ve Devletin milletle olan bağını tahkir ve tezyif (zayıflatan) eden’ yazılar yazdığım suçlamasıyla yargılandığımda, mevzi kazanımları önemseyen arkadaşlarımın da hışmına uğruyordum. RefahYol hükumetinin Refah Parti’li Adalet Bakanlığının izniyle TCK 159/1’den son kez ve (suç tekrarı + önceki infaz) 6 yıl 10 ay hapis yatmak tehlikesiyle yargılandığımda, 28 Şubat’tan bir kaç ay önceydi. Kurucusu olduğum Yeni Şafak Gazetesi ve gazeteye işe aldığım ekip, duruşmalarıma muhabir bile göndermemişti. Ülkemden ayrılmadan önce yazdığım son yazıda, ‘inanamıyorum’ demiştim, generallere direnmektense elde ettikleri makamları kaybetmemek için alttan alan arkadaşlarıma: ‘Ödediğin bedele inanamıyorum!’

 
2. Hoş Bulmadık!
 
17 yıl sonra, derin hasretlerin yurdu ülkeme döndüğümde 28 Şubat’a ve Kemalist diktaya yeter deyip sandıkta arkadaşlarımı seçmiş ülkem, 10 yıldan uzun süredir yerelde ve merkezde arkadaşlarımca yönetilmekteydi. Ülkemi daha adil, daha Müslüman, daha hoşgörülü, daha ahlaklı insanların ülkesi olarak bulacağımı umuyordum diyemem ama gün geçtikçe gördüklerime yaşadıklarıma hazır olduğumu da söyleyemem.
 
Yükselen ve derinleşen adalet, kardeşlik, vefa, Müslümanca değerler, infak, tasadduk değil; hırs, acımasızlık, sevgisizlik, kıskançlık, günü kurtarma, torpil ve nifaktı.
 
Sanki gizli bir el, en ahlaksız, en çıkarcı, en bencil, en sinsi, en müfrit yanlarımızı bulup tetiklemiş, yükseltmiş, ödüllendirmiş, çoğaltıp tüm ülkeye yaymıştı. Sanki gizli bir el, memur olmaktan başka hiçbir şeye inanma kabiliyeti olmayan, sorumluluğu ve tutarlılığı makam arabasından ibaret küçük adamları tek tek bulup tahkim etmişti. Ve sonuçları her yerdeydi.
 
Geldiğim ilk hafta, bir ‘kavimler göçü’ne benzeyen metrobüsde, yaşlı bir kadını şiddetle kenara itip açılan tek koltuğu kapmaya davranan gence, kadıncağız “Yapma evladım” dediğinde, oğlu yaşındaki genç adam “Ya git elimin tersiyle bi tane koyucam şimdi!” dediğinde bunu duyan hiç kimse sesini çıkarmamış, ellerindeki en pahalı cep telefonlarında bir şeyler yapmaya devam etmişlerdi. Tüm metrobüsün duyacağı şekilde, dakikalarca yüksek sesle nasıl bir ülke olduğumuzu hatırlatmaya çalışır buldum kendimi. Kulağıma çalınan “Ya bi sus da kafamızı dinliyelim” dışında bir tepki almadım. Genç adam yerinden kalkıp beni dövmeye çalışmış ama kalabalıktan ulaşamamıştı. Benzeri sahnelere tekrar tekrar şahit olduğumda, haykırmak isteğimin yerini susmak isteği aldı.
 
Belki 17 yıl uzakta olmasaydım bu kadar görmezdim. İçinde yaşasaydım, göreceklerim başka olacak ve belki ben de bir memur olmayı seçecektim. Bilmiyorum. Ama olmamayı seçenleri de görüyorum. Ve sustuklarını.
 
Lise yıllarımdan beri yakın arkadaşım, yoldaşım olan bir yazar/mütefekkirle ilk karşılaşmamızda, etrafındaki maiyetle masama oturdu. Tanıştırmadı kimseyi.  Biri Suriye’de olanlara üzüldüğünü ifade etti, “yazık” dedi, “bir sürü genç adam gitti buradan, bir sürü insan ölecek” dedi. Arkadaşım, bir yandan lokmasını çiğnerken, ‘Fenerbahçe bu maçı alır’ gibi bir cümlenin doğallığıyla, tereddütsüz, “Ne var yani, trafik kazalarında hergün ölmüyorlar mı, biraz da haklı bir dava için ölsünler ‘na koiim” dediğinde, oradan nasıl kaçtığımı ne sen sor ne ben söyleyeyim. Cümlenin kalpsizliği, doğallığı, rahatlığı günlerce bir hafakan gibi çullanmıştı üstüme.
 
VIP bölümü olan camiler, camilerden yüksek gökdelenler, başörtüsü modaları, bir zamanlar yarım ekmeği paylaşanlardan şimdi insanları geçimleriyle hizada tutmaya çalışan ‘müstekbir’ler türemişti. Ve onlara karşı çıkmanın bile bir kariyere dönüştüğü bir ülke. (‘Geçim seni! Geçim seni!’) Hazır değildim buna.
 
Salih Mirzabeyoğlu, Fahri Memur, Zeki Şengöz gibi ‘İslamcılar’ın, generallerin hapse attığı masumların hala 2×4 metrelik hücrelerde çürütülüyor olmasına hazır değildim. O Şair Mirzabeyoğlu ki, 15 yıldır yaşadığı işkencelerden koruyabildiği zihniyle şu soruyu ulaştırabildi hücresinden: ‘Ahlak olmadan hukuk olur mu?’. Duydun mu O’nu? Dirilişimizin mimarlarından Sezai Karakoç Ağabey’in, Atasoy Müftüoğlu Ağabey’in iktidardaki arkadaşlarımın işine gelmeyen cümleler kurdukları için gavur ve ‘kripto düşman’ muamelesi görmelerine hazır değildim. 
 
Bir omurgasızlar, tıynetsizler egemenliğine hazır değildim!
 
Herşeyin mihverinden bu kadar çıkmış olmasına hazır değildim! Kelimeler, kavramlar, ah, o güzel kelimeler! Uğruna Gayrettepe’de sabahlara kadar coplandığımız o kelimelerin bir paçavradan daha değersiz hale getirilişlerine; bayağı gündelik siyasetin diline, megafonuna döndürülmüş olmalarına hazır değildim…
 
Hazır değildim arkadaşlarımın, kalbimizi delik deşik eden tarihinde ilk kez doğrudan bizim çocuklarımızı da katleden İsrail kanseriyle bu kadar canciğer oluşlarına. Gazze bombalanırken bir sabah namazında İsrail elçiliği önünde toplanan eylemcilere bakmış ve 25 kişi demiştim, 25 küçük karınca…
Hep en güzel cümleleri kuran dostlarımın, kitabın ortasından yazan arkadaşlarımın, ağabeylerimden kanser ve kahırdan henüz ölmemişlerin, sessizliği seçmek zorunda kalmış olmalarını görmeye hazır değildim.
 
Yalanın, kibrin, ikiyüzlülüğün bu kadar Müslümanca konuşmasına hazır değildim…
 
İşte bu gelgitlerin ortasında buldu beni Gezi olayları. İşte bu yüzden kendimi Gezi parkında bulduğumda şaşırmadım. Zihnimde neden buradalar, ne istiyorlar, kim bunlar gibi sorular uğuldayarak vardım oraya. Bana benzemiyorlardı ama Amerika’da tanıştığım çocuklara çok benziyorlardı. Ve yüzlerindeki anlamsa hiç unutmadığım kendi gençliğimi hatırlatıyordu. Sistemin sevmediği her şeyi elde tutmaya çalıştığımız günleri. Hatırlıyordum o çocukları. Ellerindeki sembolleri tutuş biçimleri, sloganlarının acemiliği tanıdık geliyordu. Kurucularından olduğum İnsan Hakları Deneği’nin ilk sloganı hemen hücum edivermişti dimağıma: ‘Kim olursa olsun mazlumdan yana, kim olursa olsun zalime karşı’.
 
Birlikte eylemler yaptığımız, dergiler çıkardığımız, ekmek bölüşür gibi kitaplar üleştiğimiz arkadaşlarım yoktu orada. Tanıdık gelen sloganlar, bir zamanlar bize saldıran zorbaların diline benziyordu ama etrafımda gördüklerim o zaman henüz çocuktular. Şimdi ise coşkuluydular, gençtiler, rahatsızdılar ve arkadaşlarımın da kurduğu iktidara öfkesiz, neşeli, renkli bir itirazın tablosu gibiydiler. Ve kolluk güçleri, 10 yıldır emrinde oldukları iktidar adına gaz bombaları ve su mermileriyle o gençlere saldırıya geçtiğinde onlarla birlikte savrulmam kaçınılmaz olmuştu.
 
Annemi bile ikna etmeyi başarmış tek politikacı, mahallemizdendi. Siyaset sahasında mücadele eden abilerimizdendi. Ve onun polisleri şimdi nefesimi kesiyor, gözlerimi kan çanaklarına çeviriyordu. Gözlerime temizleyici bir solüsyon püskürten delikanlının sorusunu güç bela duyuyordum bir savaş meydanına dönmüş Taksim’de: ‘Abi neye gülüyorsun ya! Bi dur da gözlerine sıkayım şunu. Sakin ol!’
Güleyim mi ağlayayım mı bilemedim; Annemin ‘oğlum’ dediği Başvekil, o gençlere çapulcular dediğinde. ‘Onlar ve biz’ üzerinden; ‘dediğim dedik, çaldığım düdük’ üzerinden bir dille, ülkeye onulmaz yaralar açmayı göze alabildiğinde.
 
Ve o gençlerden, İslamcı diye eleştirilen hükumetten ayrışmak için kendilerini Müslüman diye tanımlayan bir grup, Müslümanları Gezi’yi anlamaya, onu doğuran şartlarla yüzleşmeye ve ‘emrolundukları gibi dosdoğru olmaları’ ayetini hatırlamaya çağıran bir bildiriyi imzaya açtıklarında, imzalamayı da bir görev bildim. Tanımadığım, ne yaptıklarını bilmediğim, ne tür oluşumlarda olduğunu bilmediğim insanlar da vardı imzalayanlar arasında. Bilmem de gerekmiyordu. Bildiğim, bildirinin mesajını ve sorumluluk davetini kucaklamak istediğimdi.
 
Ardından gelen karalama ve hakaret kampanyalarına hazır mıydım ondan da emin değilim ama gençliğimi hatırlamam kaçınılmazdı. ‘Biraz da Suriye’de ölsünler’ cümlesini kuran eski arkadaşım, bir yandan da bir haber-yorum sitesi yayınlıyordu. Bir özel harekat tetikçisi gibiydi sitesi. Ve sitesinden sahte bir isimle yayınlanmış bir makale, beni açıkça ‘bu ülkenin ağacını devirmeye’ çalışanlardan olarak hedef gösterdiğinde, sırtıma hedef tahtası iliştiren yazının yazarı, ‘devlet dairesinde çalıştığımdan kimliğimi gizledim’ demişti. Yani maaşını riske atamazdı ama o maaşını verenleri eleştirdiğim için ülkenin düşmanı olarak mahkum edilmemi uygun görüyordu. Ve yayıncısı, yani o eski arkadaşım, emek sömürüsü, köle ticareti yapan bir taşeron şirketin sahibi olup iktidardan beslenenlerden olmuş, hatta Roboski kurbanlarının ailelerine iktidar adına boyun eğdirmeye çalışan biri haline gelmişti ben buralarda yokken. Şaşıramamıştım.
 
Bir zamanlar rejim provokatörlerine, karşı provokatörlük yaparak kendince mücadele eden, yalan ve iftiraları İslamcılık için meşru araçlar gören bir gazete vardı. Hala var. Hedefleri değişmiş. O gazetenin, imzacılardan elle seçilen 20 kişinin resimlerini, ‘Asla Unutmayacağız’ diye afiş şeklinde yayınladığı kara listenin sonunda, benim de adımı ve fotoğrafımı görmem şaşırttı diyemem. Ama Annemin bana çocukluğumda anlattığı karınca hikayesini hatırlatıverdi.
 
Ve İsmet Özel’in tuzlu mısrasını hatırlamam da kaçınılmaz olmuştu:  ‘Beyazların yöresinde nasibim kalmamış, yerlilerin topraklarına karşı suç işlemiştim’.
 
Su taşımak isteyen karıncalara ve susmayı seçenlere ve susmaya devam edenlere ve ülkeme döndüğüm halde hala özlediğim arkadaşlarıma, içlerinde bir yerde soluk almaya devam ettiğini ümid ettiğim dünkü hallerine bir mektup yazmak isterdim.
 
Hatırladıklarımı, unutmadıklarımı, beyazların yöresinde pusulamı ülkeme dönük tutan kelimeleri, türküleri, marşları bir kez daha yazmak isterdim.
 
Cemil Meriç okuyan kaldı mı? Hatırlayan var mı hala orada bir yerde, az gelişmiş yaftasını slogana çevirdiğimiz ‘Bu ülke’nin satırlarını?
 
“Kıt’aları ipek bir kumaş gibi keser biçerdik. Bir biz vardık cihanda, bir de küffar… Zafer sabahlarını kovalayan bozgun akşamları. İhtiyar dev, mazideki ihtişamından utanır oldu. Sonra utanç, unutkanlığa bıraktı yerini, ‘Ben Avrupalıyım’ demeğe başladı, ‘Asya bir cüzzamlılar diyarıdır.’..”
 
Size karşı cüzzamınızı onurla taşıdığınız dününüzü, delikanlılığınızı savunmak isterdim.  Ama siz susanların sağır eden suskunluğu ve durmadan konuşanların, sesleri en çok çıkanların kahreden memurluğu ve ülkeye egemen kıldığınız yeni Türkçe’nin aklı dumura uğratan çatallığı paralize ediyor beni.
 
Bunları niye ve kime yazdığımdan çok emin değilim ama İbrahim’i yakan ateşe ‘safım belli olsun’ diyerek su taşıyan karıncanın hikayesini bana çocukken anlatan annemin hikayesi ne zaman aklıma gelse, oralarda bir yerde bir izdüşümüm olabileceğini ve o karıncanın yalnız olmadığını işitmeye ihtiyacı olabileceğini hayal ederim.
 
Ve sen, bir zamanlar sesimizi kesen, ümüğümüze çöken rejime olan hıncının şiddetiyle ‘bizimkiler’in iktidarını şiddetle kucaklayan ve onu Hz. Ömer’den daha yüksekte bir bayrağa yücelten arkadaşım, konuştuğunda kendini bir mazeretler megafonuna indirgerken vazgeçtiklerinin neler olduğunu biliyor muydun? İlk vazgeçtiğinin duyabilme yeteneğin olduğunu düşünüyorum. Senin dinlemeyeceğini biliyorum beni. Çünkü konuşanlar duymazlar. Ve hiç kimse duymak istemeyenden daha sağır değildir.
Belki susanlardır bir muhacirin ‘konuşun’ çağrısını duymaya en çok ihtiyacı olanlar. Ve belki en çok onlardır Gezi Parkı’nın herkese lazım olduğunu en güzel anlatacak olanlar. Belki sensin ey bu satırları okumak zahmetini gösteren kardeşim. Eski arkadaşım. Yoldaşım. Gönüldaşım. Megafonlaşmaktan yada megafonlardan korkup, susan kardeşim.
 
Ben Gezi’den öğrendiklerimle bir şeyler söylemek isterim sana. Çünkü eski rejimin kalıntıları, dünya sisteminin kaos finansörleri ve yeni rejimin korkuları birerli koldan üstlerine çullanmadan önce, Gezi Parkı eylemcileri, direnç ve cesaretleri ile bana teşekkürü hakeden bir çiçek attılar. Nerede durmam gerektiğini hatırlattıkları için benden ve üzerine kendi ellerinle serptiğin ölü toprağını silkeledikleri için senden en azından bir teşekkürü hakediyorlar.
 
Önce sana attıkları çiçekten sözedeceğim. Suskunluğuna gönderdikleri sesten sözedeceğim. Sonra bana attıkları çiçeği paylaşacağım seninle, yeni bir dünyanın habercisi bir nevruz çiçeği.
Benden sonraki dünyanın öncülerini gördüm.
 
3. Gezi senin eserin.
 
Gelinen noktada, Müslüman örgütlerin, kanaat önderlerinin, yazar, gazeteci ve aydınların salt çoğunluğu, kamu maslahatı adına ya da doğrudan memur/yandaş güdülerle görmezden gelerek veya sessiz kalarak, hiçbir insana yakışmayacak pek çok ihlalin suç ortakları haline geldiklerini anlamalıdır.
 
Anlamalısın.
 
Müslüman bir partiyi seçmekle Müslüman olma sorumluluk ve ahlakını da delege etmiş olmadığımızı, Müslüman olmanın kamuya dönük sorumlulukları için vekalet verdiklerimizin Hz. Ömer’den daha üstün olmadıklarını, halife seçildiğinde Hz. Ömer’e ‘yanlış yaptığında biz seni eğri kılıçlarımızla düzelteceğiz’ demeyi gerektiren teyakkuz sorumluluğumuzu da onlara teslim etmediğimizi hatırlamamız gerekiyor. Adalet ve özgürlük, sorumluluk gerektirir. Sorumluluk delege edildiğinde, delege edilenlerin elde ettikleri güç ve yetkiyle adaleti ve özgürlüğü baskı altına alması kaçınılmaz olur, bilmiyor muyduk bunu?
 
Ve ben Gezi’ye destek veren halime bürünüp sormak istiyorum: Geçmişteki vesayetçi ve farklı kültürleri yok sayan dayatmacı oligarşi rejimine karşı Müslüman halkın ve ezilen yığınların umudu olarak “demokratikleşme, adalet ve reform” vaadleriyle seçilen hükumet; nereden bakarsan bak aslında bir halk devrimi sayabileceğimiz bu hükumet, vesayeti kaldırmaya öncülük ederken, geçen 10 yıl sürede, salt çoğunluğun oylarıyla elde ettiği kamu yetkisini farklılıkların ve muhalefetin yaşam alanını daraltan bir dayatma gücüne çevirdiğinde neden sustun?
 
Bir yandan bir barış süreci yürütülürken, öte yandan herkese barış isteyen sesler, hükumetin diliyle konuşmadıklarında şeytanlaştırılırken neredeydin? Kürtler’e kundakçı muamelesi yapıldığında belgesel izlemekle mi yetindin?
 
Bu iktidar Irak ve Afganistan’da milyonların katline destek verirken neden sustun?
 
Pozantı kutuplarda mıydı? Roboski’de 35 masum insan kendi uçaklarımızla bombalanıp millet meclisinde sorumsuzluk raporları kabul edilirken sustun, gördüm.
 
Bölgemizde barışın ve kardeşliğin öncüleri olman gerekirken, hükumetin global güçlerin güdümünde mezhep savaşları kışkırtacak öngörüsüzlüklerine sustun. Kendimi ayıramıyorum senden. Uzak diyarlarda bilişim devriminin kalbinde yöneticilikler yaparken anavatanımda bu olanları görmemeyi ve yazmaya olan inancımı yitirdiğim mazeretiyle, herkes herşeyi bilir ve kendi seçimlerini yapar tesellileriyle uzaktan izlemeyi seçmiş bir günahkarım.
 
Sustuk.
 
Halkın hizmetine avdet etmek vaadi ve sorumluluğuyla devralınan kamu kurum ve kuruluşlarında suiistimal, yalan, rüşvet, kayırma, kadrolaşma ayyuka çıkarken; iktidara temenna edenler dışındaki herkes dışlanırken, kamu kaynakları iktidara sorgusuz sualsiz yandaş olanları zengin etme yolunda yağmalanırken biz sustuk.
 
Ülkenin global sisteme direniş imkanları uluslararası şirketlere ve bankalara peşkeş çekilirken, tüm ülke bir arsalar ve AVMler yığını haline gelirken, Müslüman duyarlılıkları tüm dünyayı bir cehenneme çevirmiş Kapitalizm’in taşıyıcısı ve içselleştirici araçları haline getirilirken sustuk.
 
İtirazları susturan, gerçekleri örtbas eden, memurlaşmış kalemler ve megafonlaşmış ağızlarla doldurulmuş yeni bir medya hegemonyası kurulurken sustuk.
 
Tüketim kültürü, çirkin beton yığınlarından oluşan rant alanları, içi boşaltılıp yarışa döndürülmüş bir eğitim ticareti çocuklarımızın ve ülkemizin geleceğini katlederken sustuk. 28 Şubat’ın hücre işkencelerine mahkum ettiği masumlar hala mahpusken biz susuyoruz.
 
O kadar uzun süredir susuyoruz ki, suskunluğumuz, halkın emanet ettiği kamu yetkilerini kullanan iktidarı, doğru ve yanlış konusunda yegane otorite haline getirdi.
 
Halka ve hakka ait olması gereken otorite, iktidar çevresinde yoğunlaşmış bir azınlığın kibirli tekeli haline gelip, söyledikleri herşeyi itirazsız kabul etmeyen herkesin yaşam hakkını zorlayan ve Müslüman değerlerin dilini kullanarak halkı kandıran yeni bir oligarşi doğurdu: Çoğunluğun oylarını ve Müslümanlığın dilini; baskın karakteristiği fırsatçılık, ikiyüzlülük ve yağcılık olan ehliyetsiz bir küçük adamlar azınlığının hegemonyasına dönüştüren bir oligarşi.
 
Kendilerinden başka hiçbir Müslüman kurumun ayakta kalmasına izin vermediklerinde, her sesi boğduklarında sen sessizlik gönüllüsü mü oldun?
 
Yukardan aşağı yayılan yozlaşma vicdanları erozyona uğratırken; hükumet yandaşlığı, bizden başkasına hayat yok diyebilen, kibrin ve cehaletin ötekileştiren refleksi ve dini haline geldi.
 
İşçi ölümlerinin, tecavüzlerin, canilerin, kadınlara, yaşlılara ve çocuklara hunharca saldırıların ayyuka çıktığı günler geldi ama yeter diyen sesler ayyuka çıkmadı.
 
O kadar uzun süredir susuyoruz ki, şimdi sesini gıkını çıkaran bir avuç gencin çıkardığı sese kulak verenler de aşağılanıyor, saygısız ve nankör çocuklar veya satılmış hainler muamelesi görüyor. (Hey gidi Rasim Özdenören Ağabey! Sen de mi?) Gezi Parkı eylemcilerine reva görülen muamelenin tetiklediği hafızamda capcanlı duran bir muamele bu. Hatırladığım bir muamele.
 
Biz susmasaydık Gezi Parkı olmazdı. Adaletin, emanetin ilk ihlalinde; Müslümanlığımızın gerektirdiği teyakkuzla tepki verseydik, hükumet belki de hatalarını düzeltme şansına sahip olur, ülke manevra kabiliyetini kaybetmez, o çok önemsediğimiz birlik ve bütünlük dokumuz biraz daha devam eder, muhafazakarlık %50 adına tüm ülkede tahakküm kuran bir dayatma kültürünün bahanesi haline gelmezdi.
 
Gezi Parkı, vesayetçi rejimden kurtulan ülkemizin yetiştirebileceği dinamizm potansiyelinin etkileyici bir örneğidir. Müslümanların kurduğu ve işine geldiğinde muhafazakar, işine geldiğinde İslamcı davranan bir hükümetin 10 yılı aşan iktidarı sırasında herkes için adaleti öngören, güç ve iktidar vaatlerine direnebilen bir Müslüman muhalefet olsaydı, bu dinamizm çok daha önce, çok daha kuşatıcı, güçlü ve acısız çıkardı ortaya. Gezi Parkı ülkemiz gençliğinin yukarda saydığım ve gençliğin tüm zaaflarıyla malul olmasına rağmen sahip oldukları sınırlı özgürlüğün, yarınlar adına bir sorumluluk refleksine dönüşmüş tezahürüdür. Gençlik, partilerin, örgütlerin, vakıfların, derneklerin, cemaatlerin başaramadığı bir şey başarmış, bir araya gelmesi mümkün olmayacak sanılan sayısız farklı görüşü aynı adalet talebinde buluşturmayı başarmıştır.
 
Gezi Parkı, her biri otoriter, buyurgan, yukardan aşağı bir hiyerarşinin geleneğini temsil eden partilerin, örgütlerin anlamakta zorluk çektiği aşikar bir reflekstir. Gençlik dikey değil yatay ilişkileri sosyal ve siyasal sorumlulukla buluşturmayı keşfetmiştir. Bu yüzden eskiye özlem duyan rövanşçıların, provokatörlerin, iktidar isteyen devriklerin ve eskiyi neo-liberal politikalar kılığında yeniden üreten iktidarın kuşatması altında ilan etmeyi, duyurmayı başarmıştır.
 
Tüm acemiliğine, zayıflığına, saflığına rağmen, Gezi Parkı’nın; aşağılanmasına, şeytanlaştırılmasına, farklı kesimlerin birbirlerini taciz etmesine ve halkın katılımını engellemeye dönük kışkırtmalara direnebildiği kadar direnebilmiş olması, ancak Allah’ın bir lütfudur.  Ülkenin sağduyusu ülkemizin de Suriye ve Mısır’a döndürülüp dünyanın başbelası ikiyüzlüler sisteminin akşam sefalarına eğlence olmaktan henüz kurtulmuş değilse bile, uzak kalabilmiştir.
 
Gezi Parkı, eylemleri iktidar mücadelesi amaçlarına alet etmek ve eski vesayetçi rejimin rövanşını almak isteyenlerin davranışları üzerinden yargılanmamalı. Gezi Parkı’nı, şiddetin tırmandırılması, başörtülülerin tacizi, kamu yararının sabotajı, mahallelerin tencere ve tava gürültüleriyle terörize edilmesi gibi taktiklerle toplumsal çatışma üretilmesini isteyen örgütlerin davranışları üzerinden yargılamak sadece adaletsizlik değil, ülkenin elde ettiği bu yeni dinamizmi dinamitlemeye çalışmaktır. Bu provokasyonların etkisiyle cihad çağrıları, “ezelim, zor tutuyoruz, 1 milyon toplarız”  tehditleri de yine Gezi Parkıyla ortaya çıkan güzelliği görmeyen bir körlüğün tezahürleri. Biz Gezi Parkı’nı kucaklamakta gecikirken, onlar, ülkemizin içine sürüklendiği Ortadoğu krizi dolayımıyla, sofistike operasyon gücü yüksek bazı uluslararası çatışmaların bu eylemleri elverişli bir fırsat olarak değerlendirebileceklerini de adeta gözümüzün içine soktu.
 
İktidarı korumak isteyenler işin tehdit kısmıyla uğraşadursunlar, başarılı veya başarısız olduklarında geriye kalacak şeyi önemsemeyi seçmek istiyor ve seninle paylaşmak istiyorum: İşin doğrusu şu ki miadını doldurmuş bir dünyanın kavgaları bunlar.
 
Ve o ilk gün, gazdan yanan gözlerimi açıp etrafımdaki dehşete baktığımda, görebildiklerimi anlatmak isterim sana. İzzetle, aşağılanmadan yaşamak, sesini duyurabilmek, kişisel hayatı ve tercihleri üzerinde söz sahibi olmak, hukukun ve adaletin herkes için olduğunu anlamak, her bir bireyin sözünün ve reyinin eşit oranda önemli olduğu bir ülkede yaşamak, kamuya dönük tüm karar süreçlerinde dayatmacı değil, temsili değil, katılımcı bir yönetişim ve şeffaflık isteyen YENİ bir itirazın şiiri. Yeni bir kum selinin dalgalarını iliklerime dek hissettim. Bu itirazı Amerika’da da gördüm ben. Amerika’daki Wall Street’i/Kapitalizmi işgal et eylemlerinin başlangıcında da tanıştım onlarla.
 
Mesleğim gereği en sık da sanal dünyada karşılaştım onlarla. İşte sana anlatmaya çalışacağım üçüncü şey, bana umut veren çiçek bu olacak.
 
Tanrı’yı oynayan şeytan düzeni tüm dünyayı ele geçirip tarumar etti ve şimdi miadını dolduruyor, gördüm. Ve ürperdim.

\
 

4. İslamcılık can çekişiyor. Müslümanlık yaşasın.
 
Eski hayallerimizle ve onları döndürmeyi seçtiğimiz yeni ve kokuşmuş konutlarımızda bu dünyayı kurtaramayacağız. Tüm şarkıların tükendiği bir kavşakta, sırası gelmiş şarkımızı söyleyemeyeceğiz. Geç kaldık. Körpe, genç, masum solcu yaşıtlarımız kola şişelerini kanlarıyla doldurmaya zorlandığında, biz kürsülerden altın nesil hikayeleri dinlemeyi seçtiğimizde kaçırdık o treni. Kürtlere dışkı yedirilirken biz başörtüsü kavgası vermeyi seçtiğimizde kaçırdık o treni. Evet başörtüsünü savunmamızdı belki sistemi gerileten ve bugün Kürtlerle barışı mümkün kılan yolları açan. Ama kelimelerimizi temiz tutamadık, adil tutamadık. Taktik tercihlerimiz, esaslarımız haline geldiğinde, kazanırken kaybediyorduk biz.
 
Halep’te Allah adına katledilen 14 yaşında bir çocuğu, derine batası stratejiler adına veya küçük iktidarlarımızın siyasal tehditlerini tartışmaktan daha önemli bulmayıp görmezden geldiğimizde kaybettik. Roboski’de bombalandı o ve iktidarı korumaktan vazgeçemeyenlerimizin ensesinde sallanan bir kılıca döndü. Savunmasız insanlar dinimize hakaret ediyorlar mazeretleriyle kafaları kesilerek katledildiğinde buna kendimiz dur demediğimizde ve ancak sistem bizi köşeye kıstırdığında yarım ağız birşeyler gevelediğimizde kaybettik. Küçücük çocukların onların bedenlerine ve ruhlarına hunharca tecavüz edecek koca koca hayvanlara üçbeş kuruşa satıldığını duyduğumuz zaman şehirleri sarsmadığımızda kaybettik.
 
Henüz günü gelmiş İslamcılığın zafer arefesinde, ilk sınavlarımızda, insan değil hayvan yanlarımıza kulak vermeyi seçtiğimizde kaçırdık. Zaferi kazanmadan ganimeti istedik. Ganimet diye aldıklarımız zafer diye düşlediğimizin ganimetleri de değildi. İstediğimiz dünyayı inşa etmek, bedelini yiğitçe ödemek yerine; tarihin sonunun geldiğini ilan eden sistem sözümüzün gücünü hissettiğinde, bize ortaklık bağışladı. Bağışı kabul ettik. Tek gücümüz sözümüzdü. Haketmediğimizi almaya ödediğimiz bedel, haketmenin kendisi oldu. Sistemin ayakları dibine serdik sözümüzü ve yıkmaya ahdettiğimiz merdivenleri tırmanmayı seçtik. Her basamakta biraz daha kokuşarak. Sistem yeniden tahkim etti kendini. Bizimle. Dilediği yerinde mahallemizin, dilediğini öldürme, dilediğini hayatta bırakma kudretini yeniden kazandırdık ona. Ve basamakların dibinde bıraktığımız ahdimize bir tabut biçti iktidarını bizimle paylaşan sistem. Ve İslamcılığın öldüğünü de ilan etti.
 
Tüm yazma yeteneğim ve tecrübem, sadece İslamcılığın tabutuna son çiviyi benim çakmama yarasa bile değer diye düşündüğüm günlere geldim ama İslamcılığın öldüğünü ilan edenler, sözün ve fikrin son fahişeleri. Onlar yaşadıkça, ben çekicimi elimden geldiğince sadece merdivenlere vurmaya devam etmek istiyorum ama korkarım, merdiveni yıkan sen ve ben olmayacağız. Üstümüze yıkılacak o içi çürümüş kahpe, ‘yol açıp başına taç diktiğimiz piçleriyle birlikte’ ve altında kalıp kalmamaya indi seçeneklerimizin sayısı. Zaten onurunu korumuş olarak bu dünya hayatını tamamlamak değil mi en başat yükümlülüğümüz?

\

5. Yeni bir dünyanın öncüleri burada.
 
Bize karşı kazandığı zaferin sarhoşluğuyla dünyayı bir kez daha cetvelleyen sistem, devletleri bir bir şirketlerin emrine verirken, karşısına dikilecek yeni bir kuşağın yükselişini görmüyor henüz. Belki 10 yaşından 22 yaşına uzanan 3 çocuğum olduğundan, belki de kişisel hikayemin doğal bir sonucu olarak, belki de hepimiz gibi ben de bunu zaman zaman hissedenlerden biri olduğumdan; her nedense; bu gençliğin geldiğini görüyorum ve işaret etmekten alamıyorum kendimi. Onları gördüm Gezi’de. Kısa bir süreliğine ordaydılar.
 
Onlar saldırmadı başörtülülere, biz saldırdık. Zorbalardan devraldığımız merdiven sahanlıklarında 10 yıldır saldırıyoruz biz o başörtülülere. Onlara saldıranlar, bizim dünyamızın kirletmeyi başardığı bir gençlik, Gezi’de ağaçlara tırmananlar değil. Ağaçları savunanların arasında başörtülü gençler de vardı. Gördüm. Ve genç bir başörtülü kızın ‘Farzet ki ben bir ağacım’ diyen bir pankart taşıdığını gördüğümde de şaşırmadım.
 
Sistem bu gençliği gördüğünde, karşısında yeni tekliflerini kabul edecek kimse olmuyor. Çünkü bu yeni kuşak, ruhbanlarını üretmeden geliyor. İdeolojisi yok. İdeolojinin kendisinden habersiz geliyor. Avantajı engelli oluşunda.
 
Kendisinden önce gelenlerin hatalarını bilmiyor, incelemiyor, gerek de duymuyor. İçgüdüsü büyüklerin her şeyinden uzak durmasını fısıldıyor ona. Uzak duruyor. Anne babasıyla göz kontağı yapamayan bir otistiğin yabancılığı ve ıssız bir adada hayatta kalıp yaratıcısıyla ve doğasıyla buluşmayı başarmış Hayy bin Yakzan’ın dehasıyla geliyor.
 
Yeni bir dünyanın temelini atan bir gençlik geliyor. Dünyayı değil, bir ağacı kurtarmaktan ötesini düşünmeyi reddeden bir gençlik. Ve yükseltmeye başladı sesini. Amerika’da, Paris’de, Londra’da, Atina’da, Tunus’da, Mısır’da gösterdiler yüzlerini. Görmedin. Şimdi Türkiye’de Gezi Parkı’nda çıktılar kamusal alana. İçine doğdukları dünyayı sevmiyorlar. Ailelerini, büyüklerini, içine doğdukları dünyanın büyüklerini döndürdüğü şeyi sevmiyorlar. Daha çok küçük yaşlarda kendilerine ayıracak vakitleri olmayan anne ve babaları yerine birbirlerinde aramayı öğreniyorlar konforu. Ama oyun oynayacak alanları da yok. Başka pencereler buluyorlar birbirlerine ulaşmak için. Parkları, sokakları ellerinden alınmış bu çocuklar, sistemden kotarabildikleri yöntemlerle oyunlar oynamayı ve konuşmayı ve tartışmayı öğreniyorlar.
 
Daha ilkokuldayken tattılar paylaşmanın gücünü. Sistem, beğendiğin şarkıyı dinlemek istiyorsan, yanında bir düzine kötü şarkıyı da satın almak zorundasın ve hiç kimseyle paylaşamazsın dediğinde, onlar beğendikleri şarkıyı disklerden yırtıp, internetin yeraltında paylaşmanın yollarını buldular. Ve küçük ve masum ve sadece kişisel ilgilerine hitap eden şeyleri paylaşmakla başlayan serüvenlerinin, içine doğdukları dünyanın dev şirketlerini dize getirebileceğini gördüler. Lisedeyken kendilerine zorbalık yapan ağabeylerini, dünyanın her yerinden herhangi bir yaşıtlarının zahmetsizce paylaşabildiği  üç satır programlama koduyla dize getirebileceklerini keşfettiler.
 
Kendilerine açtıkları ve kaçtıkları o sanal pencerelerden geçerek korudular kendilerini eski dünyanın karabasanlarından. Bagajları yok.
 
Fiziksel kavganın mümkün olmadığı, şiddet ve öfke yanlarının gelişme olanağı bulmadığı oyunlar bunlar. Büyüklerin kokuşmuş düzeni onları da kendine eklemek için önlerine, mahkum oldukları yaşamı dönüştürmeye dönük oyunlar attığında, bir kısmı, içlerinde nasıl baş edeceklerini pek bilmedikleri şiddet patladığında filtresiz frensiz patlıyor onlarda ama ömrü kısa oluyor, nedenleri anlaşılmaz. Onlarda hemen bir kenara atıyorlar bu oyunları ve kontrol edebilecekleri oyunlar istiyorlar, alamadıklarında kendileri inşa ediyor. İçine doğdukları mahallelerini, kentlerini, ülkelerini, fiziksel sınırlarını aşan yollar buluyorlar. Ulaştıkları her yerde sistemin birer araca indirgediği zavallı anne ve babaların çocuklarını buluyorlar. Yargısız, içine doğdukları kültürlerin reflekslerinden arınmış ve temassız dokunuşlarla kaynaşıveriyorlar. Paylaşmak oluyor ilk temasları ve içgüdüleriyle devam ediyorlar. Zamandan, yani çağdaş olandan ve mekandan soyutlanmış bir düzlemde devam ediyorlar.
 
‘Sineklerin Tanrısı’nı okumuyor onlar. Ancak elele verdiklerinde güçlü canavarları devirebildikleri oyunlar oynuyorlar. Ve canavar devrilinceye dek durmadan konuşuyorlar birbirleriyle. Dünyadaki her dilden ve daha önce fiziksel dünyada hiç bulunmamış bir yeni dilden parçalar taşıyan bir dille konuşuyorlar.
 
Bu yeni çocuklar bizim dünyamızın kavgalarında yer almıyorlar. Bu yüzden Çin, Doğu Türkistan’da milyonları katlederken, Arakanda, Filistin’de, Suriye’de yüzbinler ölürken hissetmiyorlar onu bizim gibi. Daha derinden daha saf daha güzel hissediyorlar ama ne yapacaklarını bilmiyorlar. İnsansız hava araçları hangi mahalleyi bombalayıp pişkin pişkin gülerse gülsün; kısa süre önce ziyaret edip sonra ayrıldıkları Tahrir Meydanını şimdi dolduranlar kaç kadının ırzına geçerse geçsin, onlar dünyamızın dehşetlerine kulaklarını tıkıyor. Duyduklarında ise tasvir eden kelimeleri anlamıyorlar, sadece dillerini ısırıyorlar, hissettiklerini ifade edecek kelimeleri yok onların. Bizim kelimelerimiz iktidarsız, güdük, sevgisiz, çatal. Bizim kabahatimiz, bizim kavgalarımız bunlar. Onların değil.
 
Kandan, şiddetten, dehşetten, içine doğdukları dünyanın insanlarının yapabileceklerinden ürküyorlar.
 
Ama ağaçları seviyorlar. Çünkü dünyadaki tüm kötülüklerin gelip dayandığı bir sembol ağaçlar. Ağaçlar savunamaz kendilerini. Ağaçlar dolaşamaz. Ağaçlar mahkumdur köklerinin gömüldüğü toprağa. Ağaçlar bu çocukların başörtüsü. Ve ağaçları savunmak, ağaçlara saldırının arkasındaki kralların çıplaklığını ispatladı, her seferinde. Hayvanları seviyorlar. Havayı, suyu seviyorlar.
 
Ne halimiz varsa görelim ama halimizi görürken onlara da ait olduğunu bildikleri şeyleri tamamen yok etmeyelim istiyorlar. İçgüdüsel olarak biliyorlar bunu. Bu yüzden toplanıp çığlıklar atıyorlar bazen. Bizim anladığımızı sandıkları sembolleri ve sloganları seçiyorlar ama inan bana hiçbiri umurlarında değil o sembollerin ve attıkları sloganların. Dilek ağacına astıkları notlar önemli onlar için, Mustafa Kemal’in askerliği, ağaca iliştirdikleri kağıtları tutan tutkal kadar bile anlamlı veya önemli değil. Dünyamızın etiketlerini görmeden, kaynaşıyor, tanışıyor, birbirlerini dinliyorlar. Tartışmıyorlar bile.
 
Futbol tribünlerini, miadını doldurmuş partilerin ve örgütlerin gençlik kollarını dolduran yaşıtları da var ama onlar, bizim dünyamızın ele geçirmeyi başardığı gençler.
 
Yeni dünyanın kurucuları, meydanlara çıktıklarında şiddet istemiyorlar ve sistemin kolluk güçleri diş gösterdiğinde çekiliyorlar hemen ve devam ediyorlar hummalı faaliyetlerine.
 
Onlar üzerinden kendilerine vazife çıkartanların hiçbiri farkında değil bunun ama onlar amaçlarına çoktan ulaşıp çoktan ayrıldılar Gezi’den. Fotoğraflar ve şarkılar ve senin benim anlayamayacağımız şakalar paylaşıyorlar binlerce kilometre ötedeki sanal arkadaşlarıyla; seninkiler mitingler yarıştırırken. Çünkü iktidarın kurduğu dilin masumlar öldüreceğini ve katilleri serbest bırakacağını, itirazlarına destek vermeye gelenlerin eli palalı saldırganlarla karşılaşabileceğini anladılar. Anlaşılmak da umurlarında değil, çünkü daha çok küçükken anne-babaları onlara sarılmak yerine sadece onları doyurabilmek için ruhlarını sisteme kiralama savaşındaydılar. Bunu da hissediyorlar. Kinleri yok. Hınçları yok. Rövanş filan istemiyorlar. Büyüklerin dünyasıyla çatışmaları kaçınılmaz olduğunda kurdukları çetelerin lideri olmuyor. Ünvanları olmuyor. İşbölümü oluyor sadece. Liderlik herhangi bir görev gibi oluyor. Kredisiz, röportajsız, imzasız oluyor. Son ve kanlı çırpınışlara doğru hızla yolalan dünyamızın aktörleri onları saflarına çekmeye çalıştığında umursamaz çocuklara dönüyorlar. Suriye Devrimini desteklemeleri istendiğinde onlar hemen muhaliflerin Türkiye’den gönderilen kimyasal silahları Esed’i zayıflatmak için kullandıklarını ispat edip çekiliyorlar.
 
Kurgusal oluyor logoları; oraksız, çekiçsiz, yumruksuz, haçsız, hilalsiz. Anonim oluyor örgütlülükleri. Çatışmalarımızı çözmek gibi hayalleri yok ama, çatışmaların adil olmasını istiyorlar.
 
İçine doğdukları gürültünün içinden bizim kirli kulaklarımızı çoktan tıkadığımız bir sinyali duyuyor onlar, içgüdüleri ve o sinyal kendi dünyalarını kurarken hiçbir şeyi incitmemeye çalışmaları gerektiğini hissettiriyor onlara. İncinmek de istemiyorlar.
 
Usulca kuruyorlar yeni bir dünyayı. Sanal dünyalarından başlayarak geliyorlar. Silkine silkine, düşe kalka, çocukça ama geliyorlar. Yeni bir söze talip bir gençlik. Ten rengine, dine, dile, kıyafete aldırmıyor.
 
‘Torrent’lerle, ‘tweet’lerle geliyorlar.
Gürültü başladığında sessizce çekiliyorlar.
Gücü değil, paylaşmayı;
monolitik olanı değil, küçük olanı;
katedrali değil, piyasayı da değil, değiş-tokuşu;
reklamı değil, tavsiyeyi;
hiyerarşiyi değil, dayanışmayı;
imtiyazı değil, ehliyeti;
şarlatanlığı değil, hakiki yeteneği;
taklidi değil, orijinali;
onaylanmışı değil, dışlananı;
standardı değil, farklı olanı;
bağışlananı değil, kazanılanı;
ulufeyi değil, cesareti;
rekabeti değil, işbirliğini;
diplomayı değil, yaratıcılığı;
iltimas ve kayırmayı değil, liyakatı/hakedişi;
verili olanı değil, değiştirebileceklerini;
yalanı değil, güzeli;
statiği değil, değişkeni;
masaüstünü değil, ayaküstünü;
bölme’yi değil, parkı;
kapalıyı değil, açığı;
Windows’u değil, Android’i;
Explorer değil Firefox’u;
medyayı/televizyonu değil, İnterneti, Facebook’u tercih ediyor ve Facebook onlara bir kalıp dayattığında derhal alternatifini buluyor, bulamazsa inşa ediyor.
 
Sihirbazları ve devleri ve parmağa takılınca güç veren iktidar yüzüğünü değil, küçük hobbitleri; yerlileri baştan çıkartıp gezegenleri soyan avatarları değil, hatta yerlileri de değil; gezegenin ağaçlarını, nehirlerini, bulutlarını kucaklayan bir gençlik geliyor.
 
Kokuşmuş düzeni ve yetişkinlerinden başka her şeyini kucaklıyor bu dünyanın ve kendi dünyasını kurmaya çalışıyor oradan.
 
Doğrudan, ikirciksiz, sabırsız ama dikkatle dinlemeyi bilen bir gençlik. Önyargısız, filtresiz. Hakiki sözü olanları dinleyeceğinden kuşkum olmayan bir gençlik. Sussak da geliyor, aşağılasak da. Eylemleri üzerinden yürütülen iktidar kavgaları umurlarında değil. Burada olduklarını, rahat bırakılmak istediklerini, teslim alacakları dünyanın yaşanabilir kalması gerektiğini duyurup çekiliyorlar. Her gelişlerinde daha kalabalık geliyorlar.  Ateşlerden geçmeye istekli değiller ama etrafından yol bulmaya çalışmaktan çekinmiyorlar. Biz o ateşlere su taşısak da taşımasak da.
 
Ve her karşılaştığımda o gençliğin tezahürleriyle, içimden bir ses, ‘çıkar bütün çocukları kapatıldıkları sitelerden’ diyor, ‘kucaklaşsınlar yeni dünyanın çocuklarıyla’.
 
Sonra yeniden hatırlıyorum ayeti: “(De ki) eğer benim çağrıma sırt dönecek olursanız, ben size gönderilen mesajı duyurdum. Rabbim, sizin yerinize başka bir toplum getirir. Siz O’na hiçbir zarar dokunduramazsınız. Hiç kuşkusuz, her şey Rabbimin gözetimi ve denetimi altındadır.” (Hud Suresi / 57)
 
Konuş.
 
Ve kucakla çocuklarını.