Medya

Ümit Kıvanç: DAİŞ yaptı ama biz PKK diyelim!

"'Terör-terörist' damgası, bu geçişkenlik nedeniyle meşruiyet kazanıyor"

06 Kasım 2016 01:37

Ümit Kıvanç*

Diyarbakır’da, dokuz insanın can verdiği, yüzden fazla insanın yaralandığı saldırıyı “İslâm Devleti” örgütü (DAİŞ-IŞİD) üstlendi. Oysa Başbakan, Diyarbakır Valisi ve ülkede gazete-tv adı altında faaliyet gösteren iktidar propaganda aygıtlarına bakılırsa bu işi PKK yapmıştı. Daha ilginç olanı, devlet yetkililerinin ve onların emrindeki propagandacı tayfasının “PKK yaptı” ile yetinmemesi, saldırıyı PKK’nin “üstlendiğini” ileri sürmeleri.

PKK benzer saldırılar yapmıyor mu? Yapıyor. Yani kimse çıkıp, “Hayır, PKK böyle bir şey yapmaz” diyemiyor. Birbirinden bu kadar farklı amaçlarla kurulmuş ve faaliyet gösteren örgütlerin birbirine bu kadar karıştırılabilecek eylemler yapabiliyor oluşu, işin ayrıca ele alınması gereken bir yönü.

"Terör damgası"

Devletlerin -ve onların hizmetindeki medyacıların- sık sık önümüze sürdüğü “terör-terörist” damgası, bu geçişkenlik nedeniyle meşruiyet kazanıyor. Ancak bu damga da, olan biteni anlamayı önlüyor, sözkonusu eylemleri, bunların cisimleştirdiği şiddeti doğuran meseleleri gizliyor, sadece iktidardakilere ve ne pahasına olursa olsun temin edilecek “huzur-güven” ortamına, yani baskıcı mekanizmaların kurulmasına hizmet ediyor.

Bunlar, uzun uzun ele alınması gereken, nitekim dünyada akıl-fikir gibi şeylere önem verilen her yerde uzun uzun ele alınan konular. Biz yeryüzünün bütün sorunları karşısında iki takım halinde bölünerek münazara yapmayı yeğlediğimiz, sadece tuttuğumuz tarafa puan yazdırmayı gözettiğimiz, sorunları anlama ve çözme gibi bir derdimiz bulunmadığı için, herhangi bir konu gibi bunları da tartışmayız. Geçiyorum.

"Yalanın hayatî önemi"

Türkiye’de geçerli algı yönetimi mekanizması artık bütünüyle yalana dayanıyor. Eskiden yalanlarla başka şeyler bir arada alaturka bir karışım oluşturur, bu üzerimize boca, zihinlerimize zerk edilirdi. Giderek yalan hem temel araç hem temel içerik haline geldi.

Yalanın, -artık hükümranlığı dememiz gereken- meşruiyeti öyle bir hayat zemini ve çerçevesi oluşturuyor ki, herhangi bir doğruya işaret etmek dahi suç sayılmaya başlanacak. Bomba patlıyor, yerde kanlar kurumamışken birileri, “Bunu PKK yaptı diyelim” teklifini ortaya atıyor. Muhtemelen hiç kimse, “Sonra hakikat ortaya çıkar, yalancı durumuna düşeriz” demiyor. Yalanın olağanlığına itiraz eden şüpheli görünecektir. Aynı şekilde, “Ama PKK yapmamış ki!” diyenin de, “Sen PKK’yi mi savunuyorsun!” haykırışlarıyla üzerine saldırılacaktır.
DAİŞ’in saldırıyı üstlenme duyurusunu [ https://www.rt.com/news/365398-turkey-bombing-isis-responsibility-kurds/ ] bizzat “resmî” ajansı Amak’tan yapmış oluşunun Türkiye ortamında önemi yoktur. “Halife” Ebubekir el-Bağdadi’nin taze ses kaydında Türkiye’yi yönetenlerin “mürted” ilan edilmiş, “İslâm Devleti askerleri”nin Türkiye’yi “işgale” çağrılmış olmasının zerrece önemi yoktur.
Hakikati bilmenin, hesaba katmanın, anlatmanın, açıklamanın, savunmanın halihazırdaki Türkiye ortamında meşruiyeti, anlamı, geçerliliği yoktur.
Böyle bir ortamın yaratılması, mevcut gidişatın sürdürülmesi açısından en azından savaş kadar kaçınılmaz, hayatî. Otoriter-totaliter iktidarlarla yalanın ilişkisi, pek çok yazarın, düşünürün üzerine eğildiği, özel bir konudur.

"Birkaç atımlık cephane değil"

Diyarbakır/Bağlar’da Emniyet’in Terörle Mücadele ve Çevik Kuvvet şubelerinin bulunduğu binaya bombalı araçla saldırıldığında, tereddüt edilmeksizin “PKK üstlendi” açıklaması yapılması, yalanın sadece refleksleşmesinin değil, aslî yöntem olarak kullanılmasının sonucu. Elbette işin içinde tipik Şark kurnazlığı da var, ama bu ikinci planda. Bugünün yalanları eskinin yalanlarından farklı; bunlar artık durumu kurtarmaya veya manipülasyona yönelik birkaç atımlık cephane değil, bir ortamın, bütünüyle bir toplumsal hayatın yapıcı aslî unsurları. Yalan olduklarını herkesin bileceği, fakat yalan olduklarını kimsenin söyleyemeyeceği, giderek, söylense de kimsenin önemsemeyeceği, “buna göre yaşayacağız” denecek kandırmacalar. Yani önce PKK denip ardından DAİŞ çıkması kurulan düzeneğe zarar vermiyor.

Oysa saldırıyla ilgili hakikatin bir yerlerinde, o esnada bu binalarda gözaltındaki HDP’lilerin bulunuşu var, meselâ. Saldırının zamanlaması sahiden de bu bilgi edinilerek mi ayarlandı? Böyleyse “içeriden” birilerinin DAİŞ’çilere istihbarat temin etmiş olması gerekiyor. Bunu derhal en sıkı şekilde soruşturmayan bir mekanizmaya devlet denip denemeyeceği bile tartışılır.
Ama bugün ülkeyi yönetenlerin ve onları gözü kapalı destekleyenlerin ve ikbalini, istikbalini mevcut iktidara bağlamış menfaat düşkünlerinin zihninde böyle bir soruya yer yoktur. Mesele, bir bombalı saldırıdan da kârlı çıkmak, bunu propaganda unsuru haline getirip kullanmak. Asla ve asla, bir sonraki DAİŞ saldırısını önlemek veya başta güvenlik kuvvetleri, insanları bu ihtimale karşı uyanık kılmak değil.
Oysa önümüzdeki haftalar ve aylarda “İslâm Devleti” örgütünün Türkiye’de sayısız eylemine tanık -daha doğrusu kurban- olacağız. Bu kaçınılmaz. Devlet yetkilileri muhtemelen “onlara da PKK yaptı deriz” rahatlığındadırlar. Yalan âleminin bizzat kurbanlarınca, yani yönetilenlerce bu kadar yaygın şekilde benimsenişi yönetenlere bu rahatlığı veriyor. Bu, yönetenlerin yalan üretmesinden, yalanı hayat tarzı kılmalarından daha büyük tehlike.
Zira bizim toplumumuzun yalandan başka şeyle karşılaşmadığı pek çok alan vardır. Çoğu yerde yalan bizim hakikatimizdir. Yönetenler ayaklarını böyle bir zemine bastıklarını bilirler.
Böyle olmasa bu kadar rahat hareket edemezlerdi.
Altı milyon kişinin oyunu almış, Meclis’in üçüncü partisi olmuş bir hareketi yok etmek için nasıl bir yalan kampanyasının pervasızca yürütüldüğünü hatırlayalım. Getirisi, Türkiye’de bugüne kadar çıkmış en parlak, en akıllı siyasetçinin sorumsuzca, düşüncesizce hapse atılmasıdır. Fırtınada telef olmasına rağmen kökünden kopmamayı başaran cılız bir filize dönmüş barış umudu böylesine hoyratça çiğnenebiliyorsa, yalanla -hem tarih boyunca hem 7 Haziran’dan bu yana- oluşturulan ortam yüzünden.

* * *

Cumhuriyet’ten tutuklananlar arasında iki kişiyi şahsen iyi tanıyorum. Turhan Günay ve Kadri Gürsel. İkisinin de, iktidar ve hizmetkârlarının “terör” dediği şeyle uzaktan yakından alâkası olamaz. Herhangi bir “darbe” ile alâkaları olamaz. Kadri güncel siyasî yazılar yazan bir gazeteci, iktidarın sert eleştiricilerinden, haydi ona bu yüzden taktılar diyelim, (“ufaklık”) Turhan kitap eki yönetiyor, ona kim niye takar, anlamak imkânsız. İktidar propaganda aygıtında mesai yapan muhterem zevattan ikisini de tanıyanlar çıkar muhtemelen. Kimse değilse Abdülkadir Selvi, uzun süre televizyonda tartıştığı, program aralarında muhtemelen çay içip sohbet ettiği Kadri’yi tanıyordur. Kadri’nin doğru dürüst bir çoğulcu demokrasi dışında derdi olmadığını çok iyi biliyordur. Turhan’ı da kitap âlemiyle ilgisi olan herkes tanır. Yazar Sema Kaygusuz, Turhan için şöyle bir tweet attı: “Hayatımda tanıdığım en çelebi kişiliktir Turhan Günay. Kitaplara kuşa dokunur gibi dokunur, yazara şefkat duyar. Şimdi arkadaşlarıyla hapiste.” Her kelimesine katılırım. Eğer bir insan Turhan’ı tanıyıp da ona kötülük etmeyi düşünmüşse, o insanı tereddütsüz hayatınızdan silebilirsiniz.
Bu faslı bu yazının sonuna ekledim, çünkü yalanın hükümranlığı bir yandan da ciddî bir insanî sorun, bir ahlâk sorunudur. Behey iktidar hizmetkârları, aranızda bu yalan, riya, fırsatçılık furyasından, gaddarlıktan, acımasızlıktan rahatsız olan kimse mi yoktur? Parçası, aleti, aktörü ve figüranı olduğunuz kirli oyun hiçbirinizin hiçbir yerini mi kirletmiyor? Siz hangi malzemeden yapılmasınız?


* Bu yazı Gazete Duvar'dan alınmıştır