Ayça Atikoğlu
İstanbul ve Ankara Operalarını kuran, İKSV'yi yaşama geçirip İstanbul 'u dünya sanatı ile tanıştıran Aydın Gün 'den sonra oğlu Mehmet Gün’ü de gönüllü sürgün olduğu Berlin'de kaybettik.
Babasının gölgesinde kalan, çiçek açamayan oğullardan değildi Mehmet Gün. O yüzden onu babası ile anmakta bir sakınca görmüyorum. Birbirlerine derin bir sevgi ve hayranlıkla bağlıydılar; birlikte anılmak onları ancak çok ama çok sevindirir..
Mehmet Gün Ankara ve İstanbul operalarını Carl Ebert ile birlikte kuran opera sanatçısı Aydın Gün ile lirik soprano Azra Gün 'ün oğlu olarak İstanbul 'da doğdu... Doğum sırasında yaşanan bir komplikasyondan sonra yaşam boyu peşini bırakmayacak sağlık sorunları ile yaşamaya mecbur kaldı... Sayısız kalp ameliyatı geçirdi, sırtındaki kambur kalbini ve akciğerlerini hep baskı altında tuttu.
Ama Mehmet Gün inanılmaz yaşam ve sanat sevinci ile bu baskılara asla boyun eğmedi; ilk adımını opera kulislerinde atan bir bebek olarak sanat hep yaşamının merkezi oldu... Zaten Gün ailesi yaşamları boyunca ev almaya, evi mobilya ile doldurmaya, kılık kıyafete tenezzül etmedi, evlerinin içini hep kitap ve müzik ile doldurdular, hep sanattan konuştular..
Aydın Gün, İstanbul ve Ankara Operalarından sonra 1970'li yıllarda İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı'nı hayata geçirmesi için Nejat Eczacıbaşı tarafından İstanbul 'a davet edildi, bu davete icap etti ve İstanbul'u bu bir dünya kenti yapacak kültürel oluşumla buluşturdu; dünyanın en büyük müzisyenlerini, sinemacılarını, tiyatrocularını ayağımıza getirdi ...
İstanbul’u yeniden “Dünyalı” yapmak…
Hatırlıyorum, 12 Eylül'ün karanlık, korku dolu atmosferinden sonra Sinema Günleri ile nefes almış, Beyoğlu ile yaşama dönmüş, Şili 'nin faşizmine başkaldıran İnti İlimani 'yi, Bob Dylan 'ı, Joan Baez 'ı ve daha yüzlercesi ile coşma şansını yakalamış, Bienal sözcüğünü günlük dilimize sokmuştuk; sanki o boynu bükük halimizden çıkmıştık...
Hürriyet Gazetesi 'nin 'Bir Festivalimiz eksikti' diye manşet attığı yıllardı, seyirci ve sponsorlar dışında hemen kimseden destek göstermediği bir ortamda İstanbul 'u “dünyalı” yapmanın bedelini Aydın Gün, 90'lı yıllarda Vakıf'tan gönderilerek ödedi. Bu, Gün ailesi için derin bir dram oldu, Mehmet kırgınlığını Avrupa kentlerinde aşmaya çalışırken Aydın Bey ülkesinden vazgeçemedi, önce Cemal Reşit Rey'i programımıza soktu, sonra da Yapı Kredi Kültür Sanat Festivalini, ama kırgındı, hem de çok...
Mehmet bu sürece anne-babasını yaşadığı Berlin 'e yerleştirerek son verdi ve gönüllü sürgünlükleri yaşamlarının sonuna kadar sürdü. O kadar ki ana-oğlu Aydın Gün 'ün cenazesine katılmak için bile bir daha Türkiye 'ye ayak basmadılar.
Ama tüm bunlar Mehmet 'in üretimini yavaşlatacağına hızlandırdı dünyanın sanat başkentlerinde onlarca sergi açtı, resimleri Tokyo'da bile astronomik fiyatlarda alıcı buldu.
Mehmet 'in 1986 yılında açtığı Purple Rain sergisinde Prince 'in ünlü şarkısına giydirdiği olağanüstü tablolardan üçü Guggenheim Müzesi 'ne seçildi. Purple Rain 'den sonra New York 'a yerleşen sanatçı 1992 yılına kadar burada yaşadı. Sonra Roma, Paris, Londra derken yeniden Berlin 'e yerleşti. New York merkezli çalışmaları daha çok video temeline dayanan Mehmet Gün'ün fotoğrafları ise ortaçağ Hollanda'sının karanlığını çağrıştıran, tiyatro sahnesi gibi kurgulanmış, bazen tablolarının bile önüne geçen işler oldu..
Şostakoviç renklendirilebilse
Geçen ay Berlin ve Barcelona 'da eş zamanlı 40 büyük ölçekli işini sergileyen sanatçı için İtalya 'nın önemli bir resim eleştirmeni şöyle yazmıştı : "Babasının ölümünden sonra Gün'ün resminde farklı etkileşimler başladı. Her tablodan ayrı bir melodi çıktı. Mehmet Gün'ün işleri gerilimin, çığlığın, şiirin ve müziğin buluşması gibi. Sanatçının neredeyse romantik bir biçimde diyebileceğimiz bütünleyici yaratma çabası devam ediyor. Beyaza yerleştirilmiş uçuşan kırmızılar, pembeler, sarılar, griler... Şostakoviç renklendirilebilse ortaya bunlar çıkardı herhalde...”