05 Kasım 2015 16:23
Bu yıl “Mizah: Hayata Gülümseyerek Bakmak” temasıyla 7-15 Kasım'da düzenlenecek TÜYAP 34. İstanbul Kitap Fuarı'nın bu yılki Onur Çizeri Tan Oral, "Zaman zaman farklı düşüncelerim de olsa, bildiğim çizgiden şaşmadım" dedi.
T24 çizeri Tan Oral, Eskişehir ve İzmir'de karikatür müzesi açılmasıyla ilgili olarak, "Tüm dünyada iletişim teknolojisindeki gelişme ve yaygınlaşma, sıkışık zamanlar sanatı olan karikatürün eski işlevinin, dolayısıyla eski gücünün ve aranırlığının azalmasına neden mi oldu acaba, diyordum. Ama bu sözüme kızanlar oluyordu" diye konuştu.
Yazar Faruk Şüyün'ün sorularını yanıtlayan Tan Oral, "Galiba bu müze bolluğu, karikatürün artık müzelik olduğunun bir kanıtı olmasın sakın?!" dedi.
Faruk Şüyün'ün Tan Oral'la yaptığı söyleşi şöyle;
- Baştan böyle bir söyleşi yapmamıza neden biraz hevessiz yaklaşmıştınız?
- Şimdi Kitap Fuarı’nda sahne ışıkları bana çevrildi ya, bu da kim, bu o olamaz, bu süklüm püklüm çelimsiz kişi gerçekten o mu, bizim seçtiğimiz kişi bu olabilir mi, dur bakalım bunu bir araştıralım, bir deneyelim, bir yanlışlık yapmayalım gibisinden sesler hiç duyulmamış bile olsa ben yine de söyleyeyim, burada da noktalayalım, diyorum. Çünkü bu söyleşi sanki bana zorla yaptırılmak istendi gibi geldi, "Bakalım yapabilecek mi?" diye. Haklıydınız, dedim ya becerebileceğimden de pek emin değildim. Ya sorular çalışmadığım yerden gelirse korkusu gibi. Ya bilemez de uydurursam…
- Nasıl yani?
- N’apim, hayatın acemisiyim, ilk defa yaşıyorum. Dünyaya daha önce geldiğini söyleyenler gibi tecrübeli değilim. Üstelik onlar bir dahaki gelişlerinin bile hesabını yapabiliyor. Bir daha gelmeyeceğimi biliyorum, gidince gidiş o gidiş olacak. Aklıma sevgili dostum değerli şair Halim Şefik geldi, yolda yürürken karşılaştığı tanımadığı birine, birden kısa şiirlerinden birini okuyuverirdi. Sonra da kitabını gösterir, “yirmi yılda yazdım, üç dakikada okunuyor” derdi. Kendisi ülkenin ilk ve tek seyyar kitap satıcısıydı hem de. Okuduğu şiir “Dünyaya bu gelişimi saymayın/ Bu bir prova… Beni bir de öteki gelişimde görün/ Ayakta alkışlayacaksınız.”
Pardon, siz soru soracaktınız ben de yanıtlamaya çalışacaktım. Bu söyleşi, soru-cevap olacağına, cevap-soru biçiminde oluştu galiba. Sizi dinliyorum, ne soruyordunuz?
- Estağfurullah. Peki, bu durumda şimdi ben bu söyleşiyi kiminle yapıyorum?
- Benimle... Ben kimim? İşte Sokrates’in ünlü önermesi: “Quis ego sum.”
- Yine de anlatın lütfen…
- Anlatayım. Ufaktım, kent, kasaba, köy demeden oradan oraya dolaşırken büyümüş olmalıyım. Gözlerimi ilk kez, Anadolu’da bir kasabada açtığımı ise hem oranın nüfus müdürlüğünün kütük dedikleri yerinden kalkmaz koskoca defterine, hem kimliğime, o günlerin söyleyişiyle nüfus kâğıdıma, yani "kafa kâğıdı"na hem de duvarda asılı, üçgen kapaklı yeşil bez kesesinde uyuyan Kurân-ı Kerim’in işlemeli kabının içine, bu tarihî olayı, tarihiyle birlikte not etmişler. Bu kadar kapsamlı bir kayıt düşme işlemi karşısında buna ben de inanmak zorunda kaldım. Sanıyorum, büyük bir ihtimalle bu doğru olmalıydı. Çünkü uydurmak için kimsenin bir nedeni yoktu. Bütün bu açıklamalar benim, gözlerimi ilk kez, anamın kucağında açmış olabileceğim gerçeğini artık kesin bir dille doğrulamış olmalı. Diyelim ki bunlar yeterli değil. O takdirde eklemeliyim. Evde musluğun duvarında asılı duran ucu kırık aynaya baktığımda suratımın çilli olduğunu gördüm. Tıpkı annemin de öyle olduğu gibi. Bir de boğazıma bir şey kaçtığında aksırıp tıksırışım, bu durumda babamın çıkardığı seslere aynen benziyordu. Boğaz yapımı tamamıyla babamdan tevarüs etmiş olmalıyım. Artık kuşkum kalmadı, ben onların çocuğuydum.
- Tamam tamam ben de inandım ama anlattıklarınızda önemli bir eksiklik var: Yer ve zaman. Onlar için ne diyeceksiniz?
- Çok haklısınız. İki konu daha var ki, açıklığa kavuşturulmalı ve inandırıcı olmalıydı. Yer ve zamanla ilgili iki kadim soru var, onlar da şunlar: Nerede, ne zaman?.. Doğduğum kasabanın eski adı Marsıvan’dır, eşekleriyle ünlü. Yeni vardığımız yerlerde bana, “Nerelisin?”, diye sorulurdu. Söyleyince de “oradan iyi eşek çıkarmış” diye de dalga geçilirdi, bozulurdum. Ne zaman ki “o dediğiniz eskidenmiş, şimdi iyisi dışardan geliyor” diye oralı birinin bir cevabı kulağıma geldi de rahatladım. Bazen, çok kere olduğu gibi bir yere tosladığımda kendimi "eşek kafalı" diye teselli ederim ve doğum yerim aklıma gelir, içimi güven kaplar. Memleketime yakışıyorum çok şükür, derim. Yer’im burasıydı işte!.. Ya zamanım?.. Ufaktım dedim ya, gerçekten ufaktım ve tam da doğduğum sıralarda, dünya devlerinin büyük bir paylaşım kapışmasına hazırlandığından haberim yoktu. Onların da benim dünyaya geldiğimden zerre kadar haberleri yoktu. Zaten iki yıl sonra Avrupa’da ilk top patlamış ve dünyada kıyametler kopmuştu. Daha iki yıllıktım ve buna karşı yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Daha sonraki patlamalarda da zaten pek bişey yapamayacağım, o zamandan da görüldüğü gibi "adam olamayacak çocuk şeyinden bellidir", özdeyişinde gizliydi. Zamanım da işte o zamandı!..
- Bu tarihsel günlerde kim bilir daha da neler oldu?..
- Benim gelişimden bir yıl sonra, Hatay kendi meclisinin kararıyla Türkiye topraklarına katılmış. Reisi Cumhur Gazi Mustafa Kemal hazretleri hayata veda etmiş. Dersim’e giden peder beyden iki defa öldü haberi gelmiş. Bu iş iki defa olamıyacağı için sonra da kendi geri dönmüş. Bir dolu da orada çektiği fotoğraflarla birlikte hem de. Çocukluğumda evdeki sıradan fotoğraf albümlerinden birindeydi onlar. Arada elime alır, bu bilmediğim olayların fotoğraflarına sinemaymış gibi öylesine bakardım. Bu konuda kendisi hiç konuşmazdı. Aramızda resmiyet olmalı, ona hiçbir şey sormazdım ben de. Sormak aklıma da gelmezdi. Ama iyi hatırlıyorum, dostlarıyla konuşurken bir gün, “Adamlar haklıydı, sadece vergi alınmış, hiçbir şey verilmemiş” dediğini duydum. Sonraki uzun yıllardan bu günlere kadar bu konular, tam sessizlik içinde unutturulmuş olmalı ki ülke gündemine gelemediydi. Benim evden ayrılışım, büyüklerin hayattan ayrılışı, ülkenin demokrasiden ayrılışı gibi, kaotik günlerin karmaşasında savrulan pek çok şey gibi o fotolar da yitti gitti. Yıllar sonra baba evinin tavan arasına çıkıp baktığımda, geçmişi orada aradığımda ayaklarım sadece bir karış tozun içine gömülmüştü, o kadar. O zaman düşünmüştüm, tarih denilen bilgi yumağı, olanların elenip, süzülüp, kaybolup, yok olduktan sonra geriye kalan, "suyunun suyunun suyuna" razı olmanın adıdır diye. Belki bu nedenle okullarda verilen tarih derslerine inanmadım ve hiç hoşlanmadım. Daha sonra da tam tersine, bu konulara olan ilgim ve merakım hiç sönmedi. Belki de yine aynı nedenle elimin değdiği herhangi bir kâğıdı atamayıp saklar olmuşum. Şimdi evde dönecek yer kalmadı, kâğıt ve kitaptan. Bir tek sevgili kedim bu durumdan çok memnun, aralarında yatıp uyku çektiği için. İşte yer ve zaman konumuz da böyle Faruk Şüyün.
- Tamam da ben bu söyleşiyi kiminle yapıyorum? Hâlâ bilmiyorum. Madem anlatmaya karar verdiniz, biraz daha derinlere inelim mi? Endişelenmeyin, sizi soluksuz bırakmayacağım!
- Kimden mi söz ediyorum? Haklısınız. İşte size iki üç fotoğraf: Dağıstanlı anneanne, Melek Hanım kucağında geleceğin TÜYAP Kitap Fuarı Onur Çizeri’ni taşıyor. İşte dedem Osman Bey’in Osmanlı aile fotoğrafı ve… İşte dedem Osman Bey’in biraz sonraki TC aile fotoğrafı. Babaanne İkbal Hanım, oğulları babam Muhtar ve amcam Mümtaz, kızları halam Memduha ile… Babamın babası sevgili dedem Osman Bey artık adı belli olan torununu, elinden tutup çevrede dolaştırırmış. Yolları oradaki Amerikan Koleji’nin yemyeşil, düzenli bahçesine düşmüş. Merzifon’da 1871’de açılmış o zamanın Amerikan Koleji. Kolejin bir saat kulesi ve onun da bir çanı var ve saat başlarında “taan... taan... tan...” diye çalıyor. Dedenin elinden tuttuğu velet de her defasında, üstüne alınırmış numarasıyla bu sese yanıt verirmiş, “efendiim... efendiim... efendim” diye. Dedem rahmetli yıllar sonra anlatırken kıkır kıkır gülerdi. Sordun diye söylüyorum sevgili Faruk Şüyün. Devam ediyor muyuz?
- Bence edelim… Devamı okurlarımızı da meraklandıracak...
- Ufaklığın artık bir isme sahip oluşundan sonraki o uzun savaş yıllarını aile Ağrı’da geçirdi. Lo taşıyla sıkıştırıldığı halde yine de toprak damı akan, tandırlı bir evde yaşadılar. Odanın tavanına ortası delik bir branda gerilir, deliğin hizasına da bir kova yerleşirdi. Arka taraftaki odunluğa giderken de yolda bir helâ vardı. Hatırladığım kadar keyifler yerindeydi. Ne de olsa bir genç, yakışıklı, muhabereci suvari teğmen ile İstanbullu bir genç kadın birlikteliklerinin ilk yıllarında idiler. Anam yemek pişirmek üzere maltızı yelpazeler ya da gazocağını pompalarken babam kulağını lâmbalı radyonun kumaş kaplı hoparlörüne dayar, hışırtılı parazitler arasından harp haberlerini duymaya çalışırdı. Evin küçük haşarısı ise bazen çok kötü havalarda, altmış santimlik kerpiç duvarın pencere içinde oturarak dışarda savrulan tipiyi izler, çoğu kere de metrelerce kar yığını arasında açılan gedikten mahalle arkadaşlarına tüyerdi. En iyi arkadaşı Sıdqıy ile itişip kakışmaya. Bahar ile birlikte de naftalinlenen tiftik çorap ve eldivenler ortadan kalkar, uçurtma sevdası başlardı. Savaş biterken aile Ağrı’dan ayrıldı. Bu anlattıklarım kadar anlatmadıklarım ve orada yaşadığımız coğrafya, çok ilerki yıllarımda ülkenin bu bölgesine ilişkin sorunları daha hakiki ve daha doğal kabule ve anlamama yol açmış olacaktı.
- Nereye gidildi?
- Bandırma’ya önce, birkaç ay sonra da Bursa… İkinci Cihan Harbi dedikleri bu boğazlaşma ise bendenizin ilkokula kayıt olduğu gün sona erdi. Barış için beni mi bekliyorlardı, nedir?! Beybabam elimden tutup okula götürdüğünde, okulun müdürü ile babam birbirlerini tanıdılar ve sevindiler. Kendisi babamın ilkokul hocası çıktı. Şimdi ilginç geliyor bana, o zaman doğaldı.
- İnşallah Bursa’da kalmışsınızdır?
- Bu kez Bursa Çekirge’de ilkokulun birinci sınıfını okurken yine başka yerlere savrulduk. Üç önemli şey öğrenmiştim orada: Biri, yazı yazarken noktadan sonra büyük harfle başlandığının tarafımdan keşfedilmesi. Biri, annem pedere, çocuğa biraz yardım eder misin, dediğinde, askerce bir seda ile “kendi yapsın” demesi. Biri de sokaktan eve ağlayarak döndüğüm bir gün, anamın “Sokakta olan sokakta kalır, eve getirme!” diye diskur çekmesi. Ben de öyle yaptım. O gün bugündür, her zaman nokta koyduktan sonra, her hangi bir yazıya büyük bir saygıyla devam ederim. Bir de kendi işimi kendim yapmayı iyice abartmış olmalıyım ki yaşam boyu hep yorgun gezdim. Bir de emir almayı da emir vermeyi de hiç mi hiç sevmedim, becermeye de heves etmedim. Ama sokakta olanı sokakta bırakamadığım gibi evde olanı da sokaklara taşıdım durdum, ne demekse…
- Sizinle yıllardır tanışırız, birçok kez de gazete ve dergi için söyleşiler yaptık ne kadar şanslıyım ki bugün konuşkan bir gününüzdesiniz.
- Hani ne derler, "hayatımı anlatsam roman" olur diye. Roman olacak hali yok, zaten olan olmuş, geçen geçmiş ama sayenizde çenem düştü. Bilmiyorum bütün bunlar, yarım yüzyıldır çizgi çizmek zorunda bırakılmış, bir de onları sıkılmadan sergilemiş, yayımlamış olmanın bir ceremesi midir? Belki de buradan, dünyada yapılacak onca güzel iş varken neden ille çizgi çizeceğim diye kendini hırpalamış olan bu kişi, acaba bu soruya karşılık, işe yarar bir yanıt çıkar mı beklentisi ile konuşuyor olmasın sakın... Bakalım göreceğiz.
- Bir de bütün bunlara 34. İstanbul TÜYAP Kitap Fuarı’na Onur Çizeri seçilmeniz eklendi. Biz yine “o yıllar”a dönecek olursak…
- İlkokuldan başlayan orta eğitim serüveni zorlaya zorlaya on üç yıl sürdü. Babam, okumazsam "kalaycı çırağı" olacağım tehdidi ile korkuturdu beni. Pek aldırdığımı hatırlamıyorum. Her şey olacağına varır inancına yaslanmış gibiydim. Belki de okuyup gitmemde baba korkusu da etken olmuştur. Ama yine de insan yavrusu amma kalın kafalı oluyor demek ki!.. Çocukluk ve gençliğimin en güzel yılları, bir gün beni meslek sahibi yapacak olan herhangi bir okula girebilmem için yontulmakla geçti. Güzel Sanatlar Akademisi’ne yontulmuş olarak dâhil oldum, alnımın akıyla da yükseğinden bir mimar unvanıyla bitirdim. Çok yararlandım, çok memnun kaldım, çok sevdim, çok da mutlu oldum. Pekâlâ?.. “Hayat, biz gelecek için planlar yaparken başımızdan geçenlerdir” derler ya. Her halde bu özdeyişi kanıtlama işi de yine bana düşmüş olmalı.
- Kendinize biraz haksızlık etmiyor musunuz?
- Kalın kafa dediğim için mi?.. Kediler de onların yavruları da bizler gibi hiç de kalın kafalı filân olmuyorlar. Hep kedi dostlarımla birlikte olduk, bilirim. Onları yakından gördüm, tanıdım. Çok da iyi anlaştık onlarla. Beni hoşgörüyle kabul ettiler, işte bu da böyle biri, "n’apalım" dercesine. Daha birkaç haftalık iken yavrular, okula filan gitmeleri gerekmeden hayatı, dünyayı, kenti, mahalleyi, köpekleri, evleri ve en önemlisi insanları hemen kavrıyor ve onların nasıl kalın kafalı olduklarını sezerek onların nasıl idare edileceğini, onlara nasıl davranılacağını biliyor ve ona göre bir dünya kuruveriyorlar. Plan, program filan yaptıkları yok. Ancak atalarından bu yana meslek hanelerinde avcı yazıldığı için kısa süreli kurnazlık hesabıyla idare edip gidiyorlar. Zaman içinde kentlere ve evlere taşınıp yerleştikleri için, av ihtiyaçları da dumura uğramış. Kendilerine ikram edilen oyuncak farenin peşinden koşuyormuş numarası yaparken her şeyin farkında olduklarını saklamıyorlar. Şakacı olmaları ve şaka kaldırıyor olmaları en sevdiğim ve hayran olduğum yanları. Gerçi fare tutma efsanesi, kedilere yönelik Ortaçağ gaddarlığının intikamı sayılan veba salgınından kalma bir dedikodudur. Ama olsun… Çünkü ortada "insan" gibi bir hizmet unsuru varken ve üstelik onların her türlü miyavlama ricalarına bigâne kalamıyorken avcılığa ne gerek... Zaten insan soyunun asla ilgisiz kalamayacağı ses, kendi yavrusunun sesidir. Kediler evrimleri içinde işte o sesi taklit ederek insanları esir almış olmalı. Düşünsenize kedigillerin en kocamanı açtı mı ağzını kükrer!.. Bebek gibi seslenebilen kedi kısmı, doğada gezinen iri kıyım geçmişleri gibi, çevreyle uyumlu, kendilerini gizleyen kamuflaj renkleriyle dolaşmıştı bir zamanlar… Evlere yerleşince, ev sahibine şirin görünmek için rengârenk kılıklara bürünmüşler ve vahşi yanlarını şirinliğe tahvil etmişlerdir. Yine de bir kedi dostun damarına asla basılmamalı, yani anayasal haklarına el, dil uzatmamalı, nasıl bir tepki vereceği belli olmaz. Derler ki, kapı eşiği kedi için bir ayrım çizgisidir. İçeri yanı uysallık, şefkat, dışarı yanı yabanlık, kamu... Kedi bu eşikten girip çıkarken huy değiştirirmiş. Yine de, ne olur ne olmaz diye duruma göre her ikisini de dağarcığında muhafaza eder köftehor. Bir itilip kakılma yorgunu olarak, derim ki, doğrusu kedilere imreniyor insan.
- Okullardan ve mesleklerden söz ediyorduk ama kediler dünyasına dalmamız kaçınılmazdı. Yine de kaldığımız yerden devam edelim, derim ben?
- Güzel Sanatlar Akademisi'nden söz ediyorduk. Kişi kaytarılması imkânsız, olmazsa olmaz nitelikte bir iş tutmuş ise sorun yok, çalışır durur işte. Yok değilse, o zaman daha iyi şeyler hayal etmekten ve daha güzel bir dünya düşlemekten, olanı biteni beğenmemekten ve bütün bunları değiştirme sevdasından yan çizemez. Ne yapar? Yazar, çizer. Yazmak, çizmek kabahati başkasına atmanın en güzel, en estetik yolu değil midir esasen? İşte bu minval üzere akademide okurken daha mutlu bir çalışma hayatının ve daha âdil bir üretim dünyasının hayallerini kuruyorduk. Kabul etmek gerekir ki o günlerin değişen anayasal düzeni ve özgürleşen fikir evreni bizi de olumlu anlamda biraz fiştekliyordu. Asistanlar olarak düzenli toplanıyor, eğitimin eksikliklerini, aksaklıklarını eleştiriyor ve tartışıyorduk. Şunca yıl sonra ayrıntılara girmek zor. Ama… Kısaca söylemeye çalışırsak şöyle; "mezunların iş bulabilmeleri, ülkenin teknik adam ihtiyacını karşılayacak nitelikte eğitim almaları ile mümkün olacaktır" biçiminde özetlenebiliyordu. Derken altmış sekiz yılı, dünyada ve ülkemizde, genç insanların benzer isteklerle sokakları, alanları doldurmaya ve okullarını işgal etmeye yönelmeleri ile geldi. Çok basit, haklı ve meşru dileklerinin gerçekleştirilmesi için yolları kendilerince açmaya taliptiler. Pek çok üniversitede öğrenci istekleri büyük boyutlu siyasi hedeflere doğru yön değiştirmişti. Bunun için uzun vadeye ve uzun siyasi mücadeleye ihtiyaç vardı. Fena mı, yoo.. hayır, çok iyi. Ama akademide ise talepler "hemen olabilir"e indirgendi. Şöyle: Okulda asistanlar ve öğrenciler, temsilcileri eliyle okul yönetimine söz ve karar sahibi olarak katılacaktı. Bunun yasal zemini ve güvencesi de sağlanacaktı. Bir de eğitimin acil olarak gerek duyduğu bina ihtiyacını kökten karşılamak üzere, akademinin hemen yanında bir duvarla ayrılmış duran, eski sarayın diğer binası o zamanki kız lisesi, akademiye katılmalıydı. Peki, bunlar gerçekleşti mi?.. Evet!..
- Önemli tanıklıklar bunlar… Sonrası?
- Başarıya ulaşan bu güzel hareketin ayrıca olumlu ve olumsuz birkaç sonucu da oldu. Mesela okuldaki sinema meraklısı öğrencilerin ve Sami Şekeroğlu’nun kurduğu bir kulüp olan Film Arşivi resmiyet kazandı, yine onun başkanlığında Sinema Televizyon Enstitüsü’ne dönüştü.
- Olumsuz sonuç ne?
- Ben tezkere alıp askerden geri geldiğimde, ara verdiğim asistanlık görevime yine dönmek istedim. Bu kez niyetleri yoktu, yeniden sınava sokmak istediler, itirazlar, kaybettirilen danıştay davası, falan, filân vs. Ne yaptım? Hiç uzatmadım. “Sağlık olsun” dedim ve beni dört gözle beklediğini hayal ettiğim çizgi dünyasının adrenalini yüksek özgür ortamına kendimi bıraktım. Bu da bana sorduğunuz olumsuz sonucun ortaya çıkardığı bir happy end!.. Kısa bir süre sonra, yine Akademiye bağlı olarak kurulan Uygulamalı Endüstri Sanatları Yüksek Okulu’nda (UESYO) çağrılı olarak göreve döndüm. Ayrıca kısa sürelerle Yıldız ve İstanbul Üniversiteleri ve on yıl kadar da Eskişehir Anadolu Üniversitesi’ndeki hocalığı da eklemem gerekecek.
- Nasıl bir öğretmendiniz?
- İlk sınıfların ilk derslerinde sözü şuraya getirirdim: “Pek çok meslekte diplomalı olmak şarttır. Ama bu eğitimin sonunda, çalışma hayatınızda size kimse diploma sormayacaktır. Yani diploma için okumayın. Kanıt mı istiyorsunuz; işte, hocanızın ders verdiği bu konuda diploması yok!..” İlgiyle dinlerlerdi. Bazılarının bakışlarında, “çattık gene bir tuhaflığa” merakını gözlerdim. Daha da sarsıcı olan sözler arkadan gelirdi: “Şimdi bu derslerde size anlatmamı beklediğiniz bilgileri ben seneler önce öğrenmiştim, yani biraz bayatlamış olabilir. Size bunları öğretir ve ezberletirsem siz ise bunları yıllar sonra kullanmaya kalkacaksınız, artık o zaman iyiden iyiye küflenmiş olabilirler. Sonra onları kafadan temizlemeniz de çok zor olur.” İçlerinden 'çattık galiba'yı geçirenler bu kez kulaklarını dikerlerdi. Bütün gözlerde “Peki, nâp'caz?!” endişesi pırıldardı. “Siz ve ben, sanat denilen fenomeni ve yaratıcılığın sırlarını birlikte keşfe çalışacağız ve olabildiği kadar da eğleneceğiz” diye sözü bağlardım. “Çünkü sanat, sıkıntı ve zorlukla serbestlik ve özgürlüğün bir arada olduğu estetik bir uğraştır. Buyrun işte, okul size ihtiyaç duyduğunuz sıkıntıyı tattıracaktır; merak etmeyin, gençliğiniz ve uçarılığınız da diğerlerini... Eveeet, şimdi ilk ödevinizi veriyorum: Herkes bir film yapacak, başlayın!” Hoppala… Herkes birbirine bakardı. Sonrasında açıkladığım formül şuydu: “Hepiniz önce size iyice ve zorla öğrettiğim bilgilerle film yapmaya kalkarsanız, heyecansız ve sıkıntılı bir çalışma olur, ayrıca çıkan iş mükemmel bile olsa sizin olmaz. Tam tersi… Size bir şey öğretmiyorum, "film yapmaya hemen başlayın" diyorum. Karşılaşacağınız sorun ve bilgi eksiklikleri ortaya çıktıkça birlikte çözmeye çalışırız, bilgi bulursak kullanırız, yoksa icat ederiz. Yürüdükçe de mutlu oluruz. Hadi, hadi başlayın çalışmaya.” Özeti, ihtiyacı duyulmayan bilgi kişiye yüktür!.. İşte bu minval üzere ders yapardık. İçlerinden birçoğu aldı başını gitti, filmleri ödüller getirdi.
- Bir öğretmen için ne kadar mutlu edici sonuçlar…
- Yıllar sonra bir gün eşimle birlikte kalabalık bir alışveriş merkezinde dolaşırken benim eski öğrencilerden birine rastladık. “Hocam” diye sevinçle yanıma geldi, boynuma sarıldı ve şöyle dedi: “Bize pek bir şey öğretmediniz ama nasıl düşünmemiz gerektiğini hissettirdiniz, sizi hiç unutmadık...” Gerisi iltifattı, tekrarlamak ayıp olur şimdi.
- Ve sonra tamamen çizgiye yöneldiniz…
- Aslında düşlerimde gazeteciliğe yer de yoktu. Bir şeylere kızıyor, üzülüyor, düşünüyordum, kâğıt doldurmak hoşuma gidiyordu. Kâğıtlarsa mektup yazar gibi, anı defterine not düşer gibi ya da kızdıklarıma yükte hafif, pahada ağır laflar yollamak gibi çeşitli çizgilerle doluyordu. Hepsi buydu. Arkadaşlar görür hoşlarına giderdi. Bundan ben de hoşnut olurdum. Kâğıtlar çok birikince de orada burada sergilemeye koyuldum. Önce sendika dergileri, sonra meslek dergileri, derken çocuk ve sanat yayınlarında çizgilerin görünmeye başlamasına tanık oldum ve şaştım.
- Gazetelerde çizmeye nasıl başladınız?
- Günlerden bir gün Politika adlı yeni bir gazete yayına başlıyordu. Turhan Selçuk çizer olarak beni önerdi. Kendimi bir anda gazeteci olarak buldum. Ne oldu?.. Ne olacak, evde bütün gece masa başında günlük siyasi çizgi için uğraşmaya başladım. Sabah olunca da bunu gazeteye götürüyordum. Bir yıl sürdü ve sonra bir gün, “Senin işin bitti” dediler. Derler ya... Ben yine normal hayatıma döndüm. Bu arada, Cumhuriyet gazetesinde dostlara uğrardım. Bir gün bir köşe yazısına resim yapmamı istediler, çizdim ben de. Sonra bu devam etti. Derken düzgün bir işim, düzgün bir gelirim oldu.
- Çoğu kişi sizi Cumhuriyet’ten anımsıyor…
- Ne kadar sürdü dersiniz? Gerçekten geçerken uğramıştım, kapının yolunu gösterdiklerinde aradan 32 yıl geçmişti. Neler yaptım orada?.. Yazı dizileri ve köşe yazıları resimledim, başlık yaptım, vinyetler çizdim, mizah sayfaları hazırladım, dergi kapakları yaptım, günlük politik karikatürler çizdim ve daha da neler... Gazetenin her köşesinde çalıştım. Mutlu çalıştım ama. Karışanım görüşenim olmadı, özgür çalıştım. Bu süre içinde başka gazetelere de çizdim, kimse ilişmedi. 12 Eylül gibi saçmalıkları, gazetenin tavizsiz muhalif tavrını, askeri yönetimce kapatılmasını yine bu gazetede yaşadım. Gazete yöneticilerinin anlaşmazlıklarını, bölünüp gazeteyi terk etmelerini, gidenlerin okuyucuyu boykota çağırmalarını, sonra geri gelmelerini, gazetenin iflas etmesini, yine de devam imkânı bulunmasını, alt kat çalışanları olarak düzenlediğimiz yılbaşı partilerini ve çok değerli dostlukları hep yine bu gazetede yaşadım. Zaman zaman farklı düşüncelerim de olsa, bildiğim çizgiden şaşmadım, güzel olan ise bunun hiç sorun edilmeyişi idi. Ama?! Her güzel şeyin bir sonu vardır. Bir sağ gazetenin istediği röportajda mütedeyyin kadınların başlarını örtmeleri konusundaki direnmeleri için sorulan soruya verdiğim cevapta, “Bu bir başkaldırı değil, bir baş eğmemedir” sözlerim, beklenmedik biçimde o gazetenin manşetine çıkarılınca ipler koptu. İzin verirseniz ayrıntılara girmeyelim. Çünkü o günlerde içerde ve dışarda o kadar çok konuşuldu ve yazıldı çizildi ki...
- Sonra Taraf macerası geldi, değil mi?
- O yıllarda işsiz kalan gazeteci, demek ki önemli bir olay olarak görülüyordu. Yeni yayına başlayan, akılcı ve sert muhalefet yapan Taraf gazetesi eski arkadaşım Ahmet Altan’ın yönetimindeydi. Gazeteye çağırdı beni. İkinci çağrısında gittim ve yeni bir serüven başlamış oldu. Günlük karikatürler çizdim, haftalık yazılar kaleme aldım. “Köşe Çizeri” gibi bir de ünvan sahibi yaptılar beni. Orada da yazarların yine ikiye ayrıldığına, bir kısmının gazeteyi terk ettiğine tanık oldum, ben işime devam ettim. Bu macera da altı yıl sürdü ve noktalandı. Şimdi kuşlar kadar hürüm ve kuşlar kadar işsiz!..
- Yok, yok öyle demeyin! Sizi T24 internet sitesinde izliyoruz…
- Bir süredir ve şu sırada, iş ve işsizlik aynı anda, bir arada ve aynı kişinin üstünde bulunuyor. Çalışıyorum ama işsizim. Kanına gazetecilik virüsü bulaşmış bir kişi bu eziyetin dışında bırakılırsa bu kendi sağlığı açısından olduğu kadar, eşinin, dostunun, çevresinin, ülkenin, dünyanın, iktidar ve muhalefetin varlığı ve sağlığı için de tehlike arz eder. Bunu deneyerek öğrenmiş nice tecrübeli gazeteci bu durumu çok iyi bilir. Beni gözleyen bir yakın dostum da… Bakmış ki bir yerde terk edilmiş, ne zaman nasıl patlayacağı belli olmayan pimi çekilmiş bir saatli bomba gibi küsüp köşesine büzülmüş bir gazeteci varsa o zaman onun eline derhal bir kalem tutuşturulmalı. Gerisi kendiliğinden gelir. Öyle de oldu. Bana T24 internet haber sitesinden bir telefon geleceği ve şaşırmamam gerektiği söylendi. Telefon geldi ve ben, T24’te çizip yazmaya başladım. Benim gibi aynı durumda olan gazetecilerin toplaştığı bir rehabilite merkezi gibiydi orası. Neşem yerine geldi. Hayata gülümseyerek bakmaya başladım. İnternet gazeteciliği ilginç. Ne yapacaksan yap gece saat yirmi dörde bir kala'ya kadar, maille gönder. Saat sıfır bir olunca, yani iki dakika sonra siteye bak, senin işin yayına girmiş bile. Çağdaş gazeteciliği de böylece yakalamış bulunuyorum. Her şerde bir hayır vardır derler ya…
- Siz konuşmanın ben dinlemenin şehvetine kapılmışken devam edelim lütfen… Sizin dernek çalışmalarınız da vardır...
- Örgütlü olmaktan bahsediliyordu ama herkes kendi sorumluluğunda ve kendi yalnızlığındaydı. Babam çok daha eskiden, ortada fol yok yumurta yokken bana, “Anlamadığın şeylere itibar etme, uzak dur,” anlamında mırıltı halinde bir nasihat geçmişti, aklımda kalmış. Biraz dediği gibi oldu. Siyasetle ilgili oldum ama siyasi bir teşkilât içinde olmadım. Sanatın güncelliği ve işlev yeteneği bana hep çekici gelirdi. Sonuçta Türkiye Sanatçılar Birliği ve Karikatürcüler Derneği gibi örgütlenmelerde, bana başkanlık dahil yönetim sorumlulukları verildi. Sanatçıların, ülkede ve dünyada umudu pompalayan devrimci siyasetin doğrultusunda, ortaya koyacakları yaratıcı üretimleriyle, mutlu gelecek adına etkin bir rol almalarını doğru bulurdum. Bu bakış, ne yazık ki pek çok kişi için devrimci sanat, siyasetin emrinde ve güdümünde olmalıdır şeklinde anlaşılıyordu. Kendi adıma vermeye çalıştığım mücadele işte bu anlayışa karşıydı; sanat üretiminin güncel etkisi ancak onun emir dinlemez, özgür ve özgün tutumu ile ortaya çıkabilir, anlamındaydı.
- Katılıyorum…
- Bu düşünceler ve bu hissiyat, beni kişisel çizimlerin ötesinde eksikliğini ve gerekliliğini fark ettiğim bazı uğraşlara yöneltti. İlgi alanımıza giren işlere baktığımızda, ne kendi geçmişimizi, ne de dünyanınkini biliyorduk. Bugün dünyada kimler neler çiziyor, nasıl çiziyor ondan haberimiz yoktu. Uzun yılların yöneticileri ülkemizi hem dışa kapalı hem de içine dönük halde tutmuşlar. Sonra gelen sınırlı anayasal özgürlük ortamı, bu konulardaki açlığımızı feci halde ortaya çıkardı. Bu açlığı doyurucu anlamda ilk gideren Turgut Çeviker’in 1986'da yayımına başladığı üçü büyük boy, toplam on üç ciltlik “Gelişim SürecindeTürk Karikatürü” adlı çizgi tarihi dizi kitaplarıdır. Kendi ilgi alanımız içinde yer alan çizgi dünyası ile tanışmak için de uluslararası sergi, kitap, yarışma gibi işlere kafa yormaya başladık. Akşehir’de yıllardan beri tanınmış tarihi mizah ustası Nasreddin Hoca adına doğal şenlikler yapılıyordu. Oraya dâhil olduk. Önce Türkiye ölçeğinde gençler arasında bir yarışma açtık, 1973’tü. İki yüz’ün üstünde genç çizer katıldı. İçlerinden bazı isimler bugün basınımızda hâlâ çiziyorlar. Sonra bu sonucun coşkusuyla “Uluslararası Nasreddin Hoca Karikatür Yarışması” düzenledik ve şaşırdık, tüm dünya sanki bizi bekliyormuş!.. Yıl 1974. Sanıyorum yirmi ülkeden yüzlerce çizer coşku ile işlerini bize yollamışlardı. İlk yarışmanın büyük ödülünü kazanan ve almaya gelen İspanyol Vasquez de Sola aldığı ödül parasını İspanya’da Franco faşizmine karşı mücadele eden devrimcilere götüreceğini açıkladı. Demek ki tuttuğumuz yol doğruydu. Bu yarışma uzun süre dünyanın en önde gelen itibarlı çizgi şenliği olarak algılandı. Tüm ülkelerden onlarca çizerle dostluklar kurduk, burada ağırladık. Ne yazık ki karikatürcülerimiz bilmediğim, anlamadığım nedenlerle bu etkinliği ucundan tutarak ya da tutmayarak, söndürdüler.
- Ama bir müzeniz vardı…
- Evet!.. Geçmişi öğrenmenin yollarına gelelim. Bunun yolu bir Müze yaratmaktı. Çünkü geçmiş denilen merak, dünde kalmış ve donmuş, erimeyi bekleyen devasa bir buz kütlesi değildi. Yarınlar adına, dünden başlayıp gelen ve bugün de devam edecek damlamalarla biriken ve zenginleşen bir hazine sandığı olmalıydı. Değerli çizer Ferit Öngören’in fikrî öncülüğünde ve Karikatürcüler Derneği’ndeki gayretlerimizle “İstanbul Belediyesi Karikatür ve Mizah Müzesi” önce küçük bir yapı olarak İstanbul Belediye Başkanı Ahmet İsvan tarafından 1975’te Tepebaşı’nda açıldı. Sonrasında askeri ve sivil abuk sabuk iktidarlar sırasında boşaltıldı, yıkıldı, değerli birikimi bir çuvalın içinde bir üyenin deposunda uykuya bırakıldı. Çok sonra İstanbul Belediye Başkanı Bedreddin Dalan zamanında müzemiz, yeniden bu kez Saraçhanebaşı’ndaki eski Caferağa Medresesi’nin nefis avlulu, şadırvanlı yapısında arşiv, sergileme bölümleri, kütüphanesi, kafesi, baskı ve çizgi film atölyeleriyle görkemli bir törenle açıldı. Müze ikinci kez açıldığından, bebek getiren leylek misali, müzeyi de bir karga ağzında getiriyordu. Açılış afişindeki bu nükte, törende de tekrarlandı. Bütün medrese, hristo gibi kırmızı kumaşlarla paketlendi ve bir vincin havalandırdığı karganın gagasında sanki gelip yerine kondu. Bu nefis açılışı şimdi aramızda olmayan Aydın Ülken projelendirmişti. Şimdi oranın da yerinde yeller esiyor.
- Niçin böyle oldu?
- Bu konuda birkaç söyleşiyi dolduracak kadar dedikodu malzemesi yığılabilir. Ama şu kadar söyleyeyim; Karikatürcüler bu güzel müzelerine sahip çıkmadı. Korumak isteyenleri de küçümsediler. Giden gitti işte. Yine de sanmayın ki müze konusu burada bitti. Yok canım sonrası da var. Uzun yıllar ders vermeye gittiğim Eskişehir Anadolu Üniversitesi o zamanki rektörü Engin Ataç’a bir “Karikatür Sanatı Enstitüsü” kurulmasını önermiştim. YÖK’den gelecek bürokratik zorluklar nedeniyle onun yerine “Karikatür Araştırma Merkezi” düşünüldü ve ona bağlı bir müze gündeme geldi. Eskişehir Odunpazarı’nda eski iki ev onarıldı, birleştirildi ve “Yeni Bir Yüzyıla Girerken Eğitim Sorunları” adlı uluslararası bir sergiyle birlikte 2000'de “Eğitim Karikatürleri Müzesi” adıyla açıldı. Müdürlüğüne de 2011'de kaybettiğimiz değerli çizer Prof. Atila Özer getirildi.
- Müze ne durumda şimdi?
- Merak etmeyin, yerinde yeller esmiyor, çok iyi çalışıyor. Müze konusu bitmedi, dahası var.
- Yani?
- İzmir’de Konak Belediyesi eski Başkanı Hakan Tartan, kurmayı düşündüğü bir dizi müze projesine karikatürü de katmıştı. Onun isteğiyle Eray Özbek, Turgut Çeviker ve benden oluşan bir danışma kurulunun gayretleriyle onarılmış eski bir İzmir evinde adı “Neşe ve Karikatür Müzesi ”olan bir müze “Akdeniz Neşesi” isimli uluslararası sergiyle birlikte 2011’de açıldı. Gönderilen çizimlerin müzenin ilk arşiv malzemesini oluşturacağı katılımcılara sergi çağrısında duyurulmuştu. Akdeniz ülkelerinden pek çok çizer, bunun üzerine coşkuyla bu çağrımıza yanıt verdi. Yine meraklanmayın, nazar değmesin, müzenin neşesi yerinde. Bu arada, bir iddiam vardı. Tüm dünyada iletişim teknolojisindeki gelişme ve yaygınlaşma, sıkışık zamanlar sanatı olan karikatürün eski işlevinin, dolayısıyla eski gücünün ve aranırlığının azalmasına neden mi oldu acaba, diyordum. Ama bu sözüme kızanlar oluyordu. Galiba bu müze bolluğu, karikatürün artık müzelik olduğunun bir kanıtı olmasın sakın?!
- Eğer dediğiniz gibiyse siz hangi nedenlerle çizdiniz bunca zaman?
- Neden çiziktirip durdum ve çizdim de ne oldu? Bu ilginç ve kafa açıcı bir soru. Bu konu, hani bir zamanların bilgisayarlarına sorulmuş ya, ne var ne yok diye, konuşmaya başlayınca da makineleri bir daha da susturamamışlar. Benden yana böyle tehlike yok ama biz de uzun konuştuk, ne dersiniz?
© Tüm hakları saklıdır.