21 Şubat 2019 02:12
TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Tuncay Özilhan, Türkiye ekonomisinin en önemli iki sorununun tarımsal üretim ve yapısal reformların hayata geçirilmesi olduğunu söyledi. Kısa vadeli önlemlerin yapısal sorunları daha da ağırlaştıracağını vurgulayan Özilhan “Son haftalarda gıda fiyatlarındaki aşırı yükselişe karşı, hızla bazı önlemler alınıyor. Fakat, sorunun yapısal boyutunu çözmeye dönük bir irade görmüyoruz. Hal yasası, tanzim satış mağazaları, operasyonlar, denetimler gibi gıda fiyatlarına dönük önlemler, fiyatları belli bir süre için aşağı çekmeye muvaffak olacaktır. Ancak, tarım üretimindeki sorunlar devam ettiği sürece, fiyatlar yeniden artış eğilimine girecektir” yorumunda bulundu.
Özilhan "Reel sektörün finansman sorunu çözülmezse, sorun bankacılık ve kamu sektörüne sıçrar. Derin finansal krizler böyle gelişir" uyarısında bulundu.
Yerel yönetimlerin yetkilerini artırma çağrısında bulunan Özilhan “Belediye seçimleri aslında yerel yönetim konusudur; demokrasinin yerelde kök salması demektir. Fakat gösterişli projeleri tartışmaktan bu önemli konuyu tartışmaya pek fırsat kalmıyor. 780 bin kilometrekarelik topraklarımızı sadece Ankara’dan bakarak yönetmek mümkün değil. Merkezi karar alma ve uygulamanın eskisine oranla çok kuvvetli bir hale geldiği yeni Cumhurbaşkanlığı modelinde, sistemin düzgün çalışması, merkezde keskin bir güçler ayrılığı ve hukukun üstünlüğü ilkesine bağlı olduğu kadar, yerelliğin dikkate alınmasına bağlı” diye konuştu.
Gazete Duvar'dan Sinan Saygılı'nın haberine göre, Türk Sanayicileri ve İş İnsanları Derneği (TÜSİAD), Türkiye ekonomisinin bu yıl yüzde 1 büyüyeceği, yıl sonu enflasyonun yüzde 16,2 oranında gerçekleşeceği, işsizliğin ise yüzde 12,5’e çıkacağı öngörüsünde bulundu. Yatırımların ‘artan finansman maliyetleri, jeopolitik riskler ve küresel yavaşlama’ nedeniyle azalmaya devam etmesini bekleyen TÜSİAD, kamu yatırımlarının da büyümeye etkisinin sınırlı olacağına dikkat çekti.
TÜSİAD’ın ‘2019 Yılına Girerken Türkiye ve Dünya Ekonomisi’ başlıklı raporunda, 2019 yılında ihracatın 173 milyar dolar, cari işlemler açığının GSYH’a oranının da yüzde eksi 2,5 olmasının beklendiği kaydedildi. Raporda, yapısal reformların hayata geçirilmesinin ekonomik büyüme açısından olmazsa olmaz koşul olduğunun altı çizildi.
TÜSİAD’ın 49. Genel Kurul Toplantısı bugün İstanbul’da yapıldı. Başkanlığı döneminde cinsiyet eşitliği konusundaki farkındalığı artırmak amacıyla Türk Sanayicileri ve İş Adamları Derneği’nin ismini Türk Sanayicileri ve İş İnsanları Derneği olarak değiştiren Erol Bilecik, görevi, tek aday olan Organik Kimya’nın CEO’su Simone Kaslowski’ye devretti.
Genel Kurul’un açılış konuşmasını yapan TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi (YİK) Başkanı Tuncay Özilhan da iki konuya vurgu yaptı; Yapısal reformlar ve tarımsal üretim. İthalata bağımlı hale gelmemek için tarımsal üretimin artırılması gerektiğini vurgulayan Özilhan, “Tarımı ihmal eden ülkeler geleceklerini tehlikeye atar. Biz ihmal etmeyelim. Tarıma, sanayileşme kadar önem vermek, yatırım yapmak durumundayız” dedi. Özilhan, çözüm olarak da, tarımsal kooperatiflerin yaygınlaştırılmasını gösterdi. Sorunların kısa vadeli önlemlerle çözüme kavuşmayacağı yorumunda bulunan Özilhan “Yapısal önlemler alınmadan yapılan uygulamalar, bir sonraki dönemde sorunun daha da ağırlaşarak geri dönmesine yol açar” uyarısında bulundu. Özilhan, konuşmasında özetle şunları söyledi:
Gündemimiz oldukça yoğun. Dünya siyasetinde tırmanan gerilim ve belirsizlik, dünya ekonomisinde kara bulutlar, Türkiye ekonomisinde işsizlik, enflasyon, iflaslar, üretimdeki daralmayla mücadele, güneydoğu sınırımızda devam eden tehditler ve bu ortamda yaklaşan yerel seçimler…
Yerel yöneticilerimizi seçeceğimiz bu seçimlerin ülkemiz için bir beka sorunu olduğu görüşüne rağmen, heyecan dozu oldukça düşük bir seçim süreci yaşıyoruz. Bu gözlem, seçimlere katılım oranının bu kez oldukça düşeceği öngörüleri ile de örtüşüyor. Seçmen iradesinin bir kez daha tecelli edeceği ve bazı belediyelerimizin uzun süreden sonra seçilmiş yöneticilerine kavuşacağı seçimlerin birinci maddesi yerel kalkınma olmalı. Belediye seçimleri aslında yerel yönetim konusudur; demokrasinin yerelde kök salması demektir. Fakat gösterişli projeleri tartışmaktan bu önemli konuyu tartışmaya pek fırsat kalmıyor. 780 bin kilometrekarelik topraklarımızı sadece Ankara’dan bakarak yönetmek mümkün değil. Merkezi karar alma ve uygulamanın eskisine oranla çok kuvvetli bir hale geldiği yeni Cumhurbaşkanlığı modelinde, sistemin düzgün çalışması, merkezde keskin bir güçler ayrılığı ve hukukun üstünlüğü ilkesine bağlı olduğu kadar, yerelliğin dikkate alınmasına bağlı.
Yerel seçimlerde pek tartışma fırsatı bulamadığımız konulardan birisi de bölgeler arasındaki ekonomik ve toplumsal gelişmişlik farklılıkları. Bölgelerarası gelir eşitsizliğindeki iyileşmelere rağmen zengin bölgelerde ortalama gelir yoksul bölgelerin üç katı. Ağırlaşan makroekonomik sorunlar arasında fırsat bulup konuşamıyoruz ama, yerel kalkınma çok ciddi bir meselemiz. Bölgesel kalkınma farklılıklarını gidermek için yerel aktörlerin dahil edileceği katılımcı bir yönetişim sistemine duyduğumuz ihtiyaç her geçen gün daha da ortaya çıkıyor.
Yerel kalkınmada geçmişte yapılmış olan hataların sonuçlarını bugün gıda enflasyonundan işsizliğe, çevre kirliliğinden kentleşmeye, birçok alanda görüyoruz. Uzunca bir süredir gündemde olan gıda enflasyonu bu seçimlerde de en öne çıkan konulardan birisi oldu. Bazı gıda ürünlerinin fiyatlarında meydana gelen çok yüksek artışlarda, iklim koşullarının bir etkisi olduğunu kabul etsek dahi, gıda fiyatlarının 10 yıldan beri enflasyonun üzerinde seyrediyor olması, meselenin hava koşullarından ibaret olmadığını ortaya koyuyor. 2007’den 2018’e dünyada gıda fiyatlarındaki artış sadece yüzde 10 olmuş. Ülkemizde ise yüzde 200. Gıda fiyatları uzunca bir süredir tüketici fiyatlarından çok daha hızlı artıyor. Bu durum meselenin yıllar içinde iyice ağırlaşmış olan yapısal boyutuna işaret ediyor. Kaldı ki olumsuz hava koşullarını da bu seneye özgü arızi meseleler olarak görmek büyük bir hata olur.
Esasen sektör bir süredir önemli problemler yaşıyor. Son haftalarda gıda fiyatlarındaki aşırı yükselişe karşı, hızla bazı önlemler alınıyor. Fakat, sorunun yapısal boyutunu çözmeye dönük bir irade görmüyoruz. Hal yasası, tanzim satış mağazaları, operasyonlar, denetimler gibi gıda fiyatlarına dönük önlemler, fiyatları belli bir süre için aşağı çekmeye muvaffak olacaktır. Ancak, tarım üretimindeki sorunlar devam ettiği sürece, fiyatlar yeniden artış eğilimine girecektir. Çünkü, gıda fiyatlarındaki artışın esas nedeni, tarımın içine düşmüş olduğu durumdur. Tarıma verilen teşviklerin eriyip gittiği, araziye verilen teşviklerin etkin kullanılamadığı, tarımsal girdilerin fiyatlarının hızla tırmandığı bir yapının kaçınılmaz sonucu tarımsal üretimin azalması ve çalışabilir yaştaki nüfusun neredeyse tamamının köyleri terk etmesidir. Kırlarda yaşayanların oranı son 10 yılda yüzde 34’ten yüzde 16’ya düşerken, kentlerde ve metropollerde yaşayanların oranı yüzde 66’dan yüzde 84’e yükselmiştir. Çiftçilerin oranı ise yüzde 10’dan eriyip yüzde 3’e düşmüştür. Nitekim, üretim istatistiklerine baktığımızda, 2018 yılında, bir önceki yıla göre, tahıllar ve diğer bitkisel ürünlerde yüzde 5.8, sebzelerde ise yüzde 2.6 üretim azalması dikkati çekiyor.
Üretimin azaldığı, çiftçiliğin yok olduğu, buna karşılık tüketimin hızla arttığı bir durumda, fiyat kontrolleri ile bir yere varılamaz. Türkiye, gıda fiyatlarındaki tırmanışın önüne geçmek ve nüfusunu besleyebilmek için son yıllarda artan oranlarda ithalat yapmak zorunda kaldı. İthalata bağımlı hale gelmemek için tarımsal üretimi artırmak zorundayız. 80 milyonluk bir ülke olarak, Türkiye’nin gıda güvenliği ve güvenilirliğinden taviz vermesini kabul edemeyiz. Tarımı ihmal eden ülkeler geleceklerini tehlikeye atar. Biz ihmal etmeyelim. Tarıma, sanayileşme kadar önem vermek, yatırım yapmak durumundayız. Bunun için son dönemde çok tartışılan gıda ürünlerindeki fiyat artışlarının verdiği sinyali doğru okuyalım. Mutfaktaki yangını söndürmek için hızla bir takım adımlar atarken, eş anlı olarak da uzun vadeli bir bakış açısıyla tarımın sorunlarına eğilelim.a
Arazilerin parçalı yapısı, Türkiye tarımının en önemli sorunu. Bu durum, tarımda verimliliğin önünde çok ciddi bir engel. Arazisi olanın da sermayesi yok. Demek ki, küçük tarım arazileri ve küçük çiftçilikle, ölçek ekonomisinden nasıl yararlanacağımızın yollarını arayıp bulmalıyız. Aksi halde, verimsizliğin ve pahalılığın önüne geçemeyiz.
Türkiye koşullarında bunun yolu, çiftçilerin havza ve ürün bazında kooperatifler biçiminde örgütlenmesinden geçiyor. Kooperatifler sayesinde küçük üreticiler, traktör, sulama, gübre, pazarlama, satış, eğitim gibi birçok alanda güçlerini birleştirirse, tarım ve hayvancılığımız bugünden çok farklı bir noktaya gelir. Fransa, İsviçre, ABD gibi ülkelerde olduğu gibi, ülkemizde de kooperatifçiliği geliştirmeliyiz. Bu modeli geliştirmemiz ve tüm ülkeye yaymamız gerekiyor. Bu sayede hem çiftçimizin yüzü güler, hem köylerin terkedilmesinin ve çarpık kentleşmenin önüne geçilir, hem de gıda enflasyonu sorunu ortadan kalkar. Ayrıca, piyasa yapısını düzenlemek ve örgütlenmeyi geliştirmek, tarım ve hayvancılığa destek ve teşvikleri geliştirmek ve etkili dağıtımını sağlamak, meyve ve sebze tedarik zincirindeki yüzde 30-40’lara varan kayıp ve atıkların önüne geçmek, iklim değişikliği ile mücadele etmek ve su kaynaklarını etkin kullanmak, dijital, akılcı ve iyi tarım uygulamalarını yaygınlaştırmak da diğer önemli başlıklar.
Sivil toplumla etkili bağlar kurabilen, liyakata dayalı, özerk, yetkin bir kurumsal yapıdan uzaklaşan hükümetler, asli fonksiyonlarını yerine getiremez olurlar. Kısa vadeli hesaplar ağır bastığında uzun vadeli hedefler ıskalanır. Oysa dünya konjonktürüne baktığımızda, uzun vadeyi ıskalama lüksümüzün hiç olmadığı bir dönemden geçiyoruz. 2008 krizinden bu yana düşük seyreden ekonomik büyüme, yaygın işsizlik ve refahın gerilemesi sonucunda dünyada popülizm güç kazanıyor. Milliyetçi retoriği kullanan, korumacılığı ve içe kapanmayı savunan siyasi partiler birçok ülkede prim yapıyor. İngiltere örneğinde gördüğümüz gibi, siyasi ve sosyal iklimdeki değişime etkili bir cevap üretme kapasitesinin olmaması, belirsizlik ve istikrarsızlığı artırıyor.
Küresel güç dengesi, hızla batıdan doğuya doğru kayıyor. Çin’in her alandaki hızlı yükselişi, ABD’nin dünya liderliğini sarsıyor. Harvard Belfer Center tarafından yapılan bir çalışmaya göre, dünya tarihinde yeni yükselmekte olan gücün, statüko için tehdit oluşturduğu 16 mücadelenin 12’sinin savaşla sonuçlandığını biliyoruz. Geçen haftalarda ABD’nin Orta Menzilli Füzeler Antlaşması’ndan çekilme kararı bu endişeleri güçlendiriyor. Öte yandan, dünya geçmiş tecrübelerden ders çıkardı. İnsanlığın bu sefer böyle bir sonuca izin vermeyeceğini düşünüyorum. Yine de, zaten hissetmekte olduğumuz küresel çaptaki huzursuzluğun artarak devam etmesine karşı hazırlıklı olmamız gerekiyor. Maalesef, bu tırmanan gerilim karşısında güvenebileceğimiz herhangi bir küresel kurum yok.
Ekonomide geçen ağustos ayında zirve yapmış olan yangının ateşi düştü. Kurlar, faiz oranları ve enflasyon, zirve noktalarından aşağı indiler. Dış ticaret açığı ve cari açık daralıyor. Ne kadar devam edeceğini bilmesek de, bunlar olumlu gelişmeler. Buna karşılık üretim daralıyor, satışlar düşüyor, yeni istihdam yaratılamıyor ve işsizlik artıyor. Genel tablonun özeti: Kısmi iyileşmeye rağmen ekonomide kırılganlıkları yaratan nedenler devam ediyor. Sadece ârazları hafifletmeyle yetinip, bunlara yol açan nedenler tedavi edilmezse, bugün değilse yarın, aynı hastalıkların nüksetmesi kaçınılmaz olur. Maliye ve ekonomi kadroları, bozulan dengeleri yeniden eski yerlerine oturtmak için var güçleriyle çalışıyor; hükümetimiz ekonomik zorluklarla mücadele için paket üzerine paket açıklıyor. Kamu bankaları kaynaklı ucuz krediler, KOBİ’lere sağlanan KGF destekleri, başka bankalardan alınan kredi kartlarının, bireysel kredi borçlarının ve ihtiyaç kredilerinin yapılandırılması, hal baskınları, fiyat denetimleri, tanzim satış mağazalarının yeniden açılması, sayısı giderek artan sektörde KDV indirimleri, futbol kulüplerinin borçlarının yapılandırılması… Bu önlemlerin ortak özelliği kısa sürede sonuç alma hedefi taşımaları. Oysa tarıma, sanayileşme kadar önem vermek, yatırım yapmak durumundayız. Daha önce de çözülmedi, başka ülkelerde de çözülmedi, şimdi de çözülmez. Çünkü bu bir matematik hesap meselesidir. Durum, Çinlilerin “susuzluğu gidermek için zehir içilmez” atasözünü akla getiriyor. Kredi yeniden yapılandırmaları ve buna karşılık devam eden ve sektörden sektöre yayılan konkordatolar ve iflaslar, ciddi bir finansman sorununun tezahürleri. Yapısal önlemler alınmadan yapılan uygulamalar, bir sonraki dönemde sorunun daha da ağırlaşarak geri dönmesine yol açar. Reel sektörün finansman sorunu çözülmezse, sorun bankacılık ve kamu sektörüne sıçrar. Derin finansal krizler böyle gelişir. Bu nedenle, bugün uygulanan önlemlerin mutlaka uzun vadede üretimi ve tasarrufları artıracak, dış ticaret açığını azaltacak, mali disiplini pekiştirecek bir programla desteklenmesi gerekiyor.
Son birkaç yüzyılın tarihi, demokratikleşmenin, küresel sahnede, dalgalar ve geri çekilmelerle ilerlediğini gösteriyor. Demokratikleşme dalgaları da, ters yönde gelişmeler de, ülkeler arasında bulaşıcı oluyor. 2008 krizinden bu yana, dünyada bir içine kapanma ve otoriterleşme rüzgârının estiği açık. Ancak bu rüzgârın kalıcı olması söz konusu olamaz. Dünya tarihi, insanların ve milletlerin kaderlerine sahip çıktığını, toplumların demokratikleşme eğiliminde olduğunu söyler.
© Tüm hakları saklıdır.