Gündem

'Türkiye'nin kültür savaşları ve çözüm bekleyen iki mesele'

Yavuz Baydar'ın Al Monitor'deki Türkiye analizi: Hükümetin alkol satış ve tüketimiyle ilgili Meclis'ten apar topar geçirdiği kısıtlayıcı yasa toplumdaki kutuplaşmayı da aynı hızla sertleşiverdi

28 Mayıs 2013 16:16

Yavuz Baydar

(Al Monitor/ 27 Mayıs)

Türkiye’deki siyasi savrulmalar, demokratik hedeflere ilişkin stratejik bakış eksikliği, sosyal dokunun dikişlerin zorlayıp duruyor. Bu dikişler sanıldığı kadar sağlam değil, toplumsal aktörlerin demokratik hedeflerine bağları ne ise, o kadar.

İran, Irak ve Suriye kuşağındaki gerilimler de hesaba katılınca, hepsi pamuk ipliği kalınlığında.

Hükümetin alkol satış ve tüketimiyle ilgili meclis genel kurulundan apar topar geçirdiği kısıtlayıcı yasa; yerel yönetimlerin yine aniden beliren ‘kamusal alanda öpüşme yasağı’; piyanist Fazıl Say’ın ardından bu kez de (Türkiye Ermenisi ve muhalif aydın) Sevan Nişanyan’ın ‘dini değerleri aşağılamaktan 14 ay hapse mahkûm olması; Emek tarihi sinema salonunun sert sokak protestoları altında yıkılması kararıyla peş peşe gelince, toplumdaki kutuplaşma da aynı hızla sertleşiverdi.

Durumu asıl vahim kılan, tüm bu gelişmelere bazı liberaller dışında, Türkiye’deki değişimin taşıyıcısı olma iddiasındaki ılımlı dindar aydın ve siyasilerden, karşı çıkma yerine hayli yaygın bir rasyonalizasyon ve desteğin gelmesi.

Böyle olmasaydı, tıpkı iki yıl önce Uludere/Roboski’de 34 Kürt köylüsünün Türk savaş uçaklarıyla katledildiği olay ardından gelen kürtaj yasağı girişimleri gibi (pek bir sonuç alamamıştı), son alkol tüketiminde kısıtlamalar öngören yasanın Reyhanlı’da yaşanan olayların hükümet üzerindeki baskısını azaltmak amacı taşıdığını iddia edenler, haklı olmakla beraber, hafife alınabilirlerdi.

Ama öyle görünmüyor. Baskın bir edayla geçirilen yasa ve öpüşme yasağını protesto edenlerin üzerine bazı güruhların dini sloganlarla saldırması, ülkenin karmaşık sosyal dokusu üzerinde ‘ahlakçı çoğunluk’ tahakkümünün mukadder olduğunu savunanlara özellikle dikkat edilmesine yol açıyor. Bazılarının öne sürdüğü argümanlar, ikna ediciliğe yakın, çünkü atılan aşırı ahlakçı adımlara gelen sosyal tepkiler şiddete açık ve ‘öteki’ grupları yeterince yabancılaştırıcı.

Türkiye’nin demokratik açıdan çoğulcu, barışçı, hoşgörülü ve farklı hayat tarzlarına açık bir toplumu konsolide edeceğine hala inanç besleyenler için umut kırıcı bir durum var ve gelişiyor. İki farklı eleştiri, dikkate değer. Bunlardan biri, meslektaşım Kadri Gürsel’in Al-Monitor’deki ‘AK Parti’nin alkole karşı cihadı’ başlıklı yazısı.

Diğeri ise, siyaset bilimci Prof İhsan Dağı’nın Today’s Zaman’daki ‘İslamizm değil, postmodern otoriterlik’ başlıklı son makalesi.

Gürsel alkol yasası ile AKP’nin, yaklaşan seçimler nedeniyle muhafazakâr oy tabanının elinde tutma çabasının ötesinde, İslami değerlere dayalı bir toplumsal mühendislik projesini uygulamaya koyduğunu, kendi değerlerini daha görünür, diğerlerini daha az görünür kılmayı hedeflediğini söylüyor.

Dağı ise, AKP’nin kendi değerlerini üstün kılarak, toplumda sosyal ve kültürel alanda bir ‘hayat tarzı hiyerarşisi’ kurma çabasına dikkat çekerken, demokratik yolların kullanılması nedeniyle ille de İslamizm demek olmadığını öne sürüyor: Nasıl ki Kemalistler meşru yolları kullanarak Türk ve laik eksenleri üzerinde güçlü tabana dayalı toplum mühendisliği yaptıysa, onun yöntemini kopyalayan AKP de yeni bir hiyerarşi kuruyor; bu ancak postmodern otoriterlik kavramı ile açıklanabilir.

İki görüş de sosyal mühendislik tespitinde birleşiyor. İşin özü de burada. Türkiye’de muhalefetin ‘cüceliği’ sürdükçe, yani siyaset asimetrisi böyle kaldıkça, muhafazakârlaşmış toplumdaki ‘öteki’yi bastırma’ içgüdüsü daha sık su yüzüne vurmaya başladı.

Bu, 2014’te beklenen üç çok kritik seçim, bir muhtemel anayasa referandumu ve Beyaz Saray ile varılan (iç politikada keyfi davranışlara açık çek anlamına da gelen) bölgesel stratejik ‘senkronizasyon’ nedeniyle, AKP’nin önündeki popülizm tuzağını cezbedici kılıyor.

Bir başka deyişle, Erdoğan ve AKP, ya 12 yıla yakın zamandır süren ‘Türk Glasnostu’nu hayırlı sonuca doğru taşıyacak; ya da hegemon siyasi güç altında Türkiye, kolaycılığa ve çıkara ‘kaçmış’ bir iktidarın sadece kimliği değişmiş bir vesayet düzeni altında, yarı-demokrasi olarak yoluna devam edecek.

AKP 2002’de iktidara tek başına geldiğinde İslami kimliği belirgin, ama dogmatik kökleri zayıflamış, yenilik vaat eden bir partiydi. 2006’ya kadar izlediği pragmatist, globalist, reformist, cesaret dolu politikalarla post-İslamist kimlik kazandı. Ve 2007’de askeri e-muhtıraya sivillik adına cesaretle direnince ‘acaba üçüncü aşamaya, yani Müslüman Demokratlık aşamasına geçecek mi?’ sorusunu haklı olarak, heyecanla sordurttu.

Aradan geçen 5 yıllık sürede, özellikle 2011 seçimlerinin ardından, ekonomik büyüme ile demokratikleşme dengesi bozuldu. Özgürlük ve haklardaki açık büyüdü. Ertelenen sorunlar halktaki reform beklentilerini kırmadı, ama gündemdeki ‘sıkışma’ siyasetteki popülizm boyutunu güçlendirdi. Ülkeyi güçlü bir konsensüse çekebilecek anayasayı geciktirdiği ölçüde, Müslüman Demokratlık hedefinde kırılmalar oldu.

Üçüncü aşamaya gelinme ihtimali çok önemli: çünkü Müslüman ağırlıklı bir toplumu yöneten bu güçlü partinin önünde, kimlik farklılıklarına saygıyı güvence altına alan bir anayasa ile ‘siyasette dinin makul demokratik dozunu belirleme’ sınavı duruyor.

Bu, medeniyetler çatışmasıyla yüzyüze kalmış dünyayı ilgilendiren bir test.

Türkiye’de demokrasi açısından iki varoluşsal mesele halen çözüm bekliyor: Bireysel özgürlükler (ifade, tercih, hayat tarzları vs.) ve kolektif haklar (etnik ve dini azınlıklar vs). İkisinde de yerinde sayma olmadı, ama hep yetersiz, aşırı gevşek adımlar atıldı. ‘Öteki’ler – Aleviler, Kürtler,  Müslüman olmayanlar, farklı cinsel yönelim sahipleri, pasifistler, ateistler vs.) bekleme odasında sabırsızlanıyor.

Alkol kısıtlaması, öpüşme yasağı, dine ve kutsala dair aykırı görüşlerin cezalandırılması gibi boğucu adımların devamı gelebilir.

Ama bu tartışmaların hepsini büyük resmin içinde görmek, ülkeyi bekleyen tehlikelerin özde demokratikleşmeyle ilgili olduğunun anlaşılmasını sağlar. Tek bilinen şey şu: İslamist veya Postmodern Otoriterlik veya keyfilik, her ne ise, bu Kulturkampf’ın kazananının asla olmayacağı.

Kaygı veren de bu.