Today’s Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Bülent Keneş, ABD basınında MİT Müsteşarı Hakan Fidan aleyhinde çıkan haberleri tarafsız bir gözle yayımladıkları için eleştirildiğini vurgulayarak, “Sadece işini, yani gazetecilik yapmaya çalışan Today’s Zaman ve şahsım Türkiye’ye, hükümete ve MİT müsteşarına karşı başlatılan bir uluslararası komplonun ‘parçası’, ‘işbirlikçisi’, ‘taşeronu’ olmakla ve hatta ‘vatana ihanet’le suçlandık” dedi. Fethullah Gülen cemaati bünyesindeki yayınlardan Today's Zaman'ı yöneten Keneş, “Bünyesinde yayın yaptığım medya grubu her gün şiddeti daha da artan ve daha da çirkinleşen bu tazyiklere ne kadar dayanabilir bilemiyorum” ifadelerini kullandı.
"Hep iyi niyetle yaklaştığımız mevcut hükümetten daha fazla demokrasi ve daha fazla hak özgürlük konusunda beklentilerimizden dolayı uzun süre okurlarımızı da yanıltmışız" diyen Keneş, "AKP’nin kamu bütçesinden ödediği maaşlarla birer 'lejyoner' gibi istihdam ettiği danışmanlar ordusunun yönetiminde örgütlenen binlerce insan, ben bunlara sanal milis diyorum, sosyal medyanın her türlü kanalından üzerimize saldırtıldı" dedi.
Bülent Keneş, “Yeni Türkiye bu mu?” başlığıyla yayımlanan yazısında (21 Ekim 2013), Today’s Zaman’ın yayınları dolayısıyla baskı gördüğünü belirtti.
Zaman ve Today’s Zaman’ın hükümetin politikalarını eleştiren yayınlar yaptığı için Sabah Gazetesi Başyazarı Mehmet Barlas tarafından eleştirilmişti. Barlas’ın yazısının ardından birçok çevrenin de dahil olduğu bir tartışma başlamıştı.
Bülent Keneş, son olarak MİT Müsteşarı Hakan Fidan hakkında yapılan haberler nedeniyle Today’s Zaman’ın baskıya uğradığını belirtti. Keneş’in yazısı şöyle:
Yeni Türkiye bu mu?
Aslında memleketin geldiği durumu, Türkiye’nin en edebi köşe yazarlarından biri olan ve hayatı boyunca yazdıkları daha ziyade muhafazakar demokrat kitleler tarafından okunan Zaman gazetesi yazarı Ahmet Turan Alkan aylar öncesinden ortaya net bir şekilde koymuştu.
19 Ağustos 2013 tarihli yazısının başlığı “Hava puslu, suskun ve ağır” idi. Ahmet Turan Alkan, bir devlet üniversitesinde öğretim üyesiyken, yani bir “devlet memuru” iken, yaşamak mecburiyetinde kaldığı 2007 müdahalesine doğru giden süreç ile artık devlet memuru olmadığı içinden geçmekte olduğumuz ve henüz adını tam olarak koymakta bile yine içinde bulunduğumuz ortam gereği güçlük çektiğimiz yeni süreci mukayese ediyordu. “Nerde o günler?” diyen Alkan o yazısında şunları söylüyordu:
“2007’ye giden süreçte devlet memuruydum ve bir üniversitede becerebildiğim kadarıyla ders veriyordum. “Akademisyen” kimliğim vardı. O dönemde yazdıklarımı okuyanlar ve her şeye rağmen 2547 sayılı kanuna bağlı “memur” kimliğimi bilenler, özel sohbetlerde, ‘Âmirlerin (rektör, dekan vb.) sana karışmıyorlar mı, rahatsız ediliyor musun?’ diye sorarlardı. Şimdi Ergenekon davasından hükümlü paşa ve yazarların ayda en az bir kere öğrencilere davet üzerine konferans verdiği zamanlardı, yani üniversite yönetimi ile esasen bir doku uyuşmazlığı vardı. Soranlara hep şöyle cevap verdim, ‘Hayır, hiç rahatsız edilmiyorum; ne açık ikaz, ne bir imâ; bilakis bana karşı mesafeli bir saygı duyduklarını hissettim hep.’
Bu doğru. Yazdıklarımdan ötürü ne YÖK, ne de üniversite yönetiminden baskı görmedim; yazdıklarıma bakıyorum şimdi: Hiç de ‘ortaya karışık salata’ cinsinden suya sabuna dokunmaz şeyler değildi. Bu hadiseyi sorulan her yerde yukardaki haliyle anlattım, şahitlerim vardır.
‘2007’ye akan darbe arifesi günlerinde mi fikren rahattın, şimdi mi?’ diye sorsalar şöyle cevap veririm; nerde o günler?
‘Bu biraz ağır bir hüküm değil mi?’ diye düşünenler çıkabilir; ağırını hafifini bilmiyorum; zihni rahatlık ve fikrî hürriyet bakımından o dönemde daha iyi durumda olduğumu söylüyorum…”
Aylardır şahsımı ve editörlüğünü yaptığım Today’s Zaman’ı hedef alan saldırıları, toplu linç kampanyalarını, tehditleri, akla gelebilecek her türden karakter suikasti çabalarını ve demonizasyonu korkarım ki ben Ahmet Turan Alkan kadar edebi bir dille anlatamayacağım.
Malumunuz Today’s Zaman, ileride bütün detaylarıyla yazmayı düşündüğüm, “yeni medya düzenine” uymamakta direnen bir gazete. Evrensel gazetecilik ilkelerine sadık kalmaya çaba harcayan, daha doğrusu bu ilkelere sadakate “cesaret edebilen”, birkaç bağımsız gazeteden biri. Yanlış okumadınız Yeni Türkiye’de evrensel medya etik ilkelerine sadık kalabilmek artık ciddi bir cesaret konusu olmuş durumda. Şayet bugünün Türkiye’sinde gazetecilik yapıyorsanız kamu yararını gözeterek yaptığınız her haberin, attığınız her başlığın bir bedeli olacağını hesaplamak zorundasınız. Ülkemizde cinsi ve çapı her ne olursa olsun bu bedeli peşinen göze almak namuslu gazeteciliğin artık olmazsa olmaz bir şartı haline geldi. Özellikle yaptığınız haberler, hükümetin her ne konuda olursa olsun aldığı pozisyonu gözü kapalı alkışlamıyorsa.
Diyebilirsiniz ki; “iyi de eskiden de şartlar böyle değil miydi?” Haklısınız… Aşağı yukarı böyleydi. Eee ama biz hani demokratikleşme uğruna onca mücadele vermiş, onca badire atlatmamış mıydık? Sivil siyasetçilerimizin liderliğinde ülkemizi fikir özgürlüğünün, ifade özgürlüğünün ve basın özgürlüğünün olmazsa olmaz olduğu Batılı standartlarda bir demokrasiye daha da yaklaştırmamış mıydık? Evet, öyle sanıyorduk... Yanılmışız... Hatta hep iyi niyetle yaklaştığımız mevcut hükümetten daha fazla demokrasi ve daha fazla hak özgürlük konusunda beklentilerimizden dolayı uzun süre okurlarımızı da yanıltmışız.
Bu konuda benzer bir yazıyı daha önce de yazmıştım. Maalesef durum o günden bu yana daha iyiye değil, kötüye gitti. Son olarak geçtiğimiz hafta içinde Today’s Zaman, Washington Post gazetesinde ve Jewish Press’te MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı hedef alan yazı ve tehditleri gazetecilik ilke ve standartları çerçevesinde haberleştirdi diye görülmedik bir baskı ve yıpratma kampanyasının hedefi haline getirildi. AKP yanlısı bir gazetede yazan bir gazeteci (ki kendisi birkaç yıl öncesine kadar AKP karşıtı idi) “Haberi aktarırken neden haberinizde söz konusu haberleri kınayıcı şahsi görüşünüzü de yazmadınız!” diyecek kadar işi akıl almaz boyutlara taşıdı.
Sadece işini, yani gazetecilik yapmaya çalışan Today’s Zaman ve şahsım Türkiye’ye, hükümete ve MİT müsteşarına karşı başlatılan bir uluslararası komplonun “parçası”, “işbirlikçisi”, “taşeronu” olmakla ve hatta “vatana ihanet”le suçlandık. İşi iyice ileri götürüp MOSSAD’a, CIA’ye çalıştığımızı söyleyenler bile oldu. Şahsıma yönelik akıl almaz diğer hakaretler ve aşağılamalara değinmek bile istemiyorum. AKP’nin kamu bütçesinden ödediği maaşlarla birer “lejyoner” gibi istihdam ettiği danışmanlar ordusunun yönetiminde örgütlenen binlerce insan, ben bunlara sanal milis diyorum, sosyal medyanın her türlü kanalından üzerimize saldırtıldı. Yine aynı ekipler tarafından kurulan kara propaganda amaçlı internet sitelerinde sürekli ve sistematik bir şekilde demonize edilerek hedef haline getirildik. Oysa konuyla ilgili yaptığımız haberler herhangi bir gerçek gazetenin yapması gerekenden ne daha fazla, ne da daha azdı.
Hrant Dink’in dönemin güç odaklarına yakın medya tarafından düzenlenen ve son dönemde bize yönelik olana benzer kampanyalar neticesinde öldürüldüğü akıllarda tutulacak olursa, bu işin nereye varabileceğine dair ciddi endişelenmek gerekir. Biz de endişelenmiyor değiliz. Ama, gazetecilik ilkelerine uymanın artık her türden bedeli göze almayı gerektirdiğini peşinen söylemiştim.
Evet, halkın doğru bilgi alma hakkını temin için en azından şahsım adına bu bedeli de göze aldığımı rahatlıkla söyleyebilirim. Bünyesinde yayın yaptığım medya grubu her gün şiddeti daha da artan ve daha da çirkinleşen bu tazyiklere ne kadar dayanabilir bilemiyorum. Onun kararını verecek olan elbette ben değilim, üst yönetimdir. Ama en azından şahsım adına şöyle bir söz verebilirim: Ne pahasına olursa olsun, hakperest gazetecilikten hiçbir ödün vermeden, bu işi yapmaya devam edeceğim.
Beni bunları yazmak zorunda bırakanlara dair nihai değerlendirme hakkımı da şahsına ve fikirlerine büyük saygı duyduğum, hem edebi hem de cesur yazılarını büyük zevkle okuduğum Ahmet Turan Alkan’a bırakmak istiyorum: “Tenkidi düşmanlık, düşmanlıktan öte harp ilanı saymak sağlık alâmeti sayılır mı? Eleştirdikleri, tereddüd ve endişelerini belirttikleri için -velev ki yanlış olsun- fikir sahiplerinin başına bir takım kiralık isimleri musallat etmek, bana çareden çok çaresizlik gibi görünüyor, gerçekten üzülüyorum.”