05 Mart 2013 10:17
Taraf gazetesi yazarı Tuğba Tekerek, kadın sığınmaevinde üç gün geçirdi. Tekerek, bir yatakta 4 kadının yattığını gördüğünü söyleyerek, 20 kişilik yerde 66 kişinin kaldığının kendisine söylendiğini belirtti.
Tekerek’in Taraf gazetesinde yayımlanan “sığınmaevi” incelemesi şöyle:
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın geçen yıl 8 Mart hediyesi olarak hazırladığı “Ailenin Korunması ve Kadına Şiddetin Önlenmesi Yasası” bir yıldır yürürlükte. Geçen sürede, polislerin eğitileceği, sığınak sayısının artırılacağı, kadınlara destek mekanizmalarının hayata geçirileceği söylendi. Bir yılın ardından karakol ve sığınmaevlerinin durumunu görmek için, şiddet görmüş bir kadın gibi iki karakola başvurdum, İstanbul’da Aile Bakanlığı’na bağlı bir sığınmaevinde üç gece geçirdim. Gördüm ki sığınak sayesinde bazı kadınlar canlarını kurtarabiliyor ama bunun için bir yatakta dört kişi yatmaya mecbur kalıyor.
İşte yaşadıklarım:
21 Şubat, akşam 6 suları... Kasımpaşa Polis Merkezi’ne doğru yürüyorum. Şiddet görmüş bir kadınım. Beni memleketimden yatalak akrabama bakmak üzere gönderdiler. Ama ben bir “hata” yaptım, “face”ten tanıştığım bir adamla ilişki yaşadım. Adam önceleri iyi gibiydi ama sonra psikopat çıktı. Ayrılmak istediğimi söyleyince şiddetin dozunu iyice artırdı. Geçen akşam kafamı kalorifere çarptı. Sabahtan beri “Seni öldüreceğim, marta çıkmayacaksın” diye mesaj atıyor. Çok korkuyorum, sığınmaevine gitmek istiyorum.
Polis merkezinin girişinde bir sürü polis var, ürkerek yaklaşıyorum. Güvenlik kulübesindeki polis, neden sonra yanıma geliyor. Hikâyemi anlatıyorum. “Korkma” diyor “Hiçbir şey yapamaz, dağ başı mı burası, hem hükümetimiz bu konunun üzerinde çok duruyor.” Bunlar iyi. Ama ben, o adamın, daha önce koruma kararı çıkartan karısını öldüresiye dövdüğünü, korktuğumu, bu nedenle şikâyetçi olmak istediğimi söyleyince polis bana hayatî bir noktada yanlış bilgi veriyor: “İşlem yapabilmemiz için, mutlaka şikâyetçi olman lazım.” Oysa ki düzenlemeye göre, mağdur kadın şiddet gördüğü kişiden şikâyetçi olmasa da sığınmaevine yerleştirilebilir.
Ertesi akşam Levent Polis Merkezi’ndeyim. Bu kez başvurumu alıyorlar. Sonra “Bunu Metin Oktay’a götüreceğiz” diyorlar. Metin Oktay ??? Evsizlerin götürüldüğü yer! Polislerden birisi “Ama orayı görüp de 10 dakika sonra kaçmayasın” diyor. Ama kendi aralarında da tartışıyorlar. Biri diyor ki, “Kadına şiddet farklı, evsiz farklı.” Bu arada “Seni memleketine gönderelim” de diyorlar. Neyse ki, Aile Bakanlığı’nın şiddetle ilgili “Alo 183” hattını arıyorlar. Oradakiler telefonla hikâyemi dinleyip “Kadın sığınmaevine gidecek” diyor. Oh, sonunda! Polisler bu kez sığınağı arıyor. Bana dönüp “20 kişilik yerde 66 kişi kalıyormuş. İnsanlar yerlerde yatıyormuş. Ona göre!” diyor.
Ve sığınmaevi... Avrupa yakasında, polis merkezlerine başvuran bütün şiddet mağduru kadınların getirildiği ilk adım sığınağı. Yer açılırsa, diğer sığınaklara gönderilmek üzere ilk buraya getiriliyorsunuz. İki polis yanımda, nöbetçinin yanına gidiyoruz. Bu görevli de erkek. Odada iki polis bir de 16 yaşında Azeri kız var. Görevli onların önünde başımdan geçenleri anlatmamı istiyor. Bu arada içeri kucağında bebekle bir kadın giriyor: “Ben çıkışımı istiyorum”. Görevli “Sen bir saat önce gelmedin mi?” diye sorunca “Evet ama” diyor “Burda kalınmaz. Oturmak için bile yer yok. Çocuğa su istiyorsun, temiz mi değil mi bilmiyorsun.” Görevli, bana “Haklı, bir şey diyemiyorsun. Size de söylüyorum, battaniye üzerinde yatabilirsiniz” diyor.
Kadınların olduğu bölüme gidiyoruz. Büyük, demir, koyu gri bir kapı... Biz girince kapıya dönen yüzlerden biri gülümseyip “Hoş geldin” diyor. Kadınlar getirilen çaya üşüşürken, ben girişteki televizyon odasında, boşalan koltuklardan birine oturuyorum. Etrafta bir sürü kadın, ağır bir koku ve ciddi bir gürültü var. Bir de kavga eden, koşturan, ağlayan, oracıkta altı değiştirilen çocuklar. Burası aslında dört oda bir salon, büyük bir ailenin kalabileceği bir ev gibi. Ama o akşam orada 70 kişi var. Kadınların bir kısmı televizyon odasında dip dibe konmuş altı kanepe ve üç koltukta oturuyor - koltuklardan birinin minderi yok. Bir grup kadınsa akşamı banyoda geçiriyor. Banyo penceresinin önünde, kimi oturuyor, kimi ayakta. Orada sigara içiliyor. Banyoya geçtiğimde yorgunluktan çömelince bana ters çevrilmiş bir kova uzatıyorlar, üzerine oturmam için.
Görevli oradan oraya koşturuyor, kimi çocuğa bez soruyor, kimi su için bardak. Ben de bir ara boş bulduğumda “Çantamı nereye koyacağım” diyorum. “Yer yok, yanında duracak” diye cevap veriyor. “Peki kıyafet, terlik? Benim hiçbir şeyim yok.” “Bizde de yok” diyor görevli. Sonradan görüyorum ki evden gecelikle kaçan burada gece gündüz gecelikle duruyor, sokaktayken adamın elinden kurtulan, o sırada ayağında çizmesi varsa çizmesiyle... Bir kadının ayağında biri beyaz diğeri siyah terlik var. Giden kadınların bıraktıklarından böyle çözümler üretilebiliyor. Ha bir de “Diyanet çözümü” var. Onu sonra anlatacağım.... Görevliye umutsuzca “Banyo için havlu” diye soruyorum. Görevli bana çaresizce bakıyor. Diş fırçasının da burada ultra lüks olduğunu kısa zamanda kavrıyorum.
Burası istasyon sığınak. Yani şiddet mağduru kadınlar önce buraya getiriliyor, başka sığınaklarda yer açıldığında oralara naklediliyor. Benimle konuşan görevli “Nakil, hiç belli olmaz, bir ay da sürebilir, daha fazla da” diyor. Kadınların bu süre içerisinde alabildiği tek uzman desteği psikologlarla yapılan görüşme. Psikologlar da her gün yeni gelen bir sürü kadınla görüştüklerinden ayırdıkları süre çok sınırlı oluyor. Ve üç psikolog üç kişiyle aynı anda aynı küçük odanın içinde görüşüyor. Bu sırada mahremiyet için yapabileceğiniz tek şey sesinizi alçaltmak. Psikolog görüşmesinin dışında hiçbir uzman desteği yok. Ne kadınlara hukuki haklarıyla ilgili bilgilendirme, ne şiddetle ilgili bir atölye yapılıyor. Duvarlarda “Kadına şiddete hayır” bile yazmıyor. Sığınmaevindeki tek etkinlik, dinî sohbetler. Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan gelen görevliler çarşamba ve perşembe günleri ikişer saat kadınlara kendi pencerelerinden dünyayı anlatıyor. Bu arada kadınların çok ihtiyacı olan ama sığınmaevinde bulunmayan şeyleri yanlarında getiriyorlar. Sığınmaevindeki külot problemi onların müdahalesiyle çözülmüş mesela. Kadınlar din görevlilerinin çok güzel pasta börekler getirdiğini de söylüyor.
Beş aylık Ulaş var gücüyle ağlıyor. Sabahtan beri ateşi var. 19 yaşındaki annesi Arzu, onu ayağında sallayarak uyutmaya çalışıyor. Ama Ulaş uyumak bir yana sakinleşmiyor bile. Ateşi 38.5 derece. Hastaneye götürülüyor. Doktor ilaç yazıyor ama annesinin ilaçların farkını ödeyecek parası yok. Çaresiz dönüyor sığınağa. Ulaş’ı emzirmeye çalışıyor ama bir şey yemediğinden sütü de gelmiyor. Ağlayan oğluna gözleri dolarak çaresizce “Ağlama oğlum” diyebiliyor sadece. Sonra Ulaş’ın ateşi 39.5 dereceye çıkıyor. Tekrar hastaneye gidiyoruz. Bu defa iğne yapıyorlar da çocuk biraz rahatlıyor. Ama ilaçların alınması lazım. Neyse ki, ertesi gün ablasıyla buluşuyor da, o ilaçları alıyor. Arzu’yu kocası ikinci kattan atmış “Allah’tan bir şey olmadı, sadece kolum kırıldı” diye anlatıyor. Kaçarak evlendiği için ailesi ona küs, ablasının babasını ikna etmesini bekliyor, ama “Ben bu çocukla nasıl bekleyeceğim” diyor.
Sığınmaevinde pek çok kişi burada kaptığı mikroptan dolayı hasta. Bir gözü şiş ve kapalı kadının, şiddet sonucu değil de sığınakta kaptığı enfeksiyon sonucu böyle olduğunu öğreniyorum. Hasta kadınlara sigortaları varsa hastaneye gidebilecekleri, yoksa pazartesiyi beklemeleri gerektiği söyleniyor.
Gece saat 12’ye yaklaşırken görevli “Hanımlaaar yatma vakti” diyor. Sıraya girip kullanılmış battaniyelerden birer tane alıyoruz. Görevli, çocukları için de battaniye alanlara “Hanımlar, bir tane... Sonra, gece gelenlere battaniye kalmıyor” diyor. Bir iki çarşaf, kapanın elinde kalıyor. “Nerde yatacağım” diyorum görevliye “Nerde yer bulursan” diyor.
Sığınaktaki dört odada dip dibe sıralanmış tek kişilik yataklarda kadınlar genellikle ikişer kişi yatıyor. Çocuklarıyla aynı yatakta üç kişi yatan da var, dört kişi yatan da... Ben ilk iki gece televizyon odasındaki bir çekyatta çocuklu bir kadınla yatıyorum. Çocukların üzerinde tepinmiş olduğu kırlentin üzerine paltomu serip, kendime yastık yapıyorum. Üçüncü gece beraber yattığım kadın hastalanınca, koridorun yanında yere konmuş yataklardan birinde yatıyorum. Burada dip dibe konmuş yedi yataktan adım atacak yer yok. Yatmadan önce “ayaklar battaniyenin altına” deniyor, ayak kokusu yayılmasın diye...
Yanımda yatan 50 yaşlarındaki teyze ışık gelmesin diye gözlerini, koku ve mikroptan korunmak için de burnuyla ağzını tülbentlerle bağlamış. Ürkütücü görünüyor. Yatıyoruz, bir süre sonra iki tarafımda bükülen dizlerin arasında benim bacaklarıma yer kalmıyor. Ayağımı uzatabildiğim zamanlarda ayağımın altında bir kadının saçlarını hissediyorum. Kafamı kaldırdığımda ise bir çocuğun çorabıyla burun buruna geliyorum... O gece hiç uyuyamıyorum.
Geceleri biz yattıktan sonra da gelenler oluyor. Görevli, onları bir yerlere “tıkıştırıyor.” Bazı kadınlar ise koltukta oturur vaziyette uyuyor. Onlar genellikle bir sonraki gün gidiyor. İki haftadır burada olanlardan Muazzez “Siz şanslısınız, ben ilk gece betonda battaniyenin üzerinde yatmıştım” diyor. Şubat ayının ortalarında sığınakta yaklaşık 100 kişinin kaldığını ve battaniye üzerinde yatıldığını, o dönemde burada kalan başka pek çok kadından da duyuyorum.
Sığınakta ciddi bir hijyen problemi var. Tuvalette, tuvalet kâğıdı yok. Benim orada kaldığım üç akşam da sular kesildi. İlk ikisinde yaklaşık iki-üç saat, üçüncüsünde ise sabaha kadar. Üçüncü akşam sıvı sabun da bitti. Sabahleyin tuvaletler çok fena kokarken, yetmiş kadın ve çocuk, pek çoğumuz tuvaletten sonra ellerini yıkayamamış halde uyandık.
Çiğdem “cinnet geçirip” televizyonu parçalayan kocası bir ara evden çıkınca kendini evden dışarı atmış. Gece 12’de karşı yakadan buraya taksiyle gelmiş. Bindiği taksiye parasının olmadığını söylememiş. Sığınaktakiler kefil olmuş, burada kalan kadınlara üç ayda bir verilen 100 lira yardımı alınca 65 lirasını taksiciye verecek. Geriye kalan 35 lirayı da “bozdurup bozdurup harcayacak.” Kadınlar üç öğün yemeklerini sığınakta yiyor. Ama iş görüşmesine giderken yol parası büyük mesele. Bir kadın işe kabul edilmiş ama “Gelemiyorum, yol paramı siz karşılayın sonra maaşımdan kesin” diyerek telefonda işvereniyle çözüm üretmeye çalışıyor. Kimi kadınlar da “otobüs şoföründen rica etsem ne der acaba” diyor.
Üç uykusuz gecenin ardından, dizlerim dermansız, bademciklerim şiş şekilde ayrılıyorum sığınaktan. Bu süreçte “Sığınağa gelmesem beni öldürecekti” diyen kadınların çaresizce kocalarına döndüğünü görüyorum. Hele çocuklu olana, “Ne yapacaksın” diye sormaya utanıyorum. Çünkü seçenekleri ya şiddet ya da çocukların hastalıktan kırıldığı bu sığınmaevi... Öte yandan her şeye rağmen sığınağın bazı kadınları ölümden kurtardığını, yeni bir hayata kapı araladığını görüyorum. Bazı kadınlar “Yıllardır ilk kez dayak korkusu olmadan rahat uyudum” diyor. Ama bu uyku için devletin de bir yatağı esirgememesi gerekiyor.
***
Haberde, sığınmaevinde kalan kadınların, kimliklerinin açığa çıkmaması için, isimleri ve şiddet hikâyelerinin bir bölümü değiştirilmiştir.
© Tüm hakları saklıdır.