T24 - HaberTürk yazarı Umur Talu Yiğit Bulut ve Ece Temelkuran'ın kovulmasının ardından gazetede hüküm süren sessizliğini bozdu. Talu, "Medya; gelişlerini, varlıklarını okura bir şekil önemle sunduklarıyla yol ayırdığında; okura, izleyiciye, çalışanlara, hele gidene daha etraflı izah etmeli" dedi.
Talu'nun, HaberTürk'te "İçten, içeriden hasbihal!" başlığıyla yayımlanan yazısı şöyle:
Babamın, yatalak yatağından, el yazısıyla, iki ayrı gazeteye elden yazı gönderirken öldüğünü görmüştüm önce.
Sonra, onunkini artık aşan ömürde 10'uncu gazetemi ve epey şey gördüm.
Bazen umutla bazen mecburiyetten gittiğim; gönüllü veya mecburi istifa ettiğim; gönülle katıldığım, zorla atıldığım gazeteler.
Tam ne zaman öğrendim, bilmiyorum.
Düşene tekme vurulmaz.
Tabuta bir çivi de elinle, dilinle çakılmaz!
Acıdır, ayıptır...
Öyle böyle bir yerden giden için, iki çift lafı, iki satır yazıyı çok görmek, ıslık çalmak da.
Damdan düşünce iyi öğrendim ki, hanede sessizlik çok koyar.
Hiç hukukun, muhabbetin, özel sevgin olmasa dahi; düşene o an gözünü, gönlünü kapatmamak iyi şeydir.
Kimini çok iyi, bazısını çok cesur, demokrat bildiğin nice ağabey, abla, kardeşin; onca yıl yakınlıktan sonra dahi, "sen kovulunca" arazi olduğunu iç acımdan da bilirim.
Kimi usta ile kardeşin, kovulmanızı sotada bekleyip bekletilip boşaltılan köylere nasıl köşe koşturduğunu da.
Hakikaten vurur insana.
Zamanla geçer ama unutmazsın.
Devrin kısıtlı internet uzayına fırlattığın "Kendimi duvarlardan kazıdım" diyen son mektup ile hiç tanımadığın insanların ona iliştirdiği dostluk kalır bir tek.
Bu dersi belki geç aldım, belki geç değil.
Belki bir manası var; belki hiç hükmü yok.
Yine de, yeni başladığım bir gazetede (şu veya bu nedenle) sürgüne gitmişe de, kapı önünde greve çıkan ama ünlü köşelerin önünden geçerken dahi görmediği çocuklara da; biz "sıcacık köşeler"de ahkâm keserken, işsizliğin ve güçsüzlüğün ayazına atılmışlara da, hak ararken kapı önüne konmuşa da...
Biz düşerken tek kelimeyi esirgese de; fikir ve sütun atışması yapmış olsam da, damdan düşen ünlü yazara da...
Tamamen apayrı uçta sanılsak da, pek tanımadan da olsa mertliğini takdir ettiğim rahmetliye de...
O içine oturan hissizlikleri hatırlayarak iki satır koşturmaya çalıştım.
"İsimsiz kahramanlar"dan unuttuğum çok olmuştur elbet.
Ama böyle işte.
Şimdi sütun komşularımdan iki kişi damdan düşerek gitti: Yiğit Bulut ile Ece Temelkuran.
Bulut ile toplam beş dakika sohbetim olmamıştır herhalde, iki merhaba, o kadar.
Temelkuran ile ise, beş dakikalardan toplam bir, bir buçuk saat olmuş mudur bilemem.
Epeydir tercih ettiğim "mesafeler"den kaynaklanıyor bu.
Sadece fikri değil, fiziki!
Belki yanlış ama, "fikri bağımsızlık, hatta yalnızlık"ı, "fiziki uzaklıklar"la da örüyorum; sokaktakiler hariç.
Buraya davet edildiklerine, yazdıklarına, sorumluluk üstlendiklerine göre; ikisi de Habertürk için değerli olmalıydı.
Medya; gelişlerini, varlıklarını okura bir şekil önemle sunduklarıyla yol ayırdığında; okura, izleyiciye, çalışanlara, hele gidene daha etraflı izah etmeli.
Bunu, 16 yıl uğraştığı gazeteden, kendi bir yana, Bedri Koraman, Turhan Selçuk, Zeynep Oral, Duygu Asena ile hep birlik kovulup gidişleri tek satır haberle duyurulmanın; iki kelime kovulma ilanını mahkemede almanın acı hatırasıyla söylüyorum.
Zaman zaten parlak değil.
Mahkemeden sokağa, hava bozuk!
Medya ve gazeteciler de kendini kaybedip sık sık iş, işlev karıştırıyor.
Altı oyulan medya, altını oyan gazetecilik, gözü dönmüşçe birbirinin gözünü oyan gazeteciler.
Büyük medyanın eski lafı, "Onlar gazetecilikten yargılanmıyor", artık iktidar ve neo-muhafazakâr medya dilinde.
Tutuklu gazeteciye "özgürlük" için çırpınan çoğumuz ise, o gazeteci hak ararken kovulunca tepeden tırnağa sessiz, hissiz kaldığını unuttu bile.
Basında "iç" özgürlüğe hiç titizlenmeyince, basın özgürlüğü de "içeri" düşüyordur belki!