10 Temmuz 2012 01:55
Geçen pazartesiden beri Silivri’de İstanbul ‘KCK’ davasını izleyen Irak Dünya Mahkemesi'nden Prof. Dr. Lieven D'Laoter, "Burada yaşananlar skandaldır. Hiçbir hukuk devletinde bunlar yaşanmaz, bunlar ancak totaliter rejimlerde görülecek uygulamalardır," diyor.
Haklı.
Elimde olsa, dünyanın bütün kara mizah ve kurmaca ustalarını bu dava için Türkiye’ye davet ederdim.
2400 sayfalık bir şaheser. İddia makamının hangi halet-i ruhiye içerisinde uykuya yatıp, rüyasında nasıl bu denli fantastik bir dünya yaratabildiğini bütünüyle kavrayamasalar da ‘en olmadık şeyleri anlam bütünlüğü olmadan nasıl kurgularız’ sorusuna çok çarpıcı yanıtlar alabilirler. Psikoanalistler, sosyal bilimciler, felsefeciler, tarihçiler, gazeteciler de gelsin. Tek bir sahne, tek bir satır heba olmasın. Dışarıya hoparlörler kurulsun. Herkes duysun. Hepsi kayda geçsin. Ama gelirken kumanyalarını, seyyar tuvaletlerini yanlarında getirsinler. Çünkü bu tür imkânlar yok. İçeride Mehmet Ağar’ı yargı(-ağır)lamıyoruz sonuçta. Ama çadır kurulacak alan çok. Burada ileri demokrasinin tarihini yazıyoruz. Kayda geçsin, dünya faydalansın.
İlk gün, avukatların ‘usûl yönünden itirazlar’ını dinledik. Tabii ki hepsi reddedildi. “Anaysasaya aykırılık ilkesi ciddi bulunmadığından bu talebin reddine, görevsizlik talebinin reddine, hukuka aykırılık talebinin reddine... bütün taleplerin reddine...”
Gün sonunda, avukatların kararı protesto ederek salonu terk etmeleri sırasında biz izleyiciler de ‘robokop’lar eşliğinde dışarı çıkarıldık.
İki günlük dışarı süpürülme operasyonundan sonra, avukatların kısaltılmış iddianameye itirazları neticesinde Perşembe günü 2400 sayfalık iddianame okunmaya başlandı. İddianamede, bütünün içinden cımbızlanarak asıl bağlamlarından koparılan her sözcüğün nasıl bir ideolojik cephaneye çevrildiğine ve sözcüklerin kendi başına taşıdığı anlamlarla nasıl yepyeni bir ‘şaheser’ yaratıldığına tanıklık etmenizi isterdim. Ama henüz geç değil. Dava Pazartesi (9 Temmuz) sabahı kaldığı yerden devam edecek.
Bu 2400 sayfalık eseri basma şansımız olsa arka kapağına şöyle yazılabilir; “Muhtemelen gelmiş geçmiş en iyi kurmaca eser; dönemin başat fantastik çalışmalarından biri, okuyup da etkilenmemek mümkün değil...”
İddianameyi hazırlayan savcı, zihnindeki iktidarın yansıması ile muhteşem bir sanat eseri ortaya çıkartmış. Ama biz işin gerçekliğine dönüp burada iddia edilenleri anlamaya çalışırsak iddianameyi hazırlayan kafayı da anlamaya çalışacağız ki çok zor. Çünkü gerçekliğinden koparılmış ve çarpıtılmış bütün sözde ‘delil’ler fantastik bir kurmacayı andırıyor.
Devletin, muhalif her düşünceyi ‘maddi ve manevi varlığına’ yönelik bir tehdit olarak algıladığı için bu hali anlamıyor değiliz. Ama bu kadarına da ‘pes’ diyeceğimiz bir yer geliyor işte. Biz bu ülkenin vatandaşları, bizi aslında neyin tehdit ettiğini ve düşmanlarımızın kim olduğunu her gün değişen bir şekilde devlet tarafından öğreniyoruz. Devletin polisi, devletin hukukçusu, devletin gazetesi...
Görünen o ki, ileri demokrasi kavramına çoktan evrildiğimiz bu yerde ilerlemenin meziyetleri gündelik hayatımızın her yerinde süratle açığa çıkarken, cezaevlerinde ve mahkemelerde doruğa ulaşıyor. Aramızda, ileri demokrasi tebdil-i kıyafetine bürünmüş bir padişah hayâleti dolaşıyor. Hayatımızın her anının içinde; çarşıda, pazarda, işte, evde, hatta yatağımızda... gözleri bedenimizde, elleri boğazımızda geziniyor.
Bunun üzerine sayfalarca yazılabilir ama ‘ileri demokrasi’ ve ‘hukukun üstünlüğü’ kavramını hâlâ tam olarak anlayamamış olanları bu davayı yakından izlemeye davet ediyorum. Bu ileri demokrasinin ‘hukuk’ ile incelttiği aklın gerisinde muaazzam bir barbarlık saklı. Öyle bir barbarlık ki her adalet arayışını, her uzlaşma ortamını bir savaş alanına çevirebilir.
İktidar için, hak edilmiş, hukuka uygun, yasal, doğal ihtiyaç olan eylemlerin, ‘ötekiler’ için nasıl bir yasa dışı örgüt çalışmasına dönüştü(-rüldü)ğünü; ‘terör’ denen olgunun yalnızca onu anlamakta uzmanlaşmış olan ileri demokratik kafaların çözebileceği zor bir memleket meselesi olduğunu... İddianamede suç teşkil eden basın açıklaması, siyaset okulunda ders verme, gibi eylemlerin zarasız biçimde nasıl yapılacağını, yalnızca iktidar sahiplerinin bildiğini ve ancak onların eliyle yapıldığında suç teşkil etmeyeceğini öğrenebiliriz mesela.
Bu dava da benzerleri gibi iktidarın ileri demokrasi anlayışını nefis bir çeviriyle dilimize tercüme ediyor ve bu şatafatlı demokrasi söyleminin altında akan lağımı gösteriyor.
Devlet, kendisine muhalif olan her bireyine karşı öylesine bir refleks geliştirmiş ki, artık tarihin derinliklerinde kaybolduğunu düşündüğümüz cadı avlarını yeniden sahneleniyor. Tabii yine ileri demokrasi anlayışı çerçevesinde. Muhteşem bir güç gösterisi ve muaazzam bir satınalma gücü.
Hukuğun üstünlüğü de bu davada apaçık karşımıza çıkıyor. Biz bir türlü anlayamayanlara, iktidarın ne olduğunu anlatıyor. Kendisi gibi düşünmeyenlerin, itaat etmeyenlerin, uyum sağlayamayanların kötü niyetli ve saldırgan olduğunu, arızalı ve alçak olduğunu, onları güdecek bir çobana ihtiyaçları olduğunu savunuyor; her şeyi bilen bir çobana.
2400 sayfalık iddianamenin bir yerlerinde, iddia edilenlerin aksini düşünebilecekleri ‘arızalı, cahil’ v.s. diye nitelemiş sayın savcı. “Aksini iddia etmek ihanettir,” diye de eklemiş. Bu vesileyle ihanet etme eylemini davanın avukatlarına bırakalım sonuçta hukuk bizim uzmanlık alanımız değil ama tanıklık etmek hakkımız bize kalsın.
Zaten ben de bu yazıyı, öncelikle siz Türkiyeli gazetecileri bu tarihi davaya yakından tanıklık etmeye davet etmek için yazdım. Gelin ve iktidarın ileri demokrasi anlayışına ve güç gösterisine yakınen tanıklık edin.
Çünkü orada yoksunuz. İlk gün bir kaçınız geldi bir iki saat durup gitti. Böyle bir gösteriyi nasıl terk edebildiğinizi anlayamıyorum. Bütün bunlara artık alıştığınız için olabilir mi? Neyi nasıl takip edebileceğinizi şaşırdığınız için? Yine de yerinizde olsam o sıralara yapışır, dava sürecine tanıklık etmeye gayret ederdim. Zira bir tek sizleri kazıyamıyorlar o sıralardan. Biz ‘seyirciler’i istedikleri gibi itip kakma, dışarı süpürme hakları var. Hakim öyle söyledi ilk gün. “Ayakta ‘seyirci’ almayacağım, oturun lütfen”. O zaman bir kez daha ayıldım ne denli seyirlik bir duruşmaya tanıklık edeceğimize.
Büşra Ersanlı, duruşmanın ikinci gününde hakim yine izleyicileri dışarı attığında; "Avukatlar girmemek konusunda belli bir irade beyanında bulunmuşlardır. Ben de onların geri gelmesini istiyorum. Ama ailelerimiz bir irade beyanında bulunmamışlardır. Onlar mahkeme heyeti tarafından çıkarıldılar. Buraya gelmeleri ve iddianame okunurken yanımızda bulunmaları bizi psikolojik olarak çok rahatlatacaktır” demiş. Nasıl başka türlü hissedebilir ki. Cellatla kurban her fırsatta baş başa, karşı karşıya.
İktidar korkusuyla hareket eden bir medyayla kuşatılmış durumdayız. İktidar tarafından satın alınmış. Gazeteciler vicdanlarıyla imkânları arasında dolaşıp duruyorlar. Ve biz onların gerçeği aramaktan çoktan vazgeçmiş daha çok malumat sahibi insanlar olduğunu görüyoruz. Malumat sahipliği öyle bir şey ki, on iki yaşında bir çocuğun tepesine yağan bombalarla nasıl parçalanarak öldüğünün bilgisiyle selülitlerimizden nasıl kurtulabileceğimizin bilgisini aynı soğukkanlılık ve tarafsızlık içerisinde karşılayabiliyorlar.
Ama benzerlerinde olduğu gibi bu dava sürecinde de, kendini bu kuşatılmışlığın dışında konumlandıran sizlerin yakın tanıklığına ve ilgisine ihtiyacımız var.
Büşra, 10.06.2012 tarihli Radikal İki’de yayınlanan ‘Ağırlaştırılmış ileri demokratik eza’ başlıklı yazısını “Bu denli büyük bir haksızlığa rağmen bende oluşmayan düşmanlık duygusunun iddianame kanaatlerinde nasıl biriktirilmiş olduğu hâlâ merak konusu!” diye bitiriyordu.
Evet bizim için hâlâ merak konusu. Büyük bir şaşkınlıkla hâlâ merak ediyoruz. Nasıl?
Bu denli husumet ve garezle kaldırılan sözde ‘adalet’ kılıcının başımızın üzerinde nasıl azametle savrulduğunu yakından görmek için orada olmalısınız.
Büşra içeri girdiğinden bu yana yazıyor. Kedileri hakkında yazıyor, kadınlar hakkında yazıyor, kitaplar hakkında yazıyor. Kendisine yapılan haksızlıklar ve iddianame hakkında yazıyor... Kendisine yollanan yüzlerce mektubu mutlaka yanıtlıyor. Ve bütün bunları, ayakta dimdik, onurlu, gülümseyerek ve hiç bir ‘düşmanlık’ beslemeden yapıyor. İçinde zehirli sarmaşıklar büyütmüyor.
Büşra ile bir kez sohbet etmiş, onunla kısacık vakit geçirmiş olan biri bile neden böyle olduğunu anlayacaktır. Büşra öyledir. Ondaki samimiyet ve açık yüreklilik etkileyici bir şeydir. Söyleyeceklerini hiç bir aracıya gerek duymaksızın olduğu gibi söyler ve onun söylediği her şey çok anlaşılırdır. Onun düsturu ‘Herkes için barış ve adalet ve bunu savunabilecek cesaret’ tir. Böylesi bir cesaret ortaya koyan insanların başlarına ne tür adaletsizlikler gelebileceğini bizzat resmediyor olması onda herhangi bir düşmanlık hissi yaratmayacaktır.
Büşra, barış ve adalet temelli özgür bir dünya hayalini hiç ayak basılmamış topraklara doğru uzatırken, yoluna çıkabilecek engellerden korkmaz. Çünkü o, egemenlerin dilini hiç bir zaman anlamaz, onlarla bir şekilde uzlaşmaya yanaşmaz. Onlara göz kırpmaz. Ortadan konuşmaz. “sizi barışa götüreceğim beni takip edin,” diyip bir sürü dolambaçlı yoldan geçirerek, çıkış noktanızı mumla arayacağınız bir yere sürükleyen muktedirlerden değildir.
İktidar, bir yandan kürtlere “beni izleyin sizi demokrasi ve barışa götüreceğim” derken, diğer yandan halka ve alemi cihana; “gördünüz mü bunlar barışı hak etmiyor” demek için amansız bir oyun oynuyor.
Bu oyunun sonu nereye varacak biz bilmiyoruz. Bilmemiz de mümkün değil zaten.
Büşra çıkınca “herkes için barış ve adalet ve bunu gerçekleştirebilecek cesaret” demeye devam edecek. Öğrencilerine yine “dağa sadece piknik yapmaya gidilir” diye fırça çekecek.
Muktedirler ve savaş yanlıları tehditkâr bir tonla, parmağını gözümüzün önünde sallayarak “buraya kadar” dediği her anda bize dönüp gülümseyerek “bundan ötesi de var; başka bir dünya mümkün” diyecek...
Ama şimdi Büşra’nın ve onun konumundaki tüm mağdurların kendilerini yalnız hissetmemeye ihtiyacı var. Ben bütün gazeteci arkadaşlarımızı önümüzdeki hafta devam edecek olan duruşmayı yakından izlemeye davet ediyorum. Hep birlikte ‘içeridekiler’e destek olmaya.
***
Sibel Yalın Yerdeniz, Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezun oldu. Ka-Der (Kadın Adayları Destekleme Derneği) üyesi ve bir süre bu derneğin Siyaset Okulu Projesinin koordinatörlüğünü üstlendi. Büşra Ersanlı tutuklandıktan sonra kurduğu www.busraersanli.com sitesinin yapımcı ve yöneticisi oldu. Ayrıca edebiyat editörlüğü yapmaktadır.
© Tüm hakları saklıdır.