Bu yıl ikinci dört yıllık yöneticilik dönemine başlayan Marco Müller’in başarısının değişik nedenlerinden biri de, Venedik’te konuğu olan yönetmenleri incelikli bir ev sahipliğiyle yalnız bırakmaması ve seçtiği filmleri her fırsatta içtenlikle savunarak, basının ilgisini devamlı sıcak tutmaya çabalamasıdır. Nitekim, festivalin ilk günü karşılaştığımızda, “Merhaba” der demez esas konuya giriyor: “Gördün değil mi? ‘Süt’ müthiş bir film! Kaplanoğlu, Kiarostami’nin izinde yürüyen Nuri Bilge Ceylan’ın deneyip de tam olarak elde edemediklerini yakalamış. İnce göndermelerle, güzel buluşlarla, laytmotif olarak kullandığı kimi eşya ya da hayvan imgeleriyle filminin sınırlarını genişletiyor; ufuklarını açıyor.” Hemen altını çizmek isiyorum: “Ceylan’dan daha iyi bir yönetmen mi demek istiyorsun?” Bir an duraksıyor Marco Müller ve Altın Aslan kazanma şansı verdiği filmleri heyecanla savunurken, yanlış bir genellemeye yol açmamak için olsa gerek, “Bu filmiyle evet” yanıtını veriyor...
İki gün sonra, festivalin başından beri zamanının çoğunu sinema salonlarında geçiren Semih Kaplanoğlu’yla ilk kez karşılaşıyoruz: “Abbas Kiarostami’nin filmini gördünüz değil mi? Müthiş bir film!” demesin mi? Müller’in görüşleriyle kesişiyor sözleri. Festivale ‘Şirin’ adlı son yapıtıyla yarışma dışı katılan ve bu yıl ikinci kez verilen ‘The Glory to the Filmmaker’ onur ödülünü alan Abbas Kiarostami, gerçekten de uç bir denemeye girişmiş. Ferhat ile Şirin öyküsünün bir versiyonunu sinemaya aktarmıyor Kiarostami. Tam tersine, kamerasını bir ‘Şirin’ mizansenini dikkatle izleyen seyircilerine yöneltiyor. Şirin’in bildiğimiz hikâyesini sadece ses bandından dinlemek durumundayız. Duyduklarımızın ötesindeki görselliği, Kiarostami’nin sabit yakın planlarla verdiği, hepsi kadın olan (aralarında Juliette Binoche da var!) seyirciler aracılığıyla, onların yüzlerindeki ifadelerden, gözlerindeki, buğulanmalardan, yansımalardan izliyoruz.
Sonra ‘Süt’ün basın gösterisine girdik. Umutlarımız boşa değildi. Marco Müller haklıydı. ‘Süt’ daha ilk planlarıyla içerdiği farklı şiirselliği duyumsatıyor ve bu şiirselliği besleyen mesafeli yalın dilinin yoğun doğurganlığını izleyicisine benimsetmeyi başarıyordu. Kültürel kodların olabildiğince dışında kalarak, sembolizmin tuzaklarına düşmemeye çabalayan Kaplanoğlu ‘Yumurta’dan daha sağlam, daha bütün, daha incelikli bir filmle karşımızda.
‘Yumurta’da annesinin ölümü üzerine kasabasına döndüğü sırada tanıdığımız yetişkin Yusuf karakterinin geçmişine eğiliyoruz ‘Süt’te. Bu nedenle merak içindeyiz. 18 yaşındaki Yusuf‘un iç dünyasının gizemli gerginliğini; şairlik yolundaki ilk adımları; hızla değişen bir toplumda anne-oğul ilişkilerini sorgulaması; doğayı, insanları ve toplumu anlamaya çalışması...
“Semih Kaplanoğlu taşı sıksa oyuncu çıkarır! Filmden önce Yusuf karakterinin iç sıkıntılarından söz ettik; daha doğrusu yaşamı konuştuk” diyen Melih Selçuk, alabildiğine yalın yorumundaki yoğunlukla, sinemaya çok başarılı bir giriş yapıyor. Bir taşra kasabasında süt ve peynir satarak ailesini geçindirmeye çabalayan Yusuf’un dul annesini, incelikli yorumuyla hem güçlü hem kırılgan, hem kararlı hem de çaresiz kılan Başak Köklükaya’yı da ayrıca kutlamak gerekir. Köklükaya, yorumladığı karakterin tüm çelişkilerini, arzularını ve açmazlarını yansıtmayı başarmış. (RADİKAL)
İlgili haberler:
Altın Aslan aranıyor...Özpetek ayakta alkışlandıValentino'nun yaşamı beyazperdedeKaplanoğlu ve Özpetek Venedik'te