Kültür-Sanat

Sema Kaygusuz: “Burası kırık aynalar ülkesi”

Dersim sürgünü babaannesinin izini, yarattığı Bese karakteriyle süren Kaygusuz, hatırlamak ve anlatmak isteyen torunlardan.

18 Ekim 2009 03:00

Dersim sürgünü babaannesinin izini, yarattığı Bese karakteriyle süren Kaygusuz, hatırlamak ve anlatmak isteyen torunlardan.

 “Oğullar babalarının yaşadığını unutmak ister, torunlar hatırlamak” sözü Türkiye’nin açılım çabasını özetler gibi.Taraf Gazetesinin haberine göre,Kaygusuz insanı hüzünlü bir serüvene çıkaran Yüzünde Bir Yer’in kahramanları Dersim’i, Hızır’ı, inciri anlattı.  

Son kitabınız Yüzünde Bir Yer Hızır’dan, incir ağacına, oradan Dersim Sürgünleri’ne kadar uzanıyor. Bu hikâye nasıl ortaya çıktı?


Hızır’dan çıktı. Hızır üzerine çalışmaya başladım. Okumalar sırasında o kadar ilginç şeyler öğrendim ki, bu figürün dünyanın yarısını kaplayan, ta Sümerlerden gelen bir figür olduğunu fark ettim. Ansızın ortaya çıkabiliyor, çok zor zamanlarda el veriyor, büyük trajedilerde teselli ediyor, olan biten her şeyin bir nedenselliği olduğunu anlatıyor ve insanın kaderle kurduğu ilişkiyi de etkiliyordu. Sonra bunun üzerine çalışırken, niçin Hızır’la ilgilendiğimi merak ettim, kendime bunu sordum. Roman yazarken insan bir öz yıkım sürecinden geçiyor ister istemez. Niçin Sema’nın Hızır’la ilgilendiğini merak ettim ve birden babaannemin “Ya Hızır” diye dua ettiğini, Hızır için helvalar kavurduğunu, sadece perşembe günü Hızır için bir oruç tuttuğunu hatırladım.

Bildiğimiz oruç gibi bir oruç mu bu?


Değil. Orucu sadece bitkisel şeyler yiyerek açardı. Nefsi sınama ve terbiye etmekle ilgili bir oruçtu o. Tokluğu da nefse dahil ederdi. Yoksul bir sofra kurardı kendisine. Bu orucu Hızır’a dua ederek açardı. Babaannemi yılda 10-15 gün görüyordum. Onun bende yer etmesinin nedeni onu çok az tanıyor olmam zaten. Hiç babaannemle beraber yaşamadım. Sadece yaz tatillerinde ailecek memlekete giderdik. Annemin ailesi Selanikli ve varlıklı bir aileydi. Babaannem Dersim sürgünüydü. Alevi kökenli bir aile olduğu için bunlar ortalık yerde konuşulacak konular değildi. 80’den yeni çıkılmış, çok ciddi bir Alevi-Sünni çatışması var, dolayısıyla konuşulmazdı bu konular.

Alevi olduğunuzu ne zaman öğrendiniz?


Orta sonda aile içinde konuşulurken fark ettim. Bizim aile etnisite konusunda politika geliştiren bir aile değildi ki. Hiç değeri yoktu böyle şeylerin. Babam subaydı benim, askeriyenin içindeydik. Alevi olduğumuzu öğrendiğimizde en yakın arkadaşıma söyledim bunu, “Biliyor musun, ben sizin eve gelmeyeceğim bir daha” dedi. Ben dışlanmanın ne olduğunu o an gördüm, o an tattım. Yeryüzünde bir yere üfürülmek gibi. Ama Yüzünde Bir Yer bu saiklerden yola çıkmış bir kitap değil, bunlardan bahsetmek bana mızmızlanmak gibi geliyor.

Hikâyeniz bende ironik bir tat bıraktı. Dersim sürgünü annenin, subay oğlu, yıkılan Osmanlı’yla beraber Selanik’ten gelen ailenin kızıyla evlenir... Tam Türkiye hikâyesi...


Türkiye her şeyin birbirine kırık aynalarla yansıdığı, her şeyin birbirini örttüğü bir yer. Her nesil bir diğer neslin yaşadıklarını örtüyor. Süreklilik ve tutarlılık üzerinden değil, değişim üzerinden şekilleniyor burada kültür.

Kitapta Dersim’de yaşanan dinî-kültürel hayatın izleri de var...


Babaannem çok inançlı bir kadındı. Hayatı sürekli ritüelleri tekrarlayarak geçti. Dersim’de insanlar doğaya hükmedemiyor. İnsan doğaya egemen değil, dağların arasında çığ düşüyor, sarp kayalar, uzun kışlar. Oradaki insan yaşamıyla ovadaki yaşamı bir midir? Oradaki mistisizmle Ege’deki mistisizm farklı doğal olarak...

Ra-Hak inancı üzerine çalıştım birazcık. Kitaplar okuduğumda, hâlâ Şamanist çağdan kalma ritüellerle, İslâmın Alevilik kolunun ebru gibi birbirine aktığını ve kendine özgü bir kültürün ortaya çıktığını gördüm. Bu kültürü Anadolu Aleviliği’yle bir tutmak da başka bir asimilasyon. Dersim’de Kafkaslardan gelen halklar var, Ermeniler var, Türkmenler var, Kürtler var. Kültürü ütülediğin zaman ortaya “Kızılbaş Aleviler” diye bir şey ortaya çıkıyor. Bence bu da bir örtme biçimi.

Sizin bildiğiniz Dersim nasıl?


Göç veren ama göç almayan, sürgün veren ama almayan bir yer aslında. Dersim vicdan yarası gibi bir yer. Bu yerin tamamen kendine özgü, tek bir cümleyle özetlenemeyecek bir kültürü var. Nasıl ki Antakya’nın, Orta Anadolu’nun, Mardin’in varsa... Orası çok değişik, herkesten farklı. Benim kişisel okumalarımdan anladığım kadarıyla orada doğa tanrıcı bir anlayış var. Taşa, güneşe, suya şükrediyor, bütün bunları kendi bünyesinde ilahî birliğe kavuşturan Allah’a da şükrediyor. Allah’ın yeryüzündeki izdüşümü de gelip ansızın izini bırakan Hızır.

İncir ağacı da romanın bir diğer karakteri, neden?


İncir çok dişil anlamlar yüklenen bir ağaç. Romandaki kadınların eli bir şekilde incire değiyor. İncirin bir de kendi yaman dünyasına baktığımızda başına buyruk. Toprak altından devam ediyor, olmadık yerlerde karşımıza çıkıyor. Virane yerlerde ocakların içinden çıkar. “Ocağıma incir ağacı diktin” lafı buradan gelir. Bizim orada bir manav var, “Abla biz rüyamızda incir görürsek, kötü haber alacağımızı düşünüyoruz” dedi. Rüyada çıplak kadın görmek de kötü habere denk geliyor. Hep dişil anlamlar yüklenmiş. O yüzden aynı, kadına bakıldığı gibi bakılmış. Belirsiz, gizemli ama ele geçirilebilecek kadar yakınımızda. Hem şifa veriyor hem zehir. Adem’le Havva elma yiyor, incir dalıyla örtünüyorlar. Ama hiçbir ikonada meyvesini görmüyoruz. Eskiden kadınlar kürtaj olmak için incir sapı kullanıyorlar. Kitabı üçlü bir sarmal şekilde düşündüm. İnsanların yanlış anlamasını istemem, bu sadece Dersim sürgününü anlatan bir kitap değil.

İster istemez dikkati sürgünler çekiyor, bu konu henüz konuşulmaya başlandı...


Bu trajedinin türlü türlü alınacak yönleri var. Şimdi Nezahat Gündoğan, Dersim’de evlatlık verilen kızların hikâyesini belgesel yapıyor. Ben kendime karşı açık olmak istedim. Kendi bildiğim anlayabildiğim yönünden girdim. Bu kitap politik roman olarak değerlendirilemez. Politik tezler yok çünkü içerisinde. Ama baştan sona ideolojik bir söylemi var. Unutmak ne demek, suçluluk ne demek, saklanmanın bir insan üzerinde bıraktığı etki. İnsanın insana ettikleri karşısında içe kapanma. Hafızasızlık... Bütün bunlar açısından ideolojik bir söylemi var. Bak ben sana mesela Yüzünde Bir Yer’in nasıl yazıldığını anlatıyorum. Bir hikâyeyi ister katliamdan, ister utançtan tutarım. Ama biz tarihi, romanlardan öğrenmeye çalışıyoruz. Roman sanatının asli değerlerini yok sayıyoruz. Yazarlar siyasi aktör haline geliyor.  


Dersim sürgününün konuşulma vakti geldi
 

Babaannenizin de kitaptaki Bese gibi sığınağı Hızır sanki...


Hızır’ın hikâyesinden babaanneme bağlandım, sonra babaannemin bana anlattığı Hızır masallarına gittim. Babaannem bana hayatla ilgili her şeyi anlattı; bir tütün yaprağının nasıl basılacağından tut, buğday nasıl derlenir, incir ağacının huyu suyu nedir, cinler, periler nedir? Göğsündeki bütün bilgiyi her fırsatta bana aktardı. Ama hiçbir zaman Dersim’den söz etmedi... Nasıl Samsun’a geldi, kaç kardeşi vardı, annesini, babasını nasıl kaybetti, babası kimdi, adları neydi? Ölümler, salgınlar, hastalıklar... Hiç konuşmadı. Sonra onu kaybettik. Bu noktadan sonra psikanaliz okumalarım başladı. Bir insan niye susar? Bir insan neyi susar? Bütün bu olaylar olduğunda altı yaşındaymış. Sonra onun, aslında Hızır’la örtündüğünü fark ettim. Ondan esinlenerek bir Bese karakteri yarattım. Bese benim babaannem değil, babaannemden ulaştığım bir karakter. O hayatta ve ayakta kalmak için bir maneviyat biçmiş kendisine. Fakat bu maneviyat bir ötekine geçmeyebilir. Çünkü aslında inanışlar kişinin kendi özgün ve özerk gerçekliğidir. Kendi ruh sağlığının bir parçasıdır. Bunlar devasa büyük öğretiler haline getirildiğinde alan kaybediyor.

Şiirsel gerçekliği yitirmiş oluyor. Babaannem Hızır’ı konuşarak susuyor. Tümüyle sessizliğe kapanmıyor. Tümüyle sessizlik daha korkunç bir şey. 2007’de bir adam öldü, Gündem gazetesinde çıktı bu adamın hikâyesi. 112 yaşında öldü, adamın ismi Abdullah Çiftçi, Urfalı. Dersim olaylarında asker. 69 yıl sonra çocuklarına orada neler olduğunu anlatıyor. Kurşunu atan tarafta bir Kürt. Bunu söyledikten bir hafta sonra ölüyor. Susmanın bir de böyle bir çeşidi var. Bese suskunluğunu zırhla örtüyor. Bir maneviyat biçiyor.

Babaanneniz bir daha Dersim’e gitti mi?


Hayır, hiçbir zaman dönmüyor. Ben de hiç Dersim’e gitmedim. Babam Tunceli doğumlu olsaydı zaten asker olamazdı. Çarşamba’nın bir köyüne yerleştiriliyorlar, oradan Samsun’a geliyorlar gizlice. Ailesine ne olduğunu hiç bilmiyoruz. Ben o yüzden böyle bir roman yazdım. Kesif, taş gibi bir suskunluk... Bir Yahudi atasözü vardır, “Oğullar babalarının yaşadığını unutmak ister, torunlar hatırlamak...” Oradaki susmak psikolojik. Biz hatırlamak isteyen zürriyetiz. Üçüncü kuşaktan sonra başlar böyle şeyler.

Babaannenizin Dersim sürgünü olduğunu nasıl öğrendiniz?


Bir gün bir akrabanın konuşmasından duydum. Kulağıma Dersim, sürgün, katliam meselesi çalındı. Henüz küçüktüm o zaman. Ben sonra kayıtlarda rastlamadım Çarşamba’ya sürülenlere. Ama Türkiye’nin her yerine sürülmüşler. Normal kayıtlarda birer aile olarak birbirlerinden koparılarak gönderildiği yazılıyor. Daha çok hikâyeler duyacağız böyle. Üçüncü kuşağın konuşmaya başlaması nedensel. Zamanı geldi çünkü. Hepimiz sadece kendimize değil, zamana da aidiz.  


“Entel” deyip sanatı alay konusu yaptılar
 

Anlattıklarınızda susmanın ağırlığını taşıyan insanlar var...


Ağırlık çökecek tabii. Bunu konuşabilmek gerek. Hele ki bazı açıklamalar yapılıyor, “Dersim halkı o kadar iyicil, o kadar merhametlidir ki, kendisine saldıran askerleri iyileştirip geri gönderirler” diye. Mesela bu bastırma cümlesi. Bir halkı övmek de, yermek de doğru bir söylem değil. Bir halkın iyi bir nitelikten dolayı övülmesi ya da yerilmesi ırkçı bir söylemdir. “Dersim halkı” diye genel bir cümle kurulamaz. Recep Tayyip Erdoğan’ın Yahudileri övmesi mesela. Bu övgünün içinde haset var. Dolayısıyla bunun ağırlığını kabul edip konuşacağız. Gazi olaylarını, Maraş katliamını... Kimdi postacı kıyafetlerini giyip insanların evine işaret düşenler? Simgesel olarak suçlulara da ihtiyacımız var. Nürnberg Mahkemesi’nde belirli sembol kişiler cezalandırıldı ve biz soykırımın ne kadar korkunç bir şey olduğunu bu insanlar üzerinden öğrendik. Bunların birey birey toplumsal hafızaya geçmesi gerekiyor. Türkçenin düşünsel bir dil haline gelmesi gerekiyor. Fiillere yaslanan bir dil. Kavram üretmekte zorlanıyor herkes. Bu kadar büyük bir sözcük dağarcığı olan bir dili hâlâ düşün dili haline getiremiyoruz. 1980’den önce okumuş yazmış insanlar sürüldüler, işkence gördüler, tutuklandılar, evlerine kapandılar. Sonra n’oldu? “Entel” diye bir karakter ortaya çıktı. Alay konusu oldu okumuş yazmış insanlar. Dolayısıyla bizim bu entel sözcüğünden kurtulup, her şeyi biraz da müzikle, sanatla düşünmemiz gerekiyor. Bizim yarı cahil yarı aydın bakış açısıyla daha ne kadar gideriz bilmiyorum.