Yaşam

Saraydaki taht Paris'e neden gitmedi

İlber Ortaylı Milliyet Pazar'daki yazısındaTopkapı Sarayı'ndaki bayram tahtını Paris'teki sergiye neden vermediğini anlattı.

01 Kasım 2009 02:00

T24 - İlber Ortaylı Milliyet Pazar'daki yazısındaTopkapı Sarayı'ndaki bayram tahtını Paris'teki sergiye neden vermediğini anlattı.



İlber Ortaylı'nın (1.11.2009) Milliyet Pazar'daki yazı şöyle:


Nazan Ölçer, Paris’teki sergiye Osmanlı’nın altın tahtını vermedik diye şikayet ediyor. O taht, dönmedolap gibi her panayıra koşturulacak bir nesne değildir.

Sakıp Sabancı Müzesi Müdürü Nazan Ölçer; benim ne derecede dostum olan bir kişi, bilemiyorum. Lakin onun niteliklerini de hiç kimse benim kadar vurgulamaz. Anılarımda kendisinden “Avrupa’nın üç büyük müze müdüründen biri” diye bahsetmiştim, yanılmışım: Bir numaradır. Avrupa’nın ağır aksak müze müdürlerini tanıdıktan sonra bu kanaatimi tekrarlıyorum.

Bizim Topkapı Sarayı’nın evvelki müdürü Filiz Çağman gibi bir alim mi? Kayda değer bir sanat tarihçisi mi? Ortada dolaşan bir eseri yok, görmedim. Ama alâsından bir organizatör olduğu, projeleri ustalıkla takip ettiği ortadadır. Onun için bu kıtanın bir numaralı müdürüdür.

Altın tahtı çürüttüler, yazma sayfaları rutubet kaptı. Nazan Ölçer tam anlamıyla bir müdürdür. Titizdir, çalışkandır, bir projeye takar ve koşuşur; bu uğurda kırk kapının ipini çekmekten ve çektirmekten çekinmez. İslam Eserleri Müzesi gibi sefil bir kurumu bir müze haline getirdi. Herkes onu Sakıp Sabancı Müzesi’ndeki “Picasso” sergisi ile anıyor. Oysa bence yapacağını daha önce Sultanahmet’te yaptı. Birtakım arkadaşlar dışarıya sergi göndermeye çalışırken, o dışarıdan sergi getirdi.

Birtakım insanlar bilir bilmez alkışlarken, Tarih Vakfı’nın Topkapı Sarayı’nın Darphane kısmına yerleşmesini protesto etti, haklıydı. “Üstüme ne vazife” deyip oturmadı, adamları mahkemeye verdi.

Lakin dur durak bilmiyor; bir sanat tarihçisi için teşhir ve serginin ötesinde müze eşyasına karşı hassasiyet olmalıdır. Son 20 yılın içinde sadece Topkapı’nın eşyaları Fransa’ya dördüncü defadır gidiyor, bu bir ölçüsüzlüktür.

Bundan evvelki Paris Versailles sergisine sevgili müdürümüz ve gerçek bir sanat tarihçisi olan Dr. Filiz Çağman’ın direnmesine rağmen Fransızların bastırması ve o zamanki cumhurbaşkanının kesin emriyle Osmanlı’nın altın saltanat tahtı gittiydi. O vakit yazmalardan da bir haylisini istediler, Filiz hanım istediği kadar dirensin, gene bir haylisi gittiydi. İklimlendirmeleri yetersiz olduğundan, altın tahtın içindeki ahşap aksam çürümüş, taht birbirine geçerek yurda dönmüştü. Vitrinlere gereken rutubet tertibatı kurulamadığından yazmaların sayfaları dans ediyordu, kıvrım kıvrımdılar. Herkes dehşet içinde kaldıydı.


İyi korunacağına dair şüphe varsa vermeyiz

Bu sefer Louvre’cularla Nazan hanım geldiğinde kesin söz aldım. Doğrusu bizim eserler hem Louvre’dan hem Grand Palais’ten nasıl döner diye merak ediyorum. İnşallah bu sefer eşyalar doğru dürüst dönecektir.

Taht için Nazan hanım “Vermediler, Paris’e gidemedi” diye şikayet ediyor. Osmanlı tahtı, dönmedolap gibi her panayıra koşturulacak bir nesne değildir. Sarayda “hususi taht” tabir edilenler dahi sadece müze eşyası olmanın ötesinde protokol değeri olan parçalardır. İyi korunacağına dair şüphemiz varsa, veremeyiz.

Doğrusu eser verme konusunda bu sefer de yeterince direnç gösteremedik. Sayıda bir kısıntıya gidebildik. Gazete sütununda dedikodu yapmaya lüzum yok. Muhterem müdiremiz selefim Dr. Filiz Çağman istemese bunları dahi vermezdik. Onun müzemize yaptığı hizmetler dolayısıyla, küratörlüğünü üstlendiği bu sergiye kapıyı kapatamadık. Verdiklerimizi iyi teşhir etsinler yeter. Sergilerin başarıyla nihayete ermesini temenni ediyoruz.


Ben bu saatten sonra müzecileri mi kıskanacağım?

Grand Palais’deki serginin Osmanlı bölümünde Mağribi müziğinin fon olarak kullanılmasının tashihini rica ederiz. Gördük; zaten ikinci kattaki Osmanlı bölümünde yeterince eser vardı. Daha nereye ne konacak? Neyi niçin kıskanalım ki, bu saatten sonra müzecileri mi kıskanacağım?

Bu derecede aşırı bireycilik Avrupa ve Asya’nın müzecilerine yakışmaz. Bunlar maalesef Amerikanvari abartılı eğilimlerdir.
20 yıldır bazı sanat tarihçisi profesörlerimiz ve müzecilerimiz olur olmaz yerlerde sergi gezdirmeyi marifet sanıyor. Mesela Amerika’nın Memphis’i, ki Allah’lık bir taşradır, Kanuni sergisine ev sahipliği yaptı. Her şey her yere gitmez. Paris sahnelerinde hiçbir ünlü müze Topkapı kadar çıkarılmadı. Ama bu sefer tanıtım da iyi değilmiş. Dışişleri Bakanlığımızın bu konudaki tavsiyelerinde ölçüyü kaçırmamasını temenni ediyorum.

Eski dünyanın müzecileri hizmet ettikleri tarih ve milletin manevi zenginliklerine hürmet etmek zorundadırlar. Avrupalı ve Rus müzecimlerin hizmet anlayışında teşhir kadar, ağırbaşlılılık duygusu da önemlidir. Nazan hoca mesela Kremlin’deki müzecilerle istişarede bulunursa yararlanır.


Okullardan Roma hukuku dersini niçin kaldırıyoruz?

Durumumuz vahim, Türkiye’nin uluslararası davalara çıkaracak avukatları yok. Buna rağmen YÖK’ün Roma hukuku derslerini kaldırması büyük hatadır.

Roma hukuku hiç şüphe yok ki modern dünyayı oluşturan temel kurumların başında gelir. Romalılar yok oldu; dilleri önce anadili başka olan kavimler tarafından kullanıldı, bugün o bile eğitimden ve kullanımdan hemen hemen kalkmak üzeredir. Roma İmparatorluğu da ortadan kalktı; onu yıkan bir hareket olan Hıristiyanlık bile geçen 2 bin yılın içinde değişime, hatta yer yer aşınmaya uğradı.



Ama Roma hukuku bazı dar görüşlü yazarların ifadelerinin aksine sadece Avrupa dünyasının değil, bütün insanlığın hukuk anlayışına ve hukuki kurumlarına nüfuz etti. Bu etkiyi sessizce yerine getirdiği oldu. Nitekim İslam hukuku ve Yahudi hukuk çevrelerinde bile Roma hukuk kurumlarından kalma etkileşimler vardır. Bunlar temeli değiştirmese de ayrıntıda kendini gösterir.

Bundan başka hem Müslüman dünyanın bir kısmı, en başta Türkiye ve eski Sovyetler dünyası olmak üzere Roma hukuk sistemine resmen geçmiş olup; İsrail’de dahi kurucu hukuk adamları nesli Romacılar olarak hayatın muhtelif safhalarında en başta ticaret hukuku ve anayasa hukuku gibi dallarda Roma hukukçularının mantık ve içtihatlarını hâkim kılmışlardır.


Kilise de hiç sevmezdi

Türkiye aslında Roma hukuk sistemine 1926’dan evvel adım atmıştır. Klasik dönemde hayatımızı şeriatın dışında örfi hukuk ve geleneklerin düzenlediği alanlar vardır. Hiç küçümsenemez. En başta arazi meseleleri böyleydi. İkincisi, 1699 Karlofça barışından beri diplomatik ilişkilerimiz ve dahil olduğumuz uluslararası ilişkiler hukukunda herkes gibi Romanist prensipleri uyguladık. Bu bizde bazılarının tekrarladığı gibi Hıristiyanlık demek değildir çünkü Roma hukuk anlayışı ve içtihatları Hıristiyanlıktan çok öncedir ve Hıristiyanlık karşıtı prensiplerden oluştuğu için kilise Roma hukuk zihniyetini hiç sevmezdi.

Tanzimat dönemimizde idari reformlarımız, ticaret hukukumuz ve giderek ceza hukukumuz alanında Avrupa’ya, daha doğrusu Roma hukuk sisteminin içine adım attık. 19’uncu asrın 1870’li yıllardan itibaren adliye sisteminde avukatlık, noterlik ihdasıyla ve hukuk yargılama usulüyle bu sistemin içindeydik. Dış dünyada bizden önce 1894’te Japonlar Alman medeni kanunu kabul ederek Roma hukuk sistemini dünyanın öbür ucuna getirdiler. 


                               



1926’da medeni kanunu kabulümüzde İsviçre medeni kanunu sadece bir mehazdır yani kaynaktır. Kanunun metninde ve ruhunda İslam aile ve miras hukukunun izleri görülür. Bu olay aslında Roma hukukunun beşerin hayatı üzerindeki devamının bir tescilidir. Kesinlikle Hıristiyan dünyanın hukuk alanındaki zaferi gibi telakki edilemez.


Reform sadece lafla olmaz

Hal böyle iken Roma hukuku derslerinin ve kürsülerinin Yüksek Öğretim Kurumu tarafından rüzgâra terk edilmesi kabul edilebilir bir davranış ve zihniyet değildir. Nitekim 14-16 Ekim tarihlerinde Roma Üniversitesi ve Rusya Bilimler Akademisi’nin tertiplediği, bizden de Roma hukukçularının katıldığı Sibirya’nın İrkutsk şehrinde toplanan Roma hukukçuları seminerinde bu işlem kınanmıştır.

Başkaları Roma hukukunu kaldırsa belki dikkati çekmez ama Türkiye batı dünyasının hem eleştirdiği hem de vazgeçemediği bir ülke; daha çok ilgileniyorlar ve hatalarımız daha çok yüze vuruluyor. Bu tasarrufun bir hata olduğu bu çevrelerde vurgulanıyor.  Yurtiçindeki tepkiler sadece birkaç hukukçuyla sınırlı kaldı ama dışarıda daha yaygın olacağı açık. Bizim kendimizi düzeltmemiz için mutlaka dış dünyanın tepkilerini mi beklememiz gerekiyor? Hukuk reformu sırf lafla olmaz; ciddi ilim yapmak, o ilmi faaliyeti eğitime yansıtmak gerekir.

Hukukun sağı solu, batılısı doğulusu olmaz. Roma hukuku dalında hoca eksiğiniz varsa problemi halının altına süpüreceğinize, adam yetiştirerek telafi yoluna gidersiniz.


1940’lara göre çok geriledik

Hiç şüphesiz ki 1925 yılında Ankara’da yeni anlayışla kurulan Hukuk Mektebi ve ardından üniversite reformuyla İstanbul ve Ankara’da Roma hukukunun okutulması kaçınılmazdı. Hukuk devriminin bir gereğiydi. Ankara’da önem verilen bir daldı. Ünlü Roma hukuku profesörümüz Kudret Ayiter’in üç dildeki belagât ve natıkası malumdur. Sık davet edildiği Roma Üniversitesi onu hâlâ unutamaz. Bizde ise hatırlayan olduğunu sanmıyorum.

Roma hukukunu ve İslam hukukunun bazı fasıllarını öğrenmeyen bir hukukçunun, bizim kasabalarda eskiden faaliyet gösteren ve üstlendikleri davacıların müracaatını hiç de fena takip etmeyen, bazen etkili dilekçe yazan; fakat tahsilsiz, alaylı dediğimiz dava muakiblerinden farkı olmayacağı açıktır. Eğitimli hukukçunun hukukun prensip ve kurumlarının kökenini bilmesi gerekir. Maalesef günümüzde bu konu 1940’lı ve 60’lı yıllara göre gerilemiştir. Yeni kurulan ve az öğrenciyle eğitim yaparak nitelikli hukukçu yetiştirme gayretindeki bazı hukuk fakültelerimizde bu dallarda asistan yetiştirilmeye gayret ediliyor. Zira durum vahimdir, Türkiye beynelmilel davalara çıkartacak avukat kadrolarına sahip değil. Bir an evvel aklımızı başımıza devşirmek zorundayız. Özellikle uluslararası hukuk dalında nitelikli adamlara sahip olmak için Avrupa’daki hukukçunun yetişme safhalarına uymamız lazımdır.