Gündem

"Sanık artık Zarrab değil Türkiye!"

"Eski bakan da yargılanıyor"

26 Kasım 2017 15:35

Artıgerçek yazarı Armağan Kargılı, ABD'nin İran'a yönelik yaptırımlarını deldiği iddiasıyla Mart 2016'dan bu yana tutuklu bulunan ve itirafçı olduğu iddia edilen Türkiye ve İran vatandaşı Reza Zarrab için, "Sanık artık Zarrab değil Türkiye" ifadesini kullandı.

Kargılı'nın "Sanık artık Zarrab değil Türkiye" başlığıyla (26 Kasım 2017) yayımlanan yazısı şöyle:

AKP rejimi, uluslararası arenada kurduğu kirli para ağı ve pazarlıklarla 15 yıldır iktidarda kalmayı başardı ama bütün bir ülkeyi uçuruma sürükledi.

Bu noktaya kadar en yalın haliyle İran’a yönelik ambargo sayesinde nasıl bir organizasyon oluştuğunu, bu organizasyonda rol alan ve bugün sanık sandalyesinde oturan bazı isimleri tanımaya çalıştık.

Türkiye ve hatta dünya kamuoyu, İran’a yönelik ambargonun hangi yollarla nasıl delindiğini 17-25 Aralık operasyonu diye adlandırılan operasyonla duydu. Neydi bu olay kısa bir hatırlatma:

17 Aralık 2013 tarihinde dönemin İçişleri Bakanı Muammer Güler'in oğlu Barış Güler, Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan'ın oğlu Salih Kaan Çağlayan, Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar'ın oğlu Abdullah Oğuz Bayraktar, Halkbank Genel Müdürü Süleyman Aslan, Reza Zarrab, iş adamı Ali Ağaoğlu ve Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir'in de aralarında yer aldığı 89 kişi ‘rüşvet, görevi kötüye kullanma, ihaleye fesat karıştırma ve kaçakçılık' gibi suçlamalar yöneltilerek gözaltına alındı. Bu arada Türkiye’yi sarsması beklenen ve aralarında o dönem Başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan’a ait olduğu iddia edilen “paraları sıfırla” dediği ses kaydı da olan çok sayıda tape günler boyu internette dolaştı. Oğulları tutuklanan Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan ile İçişleri Bakanı Muammer Güler, bakanlıktan istifa etti. 17 Aralık tapelerinde “Bakara makara” sözleriyle Bakara suresini alay konusu yaptığı iddia edilen Avrupa Birliği Bakanı Egemen Bağış görevinden alındı.

Bu olay üzerine AKP hükümeti hızla karşı atağa geçti. “Bugüne dek ne istedi de vermedim dediği” Fethullah Gülen cemaatini, “FETÖ –yani Fethullah Terör Örgütü” diye niteledi. Operasyonu, AKP iktidarına ve kendisine yönelik bir darbe girişimi olarak değerlendirdi. (Erdoğan, seçmenini darbe girişimi iddiasına inandırmış olacak ki, partisi AKP, bu operasyonun sadece 3 ay sonrasında yapılan Mart 2014 seçimlerinden yüzde 45’in üzerinde oy oranıyla birinci parti olarak çıktı.) Gözaltına alınanlardan aralarında Zarrab’ın da bulunduğu 24 kişi tutuklandı, 28 Şubat 2014'te de hepsi serbest kaldı. Birbiri ardından yapılan yasal düzenlemelerle soruşturma kapatıldı. Operasyonu yöneten savcılar ve polislerin çoğu açığa alındı, haklarında yakalama emri çıkarıldı.

Tam da bu sırada, 30 Aralık 2013 tarihinde, Reza Zarrab’ın patronu olarak bilinen Babek Zencani’nin de İran’da tutuklanıp başkent Tahran’daki Evin Hapishanesi’ne sevkedildiği haberi duyuldu. Bu durumda o da tam 17 Aralık operasyonunun olduğu günlerde gözaltına alınmış olmalıydı. 2013 yılı Ağustos’unda Ahmedinejad’dan cumhurbaşkanlığını devralan ve ABD ile iş birliğine sıcak yaklaşan Hasan Ruhani de muhtemelen İran’daki operasyon için aynı anda düğmeye basmıştı.

Tahran da düğmeye bastı

İran’daki soruşturmanın akıbeti, Türkiye’dekine benzemedi. Geçen bölümde tanıştığımız ve Zencani adına Onur Havayolları’nı satın aldığı iddia edilen Mehdi Şems ve H. F. H. (Adı kayıtlarda böyle geçiyor) ile birlikte yargılandılar. Zencani ve diğer 2 sanık, 3 milyar dolar dolayında devletin petrol gelirini zimmete geçirmekten 6 Mart 2016 tarihinde idam cezasına çarptırıldı. O tarihlerde neredeyse tamamen denetim altına alınan, hapsedilen gazeteciler ve yayın yasaklarıyla dünyanın basın özgürlüğünde en geri sıralara düşen Türkiye’de medya, bu davaya pek ilgi göstermedi, birkaç gazetede sıradan bir haber olarak verildi. Zencani’nin itirafnamesini Nokta Dergisi yayınladı. Zencani’nin duruşmada verdiği bilgiye göre, bazen günde 2 milyon varil (yaklaşık 150 milyon dolarlık) petrol satıldığı olmuştu, 170 milyar dolarlık kara para aklanmıştı. Türkiye’de dağıttığı rüşveti de 8,5 milyar dolar olarak açıkladı. Geçen bölümde sözünü ettiğimiz, Türkiye’de yakalanan ve daha sonra bir işlem yapılmadan yollanmasına izin verilen 1.5 ton altının kendisine ait olduğunu da kabul etti. Böylelikle Zarrab – Zencani ilişkisi resmen kanıtlandı.

Nokta Dergisi, başka bir kapağı (Erdoğan’ı ölen askerlerin önünde selfie çekerken göstermişti) nedeniyle 2016 yılında OHAL kararıyla kapandı. Eski sayılarına ulaşmak pek kolay değil. Ancak o haberi Cumhuriyet Gazetesi de yayınladı. Hem Nokta’da hem de Cumhuriyet’te baskılara rağmen gazetecilik yapan arkadaşlarımızı da bu yolla selamlayalım. Habere mutlaka göz atmanızı öneririm. Hem trafik hem de ilişkiler ayrıntılarıyla anlatılıyor.

Zencani’nin idam cezası (6 Mart) almasından hemen sonra İran asıllı, Türkiye ve Makedonya vatandaşı (Azerbaycan vatandaşı olduğu da iddia ediliyor) Reza Zarrab, Türkiye’den ailesiyle birlikte Disneyland’a tatil için gittiğini söylediği ABD’nin Miami havaalanında 19 Mart Cumartesi günü yakalandı. 22 Mart Pazartesi günü de tutuklandı. Geçtiğimiz bölümde araştırmalarıyla isminden ve raporlarından söz ettiğimiz Demokrasiyi Savunma Vakfı uzmanlarından Emanule Ottolenghi, birkaç yazısında ısrarla Zarrab’ın ABD’ye gitmeden önce mal varlığını devrettiğini yazıyor. Bu konuda Türkiye’de de benzer iddiaları çok sayıda isim dile getirdi. Reza Zarrab’ın İran’da idam edilmektense ABD’ye gitmeyi tercih etmiş olabileceğini ilk bölümde zaten söylemiştik.

Eski bakan da yargılanıyor

Bundan sonrası, aslında Türkiye kamuoyunun da yakından izlediği bir süreç olarak gelişti. Zarrab davası Newyork’a taşındı. Daha sonra Trump tarafından görevden alınan davanın ilk savcısı Preet Bharara, Türkiye’de bu konuyla ilgili hemen herkesin yakından tanıdığı bir isim oldu. Zarrab, kendisine dünyanın en pahalı avukatlarından oluşan bir savunma ekibi kurdu. Ekibe sonradan Trump’a yakınlığıyla bilinen New York Eski Belediye Başkanı Rudolph Giuliani ile ABD’nin eski adalet Bakanı Michael Mukasey de avukat olarak katıldı. Bu isimlerin Türkiye’ye gelerek Erdoğan’la görüştüğü biliniyor ancak avukatlık paralarının Zarrab tarafından mı yoksa Türkiye tarafından mı ödendiği yani kısacası Zarrab’ın mı Türkiye’nin mi avukatlığını yaptıkları hala tartışmalı bir konu.

Kesin olan ise Zarrab’ın New York'ta yargılandığı davada savcılıkla iş birliği yaptığı ve bunun karşılığında da adının sanık listesinden çıkarıldığı. Hatta ünlü avukatı Benjamin Brafman’ın elindeki bütün dosyaları teslim edip şimdi de Hollywood'daki cinsel taciz skandalının hedefindeki ünlü yapımcı Harvey Weinstein ile anlaştığı haberi bile yapıldı.

ABD’ye neden gittiği hala bilinmeyen Halkbankası Genel Müdür Yardımcısı Hakan Atilla’nın bu davanın baş sanığı konumuna geçmesi de zaten Reza Zarrab’ın davadan düşürüldüğü anlamına geliyor. Davanın ayrıntılarına girmeye kalkarsak bu dizi “72 kısım tekmili birden” dizilerine dönüşecek. Yalnız Reza Zarrab’ın davadan ayrılmadan önceki son iddianameye Eski Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan, Halk Bankası Eski Genel Müdürü Süleyman Aslan ile Zarrab’ın kardeşi Muhammed Zarrab (Can Sarraf) ve iş ortağı Abdullah Happani’nin de (Bu isimlerle dizinin 1 ve 2. bölümlerinde tanışmıştık) eklendiğini hatırlatalım. O iddianamede özetle yöneltilen suçlama şuydu: 10 milyonlarca dolarlık rüşvet mekanizması yoluyla ABD’nin finans sitemi kullanılarak yüzlerce milyon dolarlık para aklandı. Bu paraların bir bölümü, açıkça terörizmi desteklemek için kullanıldı. Bunların arasında İran Devrim Muhafızları Ordusu’nun adı geçiyor. İran merkezli Mahan Havayolları’nın adı geçiyor. Bu havayolunun Hizbullah’a eleman taşıdığı söyleniyor. Davanın diğer sanıkları, onlara yöneltilen suçlamaların ayrıntıları ve davanın bütün boyutları BBC Türkçe Servisi’nin hazırladığı bu haberden okunabilir.

Eylül ayında hazırlanan iddianamenin İngilizce orijinaline de bu linkten ulaşılabilir.

İddianamede, adı açıklanmayan ama kaydedilen konuşmalarda dinlemeye takılan ve 1 numara, 2 numara... diye anılan isimler, şimdilik spekülasyon dışında bizim için de sır. Dava ile ilgili olarak şunu da eklemekte yarar var. Donald Trump’ın göreve başladığındaki ilk ekibi içerisinde Ulusal Güvenlik Danışmanı olarak yer alan ancak Rusya ile ilişkilerine ek olarak Türkiye ile girdiği ve devletin ilgili birimlerine bilgi vermediği lobicilik faaliyetleri konusu nedeniyle istifa etmek zorunda kalan Michael Flynn hakkındaki soruşturma da davaya yeni bir boyut katabilir. Flynn’in özel yetkili savcı Robert Mueller ile işbirliği yapmaya karar verdiği haberleri, bugünlerde ABD medyasına düştü. Ulusal Güvenlik Danışmanı iken Michael Flynn'in, Fethullah Gülen'in kaçırılıp Türkiye'ye getirilmesi ile Zarrab davasının düşürülmesi için Türkiye'den 15 milyon dolar alıp almadığı konusunun da soruşturma kapsamına alındığı yazılıyor.

Terör örgütlerine destek

Çoğu AB’nin ve bazı diğer bazı ülkelerin de terör listelerinde adı geçen, ABD’nin terör örgütü saydığı başta İslam Devrimi Muhafızları Ordusu, Hizbullah, El Kaide gibi örgütlenmelere destek sağlandığı iddianamede ve örneğin Zencani hakkındaki ambargo kararında geçiyor. Türkiye’yi asıl zor durumda bırakacak iddia da bu. Çünkü dinlemelerin boyutunun nereye kadar ulaştığı henüz bilinmiyor.

Bu iddiaların kaynaklarına biraz da uluslararası ilişkiler ve Türkiye’deki yansımaları açısından bakmakta yarar var. O nedenle dava boyutunu bir yana bırakıp biz yeniden biraz gerilere dönelim. Türkiye’nin Obama yönetimi ile ilişkilerinin en iyi olduğu günlere gidelim.

ABD’nin Obama yönetiminin Ortadoğu’da Türkiye’ye önemli bir rol biçtiği hatta ılımlı İslam modelinin Türkiye’de uygulanmaya çalışıldığı resmen açıklanmasa da artık sır değil. O açıdan 17 Mayıs 2010 tarihinde Brezilya, Türkiye ve İran arasında imzalanan Tahran protokolü, aslında bu projenin önemli bir temel taşıydı. Tahran protokolünün, “Nükleer iş birliğini kolaylaştırmak üzere, İran İslam Cumhuriyeti 1200 kg düşük düzeyde zenginleştirilmiş uranyumun Türkiye’de muhafazası konusunda mutabıktır. Türkiye’de olduğu süre zarfında söz konusu düşük düzeyde zenginleştirilmiş uranyum İran’a ait olmaya devam edecektir” maddesi de en önemli maddesiydi. Yani İran’ın nükleer silah üretiminin önüne geçebilmek için Türkiye’ye bir misyon yüklenmişti. Brezilya da muhtemelen gözlemci ya da garantör olarak protokole katıldı, çünkü protokol, iyi niyet bildirmesinin dışında Brezilya’ya ciddi bir yükümlülük getirmiyordu.

İşte ne olduysa bu arada oldu. ABD medyasının Obama tarafından açıkça desteklendiğini yazdığı bu kararın üzerinden 1 ay geçmeden BM Güvenlik Konseyi’nin 9 Haziran 2010 tarihli oturumunda Türkiye ve Brezilya’nın karşı, Lübnan’ın da çekimser kaldığı bir oylamayla İran’a ambargonun kapsamı genişletildi. 1929 sayılı bu kararla bazı taşıma şirketlerine seyahat yasağı ile İran bankalarına yönelik sıkı denetim ve yaptırım getirildi. İran'a giden ve İran'dan gelen gemilerin şüphe duyulması durumunda açık sularda sıkı kontrolü de karara bağlandı. ABD medyası, Tahran protokolünü açıkça destekleyen Obama’nın BM’nin 1929 sayılı kararına ABD’nin desteğini sürpriz diye yorumladı.

Selam Tevhid operasyonu

Türkiye’de 2011 yılında başlatılan Selam Tevhid operasyonunu, en azından daha sonra bu operasyonu yürütenlere karşı açılan kumpas davasıyla çoğumuz hatırlayacak. Örgüt, İran İslam devrimini yayma amaçlı Hizbullah örgütünün Türkiye ayağı sayılıyor. Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Ahmet Taner Kışlalı suikastlerinin arkasında da bu örgütün olduğu kanıtlanamasa da iddia ediliyor. 2011 yılında 2 yıllık bir dinleme sürecine dayandırılarak İran adına casusluk faaliyetlerinde bulunduğu öne sürülen, Emniyet teşkilatında çalışan bir gruba karşı operasyon başlatıldı. Bu operasyonun, İHH İnsani Yardım Vakfı Başkanı Bülent Yıldırım ve MİT (Milli İstihbarat Teşkilatı) Başkanı Hakan Fidan’ı hedef aldığı hatta dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ı devirmeye yönelik bir kumpas kurulduğu iddiasıyla, daha sonra da bu operasyonu yürütenler hakkında davalar açıldı. Hatta, IŞİD terör örgütüne silah taşıdığı gerekçesiyle MİT TIR’larında arama yapan savcı ve polisler de bu kumpas davasının parçası sayıldı. Kumpas davasının iddianamesinde, “Selam Tevhid operasyonunun Tahran protokolünü baltalama amacı taşıdığı” söylendi. Bu sözleri Erdoğan da kullanmıştı. Acaba, 2009’dan itibaren yapılan bu dinlemeler, ABD merkezli miydi, ya da en azından dinleme dosyası Obama’nın önüne mi konuldu da Obama bunun üzerine İran ambargosu konusunda görüş değiştirdi? Bu sorunun yanıtını biz bilmesek de dava iddianamesinden bu çıkarsamayı yapmak amacı aşan bir yorum olmaz sanırım.

Bu konu şu nedenle bu dava kapsamında önemli. Birincisi, dinlemeler 17 Aralığın çok öncesine kadar gidiyor. Bir diğeri de muhtemelen bunlar birer dosya olarak ABD’nin elinde var.

Hemen burada Mavi Marmara filosuna bağlı 6 teknenin, “Gazze’ye insani yardım götürüp Filistin ambargosunu kırma girişimi”nin İHH tarafından organize edildiğini ve İsrail yönetiminin saldırısı sonucu 10 kişinin hayatını kaybettiği olayın tarihinin de 30 Mayıs 2010 olduğunu hatırlayalım. Fethullah Gülen ve Tayyip Erdoğan ilk kez kamuoyu önünde bu olay nedeniyle karşı karşıya gelmişlerdi. Her ne kadar yıllar sonra Erdoğan da “İHH bana mı sordu, gitmeselerdi” dese de Gülen, Mavi Marmara teknesinin İsrail hükümetinin izni alınmadan Gazze’ye gitmesine açıktan karşı çıkmış, ölümlerden hükümeti sorumlu tutmuştu. Bu olay üzerine Türkiye-İsrail ilişkileri ticari olmasa da diplomatik olarak neredeyse kesildi.

Mavi Marmara meselesini şu nedenle hatırlattım. O günler, Gülen-Erdoğan ilişkilerinde sorunların kamuoyuna yansıdığı günlerdi. Dolayısıyla, 2009’a kadar dayandığı söylenen bu dinlemeler, iktidarın FETÖ diye tanımladığı cemaat üyeleri kullanılarak yapılmış olabilir, ABD merkezli olabilir, Ortadoğu’da onlardan habersiz kuş uçmaz denilen İsrail istihbaratı MOSSAD tarafından yapılmış olabilir. Çünkü, İran’la yumuşama İsrail’i rahatsız edecek bir gelişme olurdu. Ama bundan önemlisi, nasıl bilgiler vardı ki, bu bilgiler iddianamede denildiği gibi Tahran protokolünü baltalamaya kadar vardı.

Obama'dan sert uyarı

Bir diğer hatırlatma biraz daha diplomatik. 2013 yılında Erdoğan, Gazze’yi ziyaret edeceğini her fırsatta dile getiriyordu. İşte bugünlerde dönemin ABD Dışişleri Bakanı John Kerry ve Hazine Bakanı Jack Lew’a gönderilen bir mektupta açıkça, “Sizden Halkbank’ın İran’a altın transfer edilmesindeki işlemlerini yaptırıma tabii faaliyet olarak ele almanızı istiyoruz. İran yasadışı nükleer programını devam ettiriyor ve biz Türkiye ile İran arasındaki son gelişmelerden giderek artan şekilde endişe duyuyoruz” denildi.

İşte tam aynı tarihlerde Mayıs 2013’te Obama ve Kerry ile ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Tom Danilon’un, dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan'la yaptığı “Kırmızı Oda” toplantısı ise aslında bu davada Türkiye’yi sanık sandalyesine oturtabilecek en sorunlu toplantı olarak anılıyor. O toplantıda, Obama’nın oldukça sert bir üslupla Erdoğan’ı uyardığı ve Fidan’a da “Ne yaptığını biliyoruz, gözümüz üzerinde” dediğini ya da bunu en azından işaretle anlattığını Türk ve dünya medyası haber yaptı. Bu toplantı aynı zamanda Türkiye-ABD ilişkilerinde de önemli bir dönüm noktası idi. Ünlü gazeteci Seymour Hersh, bu toplantıda Suriye’de Türkiye’nin kullandığı çetelere silah ve kimyasal silah yolladığına ilişkin belgeleri de verdiğini yazdı. Bu konuda ayrıntı merak edenlerin okumasını öneririm.

ABD ile iyi ilişkiler dönemi bitmiş, Türkiye bu toplantıdan Suriye’de uçuşa yasak bölge talebinin yerine getirilmesini beklerken muhtemelen çok farklı dosyalarla dönmüştü. Erdoğan’la “Ilımlı İslam modeli” belli ki yürümemişti. AKP ve Erdoğan’a göre, Tahran protokolüne karşı kendilerine “kumpas” kurulmuş, İran’la kurulan kara para trafiğine karşı “17 Aralık komplosu” düzenlenmiş ve Zarrab’ın ABD’ye gidişinin ardından da henüz dillendirilmese de yakında duyarız “15 Temmuz darbesi” hazırlanmıştı.

Bunların hepsi doğru olabilir. AKP, bu komplo teorilerinin tümünde haklı olabilir. Ama ortada açıkça görülen ve kedi yöntemiyle saklanamayacak kadar büyük yolsuzluklar, kara para trafiği ve bunlardan daha da önemlisi teröre destek iddiaları var. Türkiye’nin nasıl bir uçuruma sürüklendiği var. İlk bölümde, Zarrab dosyası, Türkiye’nin uluslararası savaş suçlusu olarak yargılanmasının yolunu açacak kadar büyük demiştik. Eğer iktidar bu yöneltilen suçlamaların içinde, ortasında, kenarında olmasaydı, bu iddialar soruşturulur, suçlular cezalandırılır, sanık sandalyesine oturtulan Türkiye olmazdı. Tabii uluslararası politika da temiz yürümüyor, pazarlıklar nasıl sürer bilinmez. Ama, davadaki suçlamaların tanımı çok açık: Uluslararası teröre destek vermek. 

Hani bir tarafında devlet, siyasetçiler, öbür tarafında suç örgütlerini konu alan ve komplolara dayalı filmler vardır. Filmde, başarısız olduğu için iptal edilen operasyonların ardından bu operasyonda yer alanların birer birer nasıl yok edildiklerini görürüz. Geriye bir tek iyiler kalır. Başarısız “Ilımlı İslam operasyonu” bitti. Şimdi temizlik zamanı. Bu filmin tek iyisi, bu iktidarın bütün baskılarına direnen ve mücadeleden yılmayanlar.  Umarız bu sefer de onlar kazanır.