Hürriyet yazarı Mehmet Y. Yılmaz, OHAL'de 'partili cumhurbaşkanlığı'nı içeren anayasa değişikliği referandumuna hazırlanılan süreçte 686 sayılı KHK ile 330 akademisyenin üniversitelerden ihraç edilmesini eleştirdi. Yazısına "Üniversiteleri 'yüksek lise' yapacaklar" başlığını atan Yılmaz, akademiye yıllarını vermiş profesörler dahil 330 akademisyenin KHK'yla ihraç edilmesine ilişkin olarak "Açıkça görülüyor ki hükümet, tek sesli bir üniversite peşinde. Referandumda 'evet' çıktığında bir parti devletine dönüşecek Türkiye’de, üniversite de 'parti üniversitesi' haline gelecek" görüşünü savundu.
HDP’li Sancar AKP'nin akademisyen vekillerine sordu: Söyleyecek tek bir sözünüz yok mu?
Mehmet Y. Yılmaz'ın Hürriyet gazetesinin bugünkü (9 Şubat 2017) nüshasında yayımlanan yazısı şöyle:
Kanun Hükmündeki Kararname ile 330 akademisyen daha üniversiteden ihraç edildi.
Bu akademisyenlerin 170’i “barış bildirisi”ne imza atanlardan. Geri kalanların içinde kaçı FETÖ’cü olduğu için, kaçı muhalif aydın olduğu için atıldı, bunu şimdilik bilemiyoruz.
Öyle görünüyor ki olağanüstü hal bitene kadar üniversitede bir tek tane demokrat ya da sol görüşlü hoca da kalmayacak.
Bu kez baltanın büyüğü Ankara Üniversitesi’ne vuruldu.
SBF’den akademik olarak son derece değerli hocalar atıldı. Murat Sevinç, Ahmet Haşim Köse, Pınar Ecevitoğlu, Gökçen Alpkaya var atılanlar arasında.
DTCF’nin Tiyatro Bölümü’nde sadece dört hoca kalabildi. O okulun öğrencileri ne olacak?
Kamuoyunun yakından tanıdığı değerli Anayasa hukukçusu Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu da ihraç edilenlerden.
Üniversite hocası yetiştirmek, profesör, doçent seviyesinde öğretim elemanı bulabilmek kolay değil.
Yılların emeği gerekiyor ve öyle görünüyor ki yakında üniversitelerimizin iyi fakülteleri de “yüksek lise” ayarında okullara dönüşecek.
Yayınlanan makale ve tez sayıları açısından üniversitelerimiz zaten dünyanın çok gerisinde, bu gidişle en diplere doğru da savrulacağız.
Üniversiteler, salt öğrencilere bilgi aktaran kurumlar değildir.
Bilgiyi üreten kurumlardır ve bu kurumlarda bilginin üretilmesinin kesilmesi demek, ülkenin gelecek on yıllarının da kaybedilmesi demektir.
Açıkça görülüyor ki hükümet, tek sesli bir üniversite peşinde.
Referandumda “evet” çıktığında bir parti devletine dönüşecek Türkiye’de, üniversite de “parti üniversitesi” haline gelecek.
Muhalif seslere yer olmayan, bilimsel yeterlilikten daha çok “yandaşlığıyla” temayüz eden bir üniversitemiz olacak.
Böyle bir ülkenin gelişebilmesi, bilimsel bilgi üretimini sürekli kılması mümkün değildir.
Herkesin bir aklı fikri var
Başbakan Binali Yıldırım, referandumda “evet” oyu verilmesi gerektiğini açıklarken, kendi beğenmediği siyasi hareketlerin ve bazı terör örgütlerinin “hayır” vereceği gerekçesini kullandı.
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli de aynı şeyi yaptı: “Hayır” oyu vereceklerin “Doğu Perinçekgiller” olduğunu söyledi, “Böyle olduğu her zaman Erdoğan’ın yanında olurum” diye de ekledi.
Bir okuyucum da benim Fenerbahçeli olduğumu öğrendiği için “evet” vereceğini yazmış.
İlginç bir durum.
Bu Anayasa değişikliği ile Türkiye’nin hükümet sistemi değişiyor.
Bir kesime göre bu değişiklik Türkiye’yi bir parti devletine dönüştürecek, güçler ayrılığını ortadan kaldıracak, az gelişmiş demokrasimiz daha da geriye gidecek.
Diğer bir kesim ise inanıyor ki bu değişiklik gerçekleşirse Türkiye uçacak, iki başlılık ortadan kalkacak, terör bitecek.
Aklı olanlar, ki hepimizin düşünme yeteneğimiz var, oylarını verirken Anayasa değişikliğinin tümünü okumasalar bile tarafların hangi gerekçeyle “evet” ya da “hayır” diyeceklerine bakarak karar verebilir.
Birilerine karşıt olmak ile bu referandumda oy tercihinde bulunmak arasında ilişki kurmak demek, aklımızı başkalarının vesayetine terk etmek demektir.
Millete hakaretamiz sözler söyleyen Mehmet Cengiz “evet” diyecek diye “hayır” oyu vermekle, Doğu Perinçek “hayır” diyecek diye “evet” oyu vermek arasında bir fark yoktur.
Ülkenin geleceği oylanacak, herkes kendi aklına göre hareket etmeli.
Hapisteki gazetecilere açık mektup
Hafta başında Hürriyet’in bir etkinliğine katılmak için Kıbrıs’taydım.
Gazimağusa’da, surların içindeki meydanda, Lala Mustafa Paşa Camisi’nin hemen karşısında, Venedik Sarayı’nın kalıntıları üzerine Kıbrıs’a özgü kesme taştan yapılmış iki katlı, dikdörtgen prizma şeklinde bir zindan var.
Namık Kemal, Kıbrıs’a sürgüne gönderildiğinde önce bu zindanın alt katındaki, küçük bir penceresi olan odada kalmış.
Dar bir taş sekinin üzerinde günlerini, gecelerini geçirmiş.
Duvarda, hemen yattığı yerin üzerinde, zindanda yazdığı bir şiir var. Şöyle yazmış:
“Zalim olsa ne rütbe bi perva / Yine bünyad–ı zulmü biz yıkarız / Merkez–i hake atsalar da bizi / Küre–i arzı patlatır çıkarız.”
Sizler anlamışsınızdır ama genç okuyucular için bugünkü Türkçeyle de yazayım:
“Zalim ne kadar pervasız olursa olsun / Zulmün binasını biz yıkarız / Yerin merkezine atsalar da bizi / Yerküreyi patlatır çıkarız.”
Zindanın duvarındaki bu sözleri okurken aklıma sizler geldiniz.
Yıllarca birlikte çalıştığım arkadaşlarım Murat Sabuncu, Kadri Gürsel, Ahmet Şık.
Kimsenin adamı olmadığını defalarca kanıtlamış Nazlı Ilıcak.
Birlikte çalışmamış olsak da tanıdığım diğer gazeteciler: Güray Öz, Musa Kart, Hakan Kara, Turhan Günay, Önder Çelik, Bülent Utku, Kemal Güngör, Akın Atalay.
Fikirlerimiz ayrı olsa da bir suç işlemediklerine, sadece fikirlerini yazdıklarına inandığım gazeteciler: Şahin Alpay, Ali Bulaç, Ahmet Turan Alkan, Mümtazer Türköne, Ahmet ve Mehmet Altan, Tunca Öğreten.
Hâlâ haklarında bir iddianame yazılmamış, suçsuzluklarını kanıtlama hakları ellerinden alınmış, tutuklulukları cezaya dönüştürülmüş fikir emekçileri.
Umuyorum ki ülkemizde demokrasi bir gün daha da güçlenecek, yargı bağımsızlaşacak ve gelecek kuşakların gazetecileri sizlerin çektiklerinizi çekmek zorunda kalmayacak.
Namık Kemal’in yine zindanda yazdığı bir beyit ile sizlere dayanma gücü diliyorum:
“Ne mümkün zulm ile bidâd ile imhâ-yı hürriyet / Çalış idrâki kaldır muktedirsen âdemiyetten.”
(Zulüm ile işkence ile hürriyeti ortadan kaldırmak ne mümkün / Güçlüysen insanoğlundan aklı kaldırmaya çalış.)