Yazı, yazarını da ele verir. Bugüne kadar hiç savaş görmedim, savaşı yaşamadım diye düşünüp, önüne çıkan ilk savaş Fırsatında gönüllü ama sivil olarak orduya katılan bir yazann savaş anıları acımasız bir biçimde ele verir kendini. Dünyanın en büyük yazarlarından biri olan Aleksandr Puşkin, 1829 Osmanlı-Rus savaşı fırsatını kaçırmaz ve Çar ordusunun doğu cephesinde Erzurum seferine katılır:
"Ordugâh yaşamı çok hoşuma gidiyordu. Sabahleyin bir top ateşiyle uyanırdı. Çadırda uyumak sağlığa çok yararlı... Öğlen yemeklerinde Asya şaşlığı yiyor, Toros karlarında soğutulmuş İngiliz birası ve şampanya içiyorduk. Çok değişik bir sosyetemiz vardı. Müslüman alaylarının beyleri General Rayevski'nin çadırında toplanır, çevirmen yardımıyla sohbet edilirdi" diye ballandırarak anlatıyor yazar. İkinci baskısı yıllar sonra yayınlanan Erzurum Yolculuğunda.
Eh tabii bu arada ölen ölür sağlam kalan Puşkin'indir!
Puşkin'in, bir gün gerçekten Çarlık, Rusluk, askerlik ruhu kabarır; izin alır, güle oynaya, sanki hobisiymiş gibi, bir miktar da macera yaşarım diyerek bu savaşa katılır ve sonunda ‘Erzurum Yolculuğu’ adlı anılarını yayımlar. Bu arada yolculuğuyla ilgili eskizler de çizer hatta.
Bir yazar, bir şair bu kadar gönülden neden bir savaşa katılır? Peki Puşkin gibi bir şair nasıl olur da bu kadar emperyal ve milliyetçi olabilir?
"Kırım Tatarları gibi, bunların ellerinden de silahlarını almadıkça yola gelecekleri yok. Hançer ve kılıç, bedenlerinin ayrılmaz bir parçası olmuş. Bir Çerkez çocuğu daha konuşmayı öğrenmeden bu silahları kullanmayı öğrenir. Adam öldürmek basit bir beden hareketi demektir onlar için... Tutsakları çocuklar bekler. Bu çocuklar, en ufak bir söz üzerine, küçük kılıçlarıyla onları öldürme haklarına sahiptirler. Bu milletle nasıl uğraşırsın? Karadeniz'in doğu kıyılarını ele geçirerek Çerkezlerin Türklerle ticaret yapmasına engel olabilir, böylece de onları bize yakınlaşmaya zorlayabiliriz. Zenginlik karşısında gözleri kamaşır da, yola gelirler bakarsınız. Semaver de önemli bir yenilik olurdu onlar için. Sonra; daha etkili, daha dürüst, çağımızın eğitimine daha uygun bir başka yol var: İncil'in öğütlenmesi... Kafkasya, Hıristiyan misyonerler bekliyor."
İnsan ne diyeceğini bilemiyor doğrusu.
En iyisi bile kan kırmızıymış meğer mi desek, ne desek bilmem?
Bir de savaş tasviri var ki Puşkin'in, hâlâ şaşırmadıysanız bile bu cümle şaşırtacaktır sizi:
"Alevler Salvatora-Roza'ya yaraşır bir tabloyu aydınlatıyor, karanlıkta bir dere çağlıyordu." Halbuki, doludizgin giden atını bir türlü yavaşlatamayan Puşkin'den daha duyarlı gözükür atı; birden genç bir Türk askerinin cesedinin yanında duruverir.
Kendisini Batılı sayan, ama aslı Doğu’lu olan bir yazarın, oryantalist hevesler içinde olması gülünç değil mi biraz? Erzurum Yolculuğu'nda Aleksandr Puşkin'de gerçek Batılı oryantalistlerin duydukları heyecan ve aldıkları hazzın bir kopyalaması, bir özentiliği hissediliyor; aman onlardan (gerçek oryantalistlerden) geri kalmayalım misali.
Bu oryantalizm, gizli bir küçümsemeyi de barındırıyor içinde tabii. Ancak yine de şair Puşkin'in kalemi onurunu koruyarak itiraf eder ve bir hakkı teslim eder: "Bir şairle karşılaşmak her zaman hayırlıdır. Şair, dervişin kardeşidir. Onun ne vatanı vardır ne de dünya nimetlerinde gözü. Biz zavallılar, şan, iktidar ve para peşinde koşarken; o, yeryüzünün hükümdarlarıyla aynı sırada durur ve herkes onun karşısında saygıyla eğilir." Bu sözler, savaşta yenilmiş bir Osmanlı Paşası'nın, kendisine şair unvanıyla tanıştırılan Puşkin'e yaptığı -imalı- ince bir iltifattır.
Küçümseyen uygarlığa, küçümsenen uygarlıktan çok anlamlı ve tokat gibi bir karşılık bu bence...
Puşkin gibi bir şairin beyninde bile emperyal hücreler bulunuyorsa -ki bana göre bu hücreler anadan doğma değil, sonradan olmadır, hızla da gelişip, çoğalırlar-, belirli bir ırkçılık, milliyetçilik ve inanç bombardımanı altında kalmış sıradan insanın beyninde kim bilir ne hücreler vardır, ne hücreler!
Şair Puşkin, savaşçı Puşkin'i korumak zorunda kalıyor. Ama bir türlü koruyamıyor bence. Hatta insanı bıyık altından gülümsetebiliyor. Bu konuda Puşkin'in kafası oldukça karışık... Bir yanda bağlı olduğu Çar Hazretleri, bir yanda İncil, bir yanda da vicdan... Tabii serde şairlik var birde.
"Gelecek zaferleri terennüm etmek için savaşa katılmak, benim için bir yandan aşırı kendini beğenmişçe olur, öte yandan da fazlaca yakışıksız kaçardı. Askerlik konularına karışmam ben. Benim işim değil bu. Belki, Kont Paskeviç'in, Serasker’le Osman Paşa'nın bağlantısını kestiği hareket, tam bir zaferle taşlanmış bütün bunlar, savaşla ilgili kimselerin, {söz gelimi ticaret konsolosu, Doğu'ya Yolculuk'un yazarı Fontanye gibilerin) gözünde, belki de son derece alaya alınmaya layıktır; fakat ben, beni yüce gönüllülükle çadırının çatısı altına kabul eden ve büyük kaygıları arasında bana övünç verici bir ilgi göstermeye zaman ayıran şanlı bir komutanı yergi konusu yapmaktan utanırım."
Puşkin'in Erzurum Yolculuğu adlı kitabı aslında bir tür ibreti âlem yazısı... İnsanoğlunun şair de olsa, yaradılış ve varoluş kusurlarından kolay kolay arınamayacağının, gücün büyüleyici gücünden bir türlü kurtulamayacağının, öğütçülük ve ahlakçılıktan bir türlü vazgeçemeyeceğinin, dünyaya ve insanlara nizam üstüne nizam koyuculuktan hiçbir zaman uzaklaşmayacağının belgesi sanki Erzurum Yolculuğu.
Kitabın bir yerinde, Puşkin, karşılaştığı Yezidilerin başkanı; şeytana tapmadıklarını, Tanrı'nın birliğine inandıklarını söylediği zaman, "Yezidilerin şeytana tapmayışlarına sevindim" der. Eh bu noktada artık insanın "sana ne birader" diyesi geliyor doğrusu. Ama bu da Puşkin yani, bunu hatırlamak da bir fren yaptırıyor tabii insana.
İnsanın şair olması -Puşkin bile olsa-o kadar önemli değil aslında, ama insanın şair-derviş olmasından daha önemli bir şey olamaz bence, tıpkı Osmanlı Paşası'nın ima ettiği gibi.
Erzurum Yolculuğu, Aleksandr Puşkin, İş Bankası Kültür Yayınları, çeviren: Ataol Behramoğlu
Pakize Barışta / Taraf