2007 yılında AKP adına hazırlanan yeni anayasa teklifi için oluşturulan komisyonun başkanlığını yapan Prof. Ergun Özbudun, yeni anayasa tartışmalarına ilişkin olarak, "Türkiye'nin bugünkü şartları altında anlamlı bir kuvvetler ayrılığına dayanan bir anayasa yapmak mümkün görünmemektedir" yorumu yaptı.
"Türkiye'nin şu andaki en âcil problemi, hükümet sistemi tartışmalarından çok daha öncelikli olarak, yargı bağımsızlığını yeniden tesis etmektir" diyen Özbudun, "Bu, başta sulh ceza hâkimliklerinin kaldırılması gibi olağan kanunlarda yapılacak değişikliklerle kısmen sağlanabilir. Kısmen de, HSYK'nın yapısının yeniden düzenlenmesi gibi, bir anayasa değişikliğine ihtiyaç gösterir" ifadelerini kullandı.
Prof. Özbudun'un Zaman'da kaleme aldığı "Başkanlık sistemi, kuvvetler ayrılığı ve Türkiye" başlıklı yazısı (24 Şubat 2016) şöyle:
Yakın zamanlardaki bir yazımda (“Amerikan tipi başkanlık sistemi model olabilir mi?”, Zaman, 4 Şubat 2016), ABD'nin, uzun dönemde demokratik bir başkanlık sistemini başarıyla sürdürebilmiş tek ülke olduğunu, ancak bunun, başkanlık sisteminin erdemlerinden değil, Amerikan toplumu ve devletinin, kendilerine özgü (sui generis) tarihsel, kültürel ve siyasal özelliklerinden kaynaklandığını ifade etmiştim. Bu yazımda, Türkiye'nin, mevcut siyasal, kültürel, sosyolojik şartları içerisinde bu başarılı örneği tekrarlama ihtimalinin olup olmadığını ele alacağım.
Gerçekten Sayın Başbakan, çeşitli beyanlarında, “güçler ayrılığına dayanan” ve “birey odaklı” bir başkanlık sistemine taraftar olduğunu ifade etmiştir. Oysa, Türkiye'nin mevcut şartları altında bunun gerçekleşmesi mümkün görünmemektedir. Önceki yazımda da belirttiğim gibi, ABD'de iktidarın bir merkezde toplanmasını önleyen mekanizma, sadece yatay düzeydeki yani yasama, yürütme ve yargı organları arasındaki kuvvetler ayrılığı değil, en az onun kadar önemli olan, dikey düzeydeki kuvvetler ayrılığı, yani devlet iktidarının merkezî hükümetle (federal devlet) federe devletler arasındaki etkin şekilde bölüşülmüş olmasıdır. Oysa günümüz Türkiye'sinde, belki Kürt siyasal hareketi hariç, federal sisteme sempati ile bakan hiçbir siyasal parti mevcut değildir. Aksine, üniter yapının değişmezliği, gerek iktidar partisi gerek CHP ve MHP tarafından her vesile ile vurgulanmaktadır. Üniter devletle federal devlet arasında bir ara tip teşkil eden, fakat aslında üniter devlete daha yakın olan “bölgesel yönetim” (regional government) konusu ise daha tartışmalıdır. Üniter devleti katı bir merkeziyetçilikle özdeşleştiren çevrelerin, bölgesel yönetime de karşı olacakları açıktır. Buna karşılık AKP'nin bölgesel yönetim konusundaki tutumu, daha nüanslı görünmektedir. Nitekim Sayın Erdoğan, başbakanlık döneminde, çözüm sürecinin sürdürülmekte olduğu 2013 Mart'ındaki bir konuşmasında, Türk siyasal söyleminde bölgesel yönetim anlamında kullanılan “eyalet sistemi” hakkında şunları söylemiştir:
“Dünyada gelişmiş güçlü ülkelerin hiçbirinde, eyalet korkusu diye, eyalet endişesi diye bir şey yoktur. Tam aksine eyalet yapılanması o güçlü ülkelerde çok daha süratle kalkınmayı getirir ve demokraside özellikle siyasî rekabeti getirir. Bu bir güçlenme alâmetidir.
Bölgesel yönetim mümkün mü?
Gelelim bizim şanlı tarihimize. Osmanlı'ya baktığımız zaman, o güçlü Osmanlı'da meselâ Lazistan eyaleti var, Kürdistan eyaleti var… Niye? Osmanlı güçlü, oralarda çekinmeden rahatlıkla bunları vermiş… Güçlü bir Türkiye asla eyalet sisteminden korkmamalıdır.
Üniter yapı noktasındaki yaklaşım tarzı aslında bununla alâkalı bir şey değil. Siz eyalet sisteminde de üniter yapıyı muhafaza edebilirsiniz. Tamamıyla bunu alıp götürmek diye bir şey yok.” (Akif Beki, Hürriyet, 13 Ocak, 2016)
Oysa, çözüm sürecinin sona ermesinden sonra Sayın Cumhurbaşkanı'nın yaptığı konuşmalarda, bölgesel yönetim ya da bölgesel özerklik konusunda bu çeşit olumlu ifadelere yer verilmediği, aksine üniter devlet vurgusunun güçlendiği görülmektedir. Meselâ 28 Ocak 2016 günü Türkiye Anayasa Platformu programındaki konuşmasında şu ifadelere yer vermiştir:
“Tek devlet, adı ve söylemi ne olursa olsun hiçbir devlet, paralel devlet veya paralel yapı, bunlara izin vermeyiz, veremeyiz. Nasıl sözde cemaat adı altında devlet içinde bir paralel yapı oluşturmak isteyenlere dünyayı dar ediyorsak, özerklik adı altında, özyönetim adı altında, devlet içinde devlet kurmaya çalışanların da dünyayı başlarına yıkarız; bunun böyle bilinmesi lazım. Biz bu şekilde tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet derken, meseleyi bölünme, parçalanma edebiyatıyla ele alanlar, açık söylüyorum, kesinlikle art niyetlidir; hattâ bölücünün başta gidenidir.” (http://www.diyanet-sen.org.tr/)
Görülüyor ki, çözüm sürecinin çökmesinden sonra gittikçe derinleşen kutuplaşma ve çatışma ortamı içinde, bırakalım bölgesel yönetimi, ciddî bir yerel yönetim reformunun bile gerçekleşmesi mümkün görünmemektedir.
Görünür gelecekte dikey düzeyde anlamlı bir yetki bölüşümü muhtemel olmadığına göre, acaba yatay düzeyde bir kuvvetler ayrılığını gerçekleştirme imkânı var mı? Bu konuda ilginç bir gözlem, “güçler ayrılığı” deyimini kullanan Sayın Başbakan'dan farklı olarak, Sayın Cumhurbaşkanı'nın “güçlerin uyumu” deyimini tercih etmesidir. Kendileri, yukarıda alıntıladığım konuşmasında bu konuda şu görüşleri dile getirmiştir:
“Yargı organlarıyla yasama ve yürütme arasında eskiden beri süre gelen sıkıntıların temelinde mevcut Anayasa'nın, güçlerin uyumunu değil, çatışmasını esas alan anlayışı vardır. Yeni anayasanın ruhu çatışma yerine uyum ve denge, birbirlerini yıpratma yerine birbirlerini destekleme mantığıyla oluşturulduğunda bu sıkıntı kendiliğinden ortadan kalkacaktır.”
Her şeyden önce, kuvvetlerin uyumu anlayışı, kuvvetler ayrılığının anlam ve amacına terstir. Kuvvetler ayrılığının amacı, üç temel devlet organı arasında “frenler ve dengeler” mekanizmalarını oluşturarak devlet iktidarının tek bir merkezde toplanmasını önlemek, böylece birey hürriyetlerini etkin bir güvenceye kavuşturmaktır. Denge ve denetim, elbette bu organlar arasında görüş uyuşmazlıklarının oluşabilmesi ve bunların anayasanın öngördüğü yöntemler içerisinde çözülmesi anlamına gelir. Bu anlamda kuvvetler ayrılığı, bir çatışma ya da sıkıntı unsuru değil, çağdaş hürriyetçi demokrasinin vazgeçilmez bir unsurudur. Kuvvetlerin uyumu kavramı ise tersine, denge ve denetim araçlarından yoksun, kişiselleşmiş bir iktidar temerküzünü akla getirmektedir.
Yargı bağımsız olmadan birey odaklı anayasa yapılamaz
Bu terminolojik tartışmayı bir yana bıraksak dahi, Türkiye'nin bugünkü şartları altında anlamlı bir kuvvetler ayrılığına dayanan bir anayasa yapmak mümkün görünmemektedir. Çağdaş dünyada kuvvetler ayrılığının en önemli unsuru, yasama ve yürütme arasındaki ayrılıktan çok, yargı organının bu iki kuvvet karşısındaki bağımsızlığıdır. Siyasal partilere dayanan çağdaş demokrasilerde yasama-yürütme ayrılığı, 19. yüzyıldaki anlamını büyük ölçüde kaybetmiş, özellikle parlâmenter rejimde bu iki organ arasında bir ayrılıktan çok, bir kaynaşma (fusion) durumu ortaya çıkmıştır. Hukukî açıdan iki organ arasındaki ayrılığın daha keskin olduğu başkanlık sistemlerinde ise yasama organı ve başkanlık aynı parti veya partiler ittifakı tarafından kontrol edildiği takdirde, yasama organının çok etkin bir denetim faaliyeti gerçekleştireceği söylenemez. Aksine, bu iki organ farklı partiler tarafından kontrol edildiği takdirde, aralarında hukuken çözülmesi mümkün olmayan ve sistemi gerçek anlamda tıkayan uyuşmazlıklar ortaya çıkabilir.
Dolayısıyla çağdaş demokrasilerde, hükûmet sistemi ne olursa olsun, birey hak ve hürriyetlerinin tek gerçek güvencesi, bağımsız yargıdır. Yargının bağımsızlığı sağlanmadan, Sayın Başbakan'ın temenni ettiği “birey odaklı” bir anayasanın yapılması mümkün değildir. Oysa, 2012'den bu yana çıkarılan bir dizi “yap boz” kanunu, yargı bağımsızlığını çok büyük ölçüde tahrip etmiş, yargı organını 70 yıllık çok-partili hayat döneminde görülmemiş ölçüde yürütme ile “uyumlu” hareket eden bir organ haline getirmiştir. Türkiye'nin şu andaki en âcil problemi, hükümet sistemi tartışmalarından çok daha öncelikli olarak, yargı bağımsızlığını yeniden tesis etmektir. Bu, başta sulh ceza hâkimliklerinin kaldırılması gibi olağan kanunlarda yapılacak değişikliklerle kısmen sağlanabilir. Kısmen de, HSYK'nın yapısının yeniden düzenlenmesi gibi, bir anayasa değişikliğine ihtiyaç gösterir. Bu konuda, Anayasa Uzlaşma Komisyonu'nda daha önceki dönemde üzerinde mutabakata varılmış 60 maddeye ek olarak öncelikle yargı bölümünün ele alınması fikri, kanımca gerçekçi ve üzerinde durulmaya değer niteliktedir. Çünkü yargı sorunu uzlaşmayla çözülebildiği takdirde, siyasal sistemde önemli bir rahatlama sağlanacak ve diğer konuların daha serinkanlı, daha önyargısız şekilde tartışılmasına imkân verecek bir psikolojik ortam doğabilecektir. Elbette böyle bir uzlaşmanın kolay olacağı söylenemez; çünkü bu, AKP iktidarının 2012'den bu yana yargı alanında attığı olumsuz adımlardan geri dönmesini gerektirecektir. Gene de, diğer alternatiflere oranla, nispeten en gerçekçi yol bu görünmektedir.