Prof. Dr. Mehmet Fuat Beyazıt*
Türkiye’de ekonomi ile ilgilenen kamuoyu her veriyi takip ediyor ve biliyor. Örneğin 2020 yılının Eylül ayında ortalama dolar kurunun 7.5 TL civarında olduğunu ve buna rağmen yaklaşık 5 milyar dolarlık bir dış ticaret açığının gerçekleştiğini, sermaye girişlerinin ve de net hata ve noksanlar nedeni ile para girişlerinin azaldığını, turizm gelirlerinin son derece düşük seviyelerde gerçekleştiğini, Merkez Bankası rezervlerinin (-) olduğunu, 1 yıl içerisinde yaklaşık 180 milyar dolar seviyesinde bir dış borç geri ödemesi ile karşı karşıya olduğumuzu sözünü ettiğim kamuoyu gayet iyi biliyor.
Yani sözün özü, güncel ve yakın gelecekteki döviz talebinin döviz arzından bir hayli fazla olduğunu biliyoruz. Buna rağmen bizler döviz fiyatındaki artıştan öcü gibi korkuyoruz. İstiyoruz ki ucuz ucuz dövizlerimizi alalım, bunlarla son derece gelişmiş Alman, Amerikan, Japon arabaları, Fransız parfümleri, çantaları vs.vs. alalım, kendimize suni cennetler yaratıp burada yaşayalım. Hatta dövizimiz biterse o bizi yok etmek isteyen "emperyalistlerden" yüksek faizle bile olsa borç isteyelim, alalım ve isteyene dövizi ucuz fiyattan satalım. "Ama ara malı ve yatırım mallarını da ithal ediyoruz" dediğinizi duyar gibiyim.
Gayet tabii… Ara malı ve yatırım malını ucuz dövizle dışardan almak dururken neden üretim gibi meşakkatli ve eziyetli bir işe girişip de burada üretelim ki?
Şayet bağımlı değişken GSMH ile ithalat (döviz kuru) arasında çok basit doğrusal bir regresyon analizi yapılsa aradaki ilişkinin pozitif (negatif) eğimli bir doğru olacağını bütün iktisatçılar bilir. Dolayısıyla döviz kurunu düşük tuttukça ithalatı arttırıp yüksek büyüme oranlarına ulaşmak sadece bizde değil tüm gelişmekte olan ülkelerde uygulanan bir iktisat politikasıdır. Taa ki duvara toslayıncaya kadar… Aşağıdaki tabloda eski yıllara ait tosladığımız duvarları belirtmeye çalıştım. 1994 ve 2001 krizleri ise yakın geçmişe ait çok iyi bilinen iki olgu. Tabii geçmiş yıllar 1980’lere kadar sabit kur sisteminin uygulandığı yıllardı. Sistem tökezleyince ara ara devalüasyonların da yapılması söz konusu idi. Ancak 1959,1970 ve 1980 de sistemin büyük boyutlarda tıkandığı ve döviz kurunda ciddi sıçramaların gerçekleştiği görülüyor. Dikkat edilirse bu yıllar aynı zamanda askeri müdahalelerin de arifesine denk geliyor.
Tablo1: Seçilmiş dönemlere ait döviz kurları
Yıl Dolar Kuru (TL)
1950-1958 2.80
1959-1970 9.00
1970-1975 14.15-14.79
1975-1978 15.05-19.64
1979 35.70
1980 71.40
Bu tür iktisadi politikalar bir politik tercihi gösteriyor ve "stop-go" politikaları olarak adlandırılıyor. Yani ucuz döviz kuru ve genişleyici politikalarla önce potansiyel büyüme oranından daha büyük bir büyüme oranına ulaş, kitlelerin kendilerini refah içinde hissetmelerini sağla, yatırım hamleleri ile insanlarda etki uyandır, oy potansiyelini artır ve iktidarda kalmayı planla... Sistem tıkandığında, önce büyük oranda devalüasyon yaparak ve ilave olarak bazı reformlar yaparak, uluslararası ("emperyalist") kuruluşlardan yardım/borç al, bir süre sonra yeniden döviz kurunu göreli düşük fiyatına getir ve yatırım hamlelerine devam et vs. vs…
Tablodan görülen, Türkiye toplumunun zaten 1950’li yıllardan bu yana bu tür politikalara meyletmiş olduğu, destekçisi olduğu ve tarihi tekerrür ettirmiş olduğudur. Hem de kaç defa!
İşin enteresan yanı, IMF dahil yabancı finans/rating kuruluşları bile, ne amaçladıklarını bilemem ama bu politikaları desteklediler. En azından bu harcama çılgınlığı konusunda uyarıda bulunmadılar, suya batana kadar…
Şimdi gelelim gelmiş olduğumuz aşamada devalüasyonun ya da yükselen döviz kurunun faydalı mı zararlı mı olduğuna. Şayet bir devalüasyon döviz arz ve talebini eşitleyici mahiyette ise bunun bir ekonomi için sağlıklı olduğuna inananlardanım. Hatta çok borçlu ülkeler için dış ticaret fazlası verdiren bir döviz kuru da mümkündür.
Döviz arz ve talebini faiz silahını kullanarak eşitlemeye kalkarsak, yüksek döviz kurunun kaynak dağılımını düzeltici etkisini gözden kaçırmış oluruz. Her piyasanın dengesi kendine! Artan döviz kuru ile birlikte ithalat sektörüne akan kaynakların ihracata yöneldiğini ve arz talep dengesi korunduğu takdirde bunun ülke için uzun vadede istikrarlı bir büyüme sağlayacağını söyleyebiliriz. Bu dengeyi faiz mekanizması ile sağlamaya kalkarsak kaynaklar hem yön değiştirmemiş hem de atıl kalmış olacaktır.
Devalüasyonun olumlu etkisi ihraç ve ithal mallarının talep elastikiyetleri ile yakından ilişkili olup, bu elastikliklerin toplamı şayet 1'den büyük ise dış ticaret açığını kapatıcı yönde rol oynayacaktır (Marshall-Lerner koşulu). Türkiye’de bu her zaman istenen etkiyi sağlamıştır. Ayrıca gayet iyi biliyoruz ki ABD dahil her kıtaya teknoloji ürünleri satmaktayız. (İhracatçıların KDV iadesi eziyetlerine rağmen.)
Peki devalüasyon fiyat istikrarını bozmayacak mı? Evet, yüksek enflasyona neden olacak tabii ancak bu tasarruf yapmasını bilmeyen bir toplumun ödeyeceği bir bedeldir. Enflasyon ve devalüasyon zorunlu tasarrufumuzdur. Yapılan köprü yol vs. (aşırı) yatırımlar ve harcamalar iktisatçılara yatırım tasarruf dengesini de hatırlatmalıdır.
Cari işlemler dengesi, Con Ahmet’in devri daim makinesi benzeri gibi bütün dünyanın bize ilanihaye döviz borcu vermesi ile kapatılmamalıdır. Bu borcun maliyetinin AAA dereceli tahvillerin maliyetlerinin yaklaşık 5 - 6 kat fazlası olduğunu biliyoruz.
Aynı yapının ve anlayışın devam etmesi (şayet devam edebilirse) ciddi krizlerin ötelenerek yükün, gelecek kuşakların (siyasetçilerin) üzerine aktarılması anlamına gelecektir.
İstanbul Bilgi Üniversitesi
UBYO Bankacılık ve Finans Bölümü