Ruşen Çakır
(Vatan, 20 Haziran 2012)
PKK varken başka provokatöre ihtiyaç yok
Kılıçdaroğlu-Erdoğan buluşması, Leyla Zana’nın Hürriyet gazetesine, Murat Karayılan’ın Avni Özgürel’e verdikleri söyleşiler derken Kürt sorununun çözümü konusunda uzun bir aradan sonra yeniden umutlanır olmuştuk ki PKK yine karakol basıp askerleri şehit etti. Dolayısıyla barış ve çözüm isteyenlerin hevesleri bir kez daha kursaklarında kaldı. “Peki kim mutlu oldu?” diye sorulacak olursa hiç tereddütsüz, güvenlikçi politikalar dışındaki arayışların yeniden öne çıkması nedeniyle ne zamandır sesleri çıkmayan, ama Dağlıca saldırısının ardından yeniden “haklı çıktık” diye savaş çığlıkları atanları işaret etmek gerekir. Hiçbir haber ve analiz değeri olmayan bu türden savaş kışkırtıcılıklarına gazetemizin (Vatan) internet sayfasında geniş yer verildiğinin de altını çizelim.
'Hangi PKK?'
Bu tür olaylarda hep olduğu gibi son Dağlıca saldırısının ardından yapılan tahlillerde de yine “provokasyon” teorilerinin öne çıkıyor. Bu teorilere göre bazı PKK yöneticileri şu ya da bu iç ve/veya dış odakların gündeminde hareket edip hem barış sürecini sabote ediyor, hem de Türkiye’yi istikrarsızlaştırıyorlar. Bu bağlamda son dönemde öne çıkartılan isim Suriye kökenli Fehman Hüseyin (Dr. Bahoz Erdal). Hüseyin’in Ankara ile Şam’ın arasının iyice açılmasına paralel olarak bir süredir tamamen Başar Esad’ın denetiminde hareket ettiği iddiası yaygın kabul görüyor.
PKK acaba gerçekten çokbaşlı mı? Yani her terör eyleminin ardından “Hangi PKK?” diye sormak doğru mu? Bir taraf (örneğin Karayılan) barış için müzakere ederken diğer taraf (örneğin F. Hüseyin) bu süreci sabote etmek için elinden geleni mi yapıyor? Örneğin Karayılan’ın Özgürel’e söyledikleriyle Hüseyin’in Yeni Özgür Politika gazetesine verdiği söyleşiyi karşılaştırdığınızda sanki iki düşman örgütün yöneticileriymiş gibi bir izlenim edinebiliyorsunuz. Ve kendi kendinize “Acaba Karayılan ile Hüseyin o bildik ‘iyi polis-kötü polis’ numarasına mı başvuruyorlar?” diye soruyorsunuz.
Ama bu durum yanıltıcı. Çünkü fark örgüt içi görüş ayrılıklarından değil, esas olarak Karayılan’ın doğrudan Türk kamuoyuna, Hüseyin’in ise PKK’nın tabanına sesleniyor olmasından kaynaklanıyor. Nitekim Türk basınına hep yumuşak mesajlar veren Karayılan’ın örgütün yayın organlarına vermiş olduğu söyleşilerde yer yer Hüseyin’inkini andıran bir dil ve üslup kullandığını biliyoruz.
Ama bildiğimiz bir başka şey daha var: Devlet, belli bir süredir PKK içinde tercihini Karayılan’dan yana yapmış durumda; doğrudan ya da dolaylı olarak muhatap aldığı Karayılan’ın örgüt içinde daha güçlü bir konumda olmasını tercih ediyor. Bu durumun Karayılan için hem avantaj, hem de dezavantajları olduğu açık. Onun Özgürel’e “Sadece Başbakan Erdoğan değil ben de risk alıyorum” demesinin altını çizmek lazım.
Provokasyon değil
Sonuç olarak, her türlü iç ve dış odağın örgüte sızma, onu yönlendirme niyet ve çabalarını önemsemekle birlikte, son Dağlıca saldırısının PKK’nın genel stratejisi içinde, örgütün tamamını bağlayan bir eylem olduğu kanısındayım. Sorunun özünde, PKK’yı yönetenlerin, savaşın bu şekilde tırmanmasının barış sürecini hızlandıracağına ciddi olarak inanıyor olmaları var. Daha açıklayıcı olması için sık sık dile getirdiğim bir tespitimi tekrarlamak isterim: Eğer söz konusu olan PKK ise ayrıca bir provokatör aramaya gerek yoktur! Çünkü tarihine baktığımız zaman PKK’nın hep “tipik provokasyon” diyeceğimiz türden terör eylemleriyle yol almış olduğunu görürüz.
Üç muhtemel çözüm yolu
Peki bu kısır döngüden nasıl çıkacağız? İki yıl önce Şemdinli baskınının ardından kaleme aldığım yazıda silahlı çatışmanın sona ermesinin kabaca üç yolunun olduğunu yazmıştım:
“1- İlk adım devletten gelir. PKK’ya yönelik operasyonlar durdurulur ve çözüm arzusu dile getirilir. Mesela “genel af” çıkarılır. Bunun üzerine PKK da silahları bırakır.
2- Devlet ve PKK aynı anda çatışmaları sona erdirir.
3- PKK hiçbir şart koşmadan silah bırakır, bir süre sonra devlet de benzer bir adım atar.”
O tarihte ilk şıkkın hiçbir şekilde söz konusu olabileceğini düşünmüyordum. Zira bunların her ikisi de bir şekilde devletin pes ettiği anlamına gelirdi ki Türk devlet geleneğinde böyle bir örnek bildiğim kadarıyla yoktu.
İkinci şıkkın, yani her iki tarafın da aynı anda adım atmasının, ancak ciddi ön müzakereler sonucunda gerçekleşebileceği ortadaydı ve tıpkı önceki hükümetler gibi AKP iktidarının da PKK ile şu ya da bu şekilde masaya oturması mümkün gözükmüyordu. Ama durumun hiç de böyle olmadığını, MİT üzerinden örgütle sistemli bir şekilde görüşüldüğünü öğrendik. Dolayısıyla ilk adımın PKK’dan gelmesi halinde hükümetin de nerdeyse eşzamanlı bir şekilde askeri operasyonları durdurmasının pekala ihtimal dahilinde olduğunu düşünebiliriz.
Özetle çatışmaların durması için “ateşkes”, “eylemsizlik” gibi inandırıcılığı kalmamış yöntemler yerine PKK’nın silah bırakması ilk ve olmazsa olmaz bir şarttır. İmkanı olan herkesin PKK’ya artık silahla hiçbir yere varamayacağını anlatması gerekir.