Gündem

Persona grata: Sabah’ın -ve Yavuz Baydar’ın- bir haftası

Türkiye’nin merkez gazetelerinden Sabah’ın Kasım 2004’ten beri okur temsilciliğini yürüten Baydar ne zaman kovulması gereken bir isim haline geldi?

05 Ağustos 2013 16:07

 

Gökhan Tan

(Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Görevlisi)

T24 tarafından duyurulduğu üzere Sabah okur temsilcisi (ombudsman) Yavuz Baydar’ın işine, gazete yönetimi tarafından 23 Temmuz’da son verildi. Böylece, Gezi sürecini açıkça küçümseyen ya da görmezden gelen Sabah gazetesinin okur temsilcisi de Gezi mağduru gazeteciler arasında yer buldu.

Baydar’ın kovulması, gazeteciyi ve gazeteciliği susturma çabasının bir parçası. Bu nedenle “ama”sız kınanması gereken bir durum. Bu yazının konusu olan soru ise başka: Türkiye’nin merkez gazetelerinden Sabah’ın Kasım 2004’ten beri okur temsilciliğini yürüten Baydar ne zaman kovulması gereken bir isim haline geldi?

 

Sürtüşme eşiği



Baydar bu sorunun cevabını bizzat verdi aslında. Gerek 24 Temmuz’da T24’ten Hazal Özvarış’ın sorularını yanıtladığı “Erdal Şafak, ahlak dışı yazısıyla Sabah’ın itibarını beş paralık etti” başlıklı söyleşide ve gerek 25 Temmuz’da Beyrut merkezli haber sitesi Al-Monitor’da kaleme aldığı “Sabah ombdusmanını nasıl kovdu” başlıklı yazısında. “Mayıs ayının başlarıydı” dedi Baydar. Araştırma şirketi KONDA’nın Sabah’ın manşet haberine yaptığı itirazı ele alması nedeniyle, yazısını değiştirmesi yönünde baskıya maruz kaldığını söyledi. Baydar tarihini tam olarak hatırlamadığı bu olayı “O zamana dek yaşanan en ciddi sürtüşme eşiğiydi bu” diye tanımladı.

İngiltere’de yayınlanan Guardian gazetesinde 29 Temmuz’da yayınlanan “İşten atılmam sadece gazeteciliğe değil, Türkiye demokrasisine de bir saldırı” başlıklı yazısında ise gazeteyle “sürtüşme” kişisel tarihini biraz daha, iki yıl kadar geriye çekti. “Bilhassa 2011 genel seçimlerinden sonra gazetedeki profesyonel standardın düşmeye başladığını ve haberlerin Erdoğan yanlısı olarak algılandığını” ifade etti. Kendisine ulaşan eleştirileri sayfasına taşımasının gazete yönetimi tarafından önce ilgisizce, ama son zamanlarda (more recently) öfkeyle karşılandığını söyledi. Sanırım “more recently” olarak andığı zaman da Mayıs ayına denk geliyor. 

Belli ki, Baydar, işini yapabilmek için Sabah yönetimiyle daha önce de sürtüşme yaşamış. Ama ne Baydar'ın sorumluluğundaki Okur Temsilcisi sayfasında ne de Sabah'ın diğer sayfalarında bu sürtüşmeye dair bir emare görebiliyoruz. Kaldı ki, Baydar 10 yıldır çalıştığı ve bence son yıllarında haberlerini neredeyse Erdoğan’ın “yayın yönetmenliğine” havale eden gazeteyle “en ciddi sürtüşme eşiğini” işten atılmadan iki ay önce yaşadıysa bunun nedeni Sabah yönetimi değil, ancak o yönetime gösterdiği uyum, sürtüşmeden ya da sürtüşerek de olsa sürdürülebilir bir çalışma ortamı bulması olabilir.

 

Sabah’ın bir haftası

 

Baydar’ın tutumumun da en az Sabah yönetiminin gazetecilik anlayışı kadar sorunlu olduğunu, okur temsilcisi olarak eski gazetesinde ne yaptığını/yapmadığını -Baydar’a göre “en ciddi sürtüşme eşiğinin” henüz yaşanmadığı- Sabah’ın bir haftalık yayınından (10-17 Eylül 2012) örneklerle anlatmaya çalışacağım.

Sabah’ın yakın tarihinde daha çok ve daha önemli örnekler de var. Onlara değinmeden, analizimi sadece bu haftayla ve sadece ön sayfada yer verilen haberlerle sınırlı tutacağım.

Neden bu hafta? 10-17 Eylül 2012 özellikle seçilmiş bir zaman dilimi değil, tesadüf. Tesadüfün nedeni ise 10 Eylül 2012’de Sabah’ın ön sayfasında “özel haber” logosuyla yer alan “Dayakçı eşe BDP kalkanı” başlıklı haber. Bu haber daha o sabah BDP tarafından yalanlandı. (Fırat Haber Ajansı [ANF], 10 Eylül 2012, saat: 11:35) Bu yalanlama nedeniyle, baştan sona sorunlu, tek taraflı ve ayrıca nefret diliyle kaleme alınmış bu haberin akıbetini merak edip gazeteyi takip etmeye başladım. 

 

10 Eylül: 'Dayakçı eşe BDP kalkanı'



Bu haberin spotunu aktarıyorum: “BDP’lilerin Özgür Gündem yazarı Hayri Koç’la evlendirdiği Y.G. kocası tarafından feci şekilde dövüldü. BDP’li yöneticilerin ‘Şikâyetçi olma. Partimiz ve gazete zarar görür’ baskısına rağmen darp raporu alıp savcılığa başvuran Y.G. ‘BDP yöneticileri susmamı istedi.

Yine ön sayfada kullanılan, çiftin Sebahat Tuncel’le beraber çektirdiği düğün fotoğrafının üzerinde ise şu yazıyordu: “Hayri Tunç’la 10 yaş küçük gelinin düğününde BDP’li Sebahat Tuncel baş konuktu.

Haberdeki iddialar hakkında yorum yapamayız. Ancak, haber baştan sona tek tarafı gözeten, üstelik olayla ilgisinin ne olduğunu bilemediğimiz başka insan ve kurumları da itam eden şekilde kurgulanmıştı. Özel İstihbarat muhabiri Nazif Karaman, haber kaynağı sayesinde çiftin özel hayatının hemen her detayına vakıf olabilmişti! Evlilik doğal olarak iki insanın, bir çiftin arasındaydı ama muhabir, o çiftin sadece tekine, kadın tarafı Y.G.’ye “söz hakkı” tanımıştı. (Hayri Koç’un ismi açıkça neşredilirken Y.G.’nin kimliğinin gizlenmesi de bir başka soru: Acaba Y.G. 18 yaşından küçük müydü? Ya da cinsel suç mağduru muydu? Haberde bu soruların cevabı gibi gerçekte kadının isminin Y.G. şeklinde yazılmasını gerektirecek yasal bir zorunluluk da yok.) Hayri Koç gibi, bu evliliğe aracı olduğu ve Y.G. üzerinde baskı kurduğu iddia edilen BDP’lilerden de kimsenin görüşüne başvurulmamış. Buna rağmen BDP’li milletvekili Sebahat Tuncel, ayrıca Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir gibi isimler, bir kadına uygulandığı iddia edilen şiddeti onaylar/hasıraltı eder gibi yansıtılıyor.

Özetle haber, Sabah’ta son yıllarda görmeye çok alıştığımız, yargı ya da emniyet çalışanları kaynaklı olabilecek “servis” kokuyordu. Nitekim BDP Kadın Meclisi, haberi o sabah yalanladı. Kadın Meclisi Sabah’ı özür dilemeye ve haberi düzeltmeye davet etti. BDP’lileri ve Sebahat Tuncel’i aradım. BDP’nin gazeteye tekzip de gönderdiğini öğrendim. (Bu tekzip yayınlanmadı. BDP daha sonra Sabah’a bu haber için dava da açacaktı.)
 


Okur Temsilcisi sayfası

 

Her neyse, Kürt siyasetçilerini itibarsızlaştırmaya yönelik haberlerine alışık olduğum gazetenin okur temsilcisinin o gün gazetede ne yazdığını merak ettim. Yavuz Baydar, sayfasının yayın gününe uygun olarak Sabah’ın geçen bir hafta boyunca yayınladığı habere gelen eleştiriler üzerine yazmış olmalıydı. Kendine ait yarım sayfada Baydar, Sabah’ın geçen bir haftasına bir paragraf (10 satır), yani yazısının yaklaşık 20’de birini ayırmıştı. Buna göre o hafta (2-9 Eylül 2012) gazeteye gelen eleştiriler 2 Eylül’de yayınlanan “Beytüşşebap saldırısı” haberiyle ilgiliydi. Okur temsilcisi “Doğru yol, ilkelerde” başlıklı yazısının geri kalanında da bu gerekçeyle, “terör haberi” yayıncılığı konusunda Türkiye’de ve dünyadaki yayıncılık ilkelerine yer vermeyi tercih etmişti.

Dayakçı eşe BDP kalkanı” haberinin yayınlandığı gün Baydar’ın sayfasında Annabel McGoldrick ve Jake Lynch’in “Barış gazeteciliği” çalışmasından “bizim medyaya yardımcı olabilecek” notlar aktarmasını ise trajikomik bulmuştum: “Sadece bir tarafın insan hakları ihlalleri ve kötülüklerine odaklanmaktan kaçınmalıyız. Bütün tarafların iddialarına aynı ciddiyetle yaklaşmalıyız” diye başlıyordu çünkü. 10 Eylül tarihli gazetenin ön sayfasındaki haber ve okur temsilcisi sayfası “pişti olmuştu.” “Barış gazeteciliği” savaş durumlarında gazetecilere yardımcı olmak için yapılmış bir çalışmaydı. Ama Sabah da Kürt hareketi ve siyasetiyle adeta “savaşıyordu.”

İşte bu merakla Sabah’ın bir haftasını takip etmek ve Baydar’ın 17 Eylül 2012 tarihli yazısında, kendisine ulaşan hangi eleştirilere yer vereceğini görmek istedim. Örneğini verdiğim o haberde Baydar’ın gözetmesi gereken bu kadar çok evrensel etik/ilke çiğneniyorsa, diğer haberler ne durumdaydı? Olası sorunlar okur temsilcisinin sayfasına yansıyacak mıydı? 

Bir hafta Sabah okudum. Bir şey daha yaptım: Baydar’a bu konularda bir eleştiri ulaşıp ulaşamayacağını bilemeyeceğim için, kendimce sorunlu gördüğüm haberlerle ilgili sayfasında verdiği adrese e-posta mesajı gönderdim.

Baydar’ın, yaptığı işe bağlı olarak böyle bir haberi nasıl değerlendirmesi gerektiğini, kendi görüş ve yazılarını referans alarak aktaracağım. Ama önce 10-17 Eylül 2012 haftasını tamamlayalım.



11 Eylül: 'Tuğluk’un 3 bin liralık çantası'

 

Sabah 11 Eylül’de “66 aylıklar çabuk ısındı” manşetiyle yayınlandı. Haber spotunda “4+4+4’lü eğitim sisteminde ilk ders zili, mini mini 1’ler için çaldı. Bazı okullardaki fiziksel sorunlar dışında önemli bir sorun yaşanmadı” deniyordu. (Bu manşetle ilgili eleştiriler Baydar’ın, aşağıda linkini vereceğim yazısında mevcut.)

Yine ön sayfada “Tuğluk’un 3 bin liralık çantası” başlıklı haber yer aldı: “KCK davasında bağımsız milletvekili Tuğluk’un 3 bin liralık Louis Vuitton marka çantası dikkat çekti. Firma yetkilileri çantanın Türkiye’de satılmadığını belirtti.” Gazete orijinal çantanın fiyatını ve nerede satıldığını firmadan öğrenmiş ve boy boy fotoğraflarını çektiği Aysel Tuğluk’a sormamıştı. Tuğluk basın özgürlüğünü ilgilendiren bir davada çantasının haber konusu yapılmasını eleştirdi, çantasının imitasyon ve 60 TL değerinde olduğunu açıkladı. Bu açıklaması 12 Eylül’de Sabah’ta iç sayfada yayınlandı.

 

11 Eylül: 'Esad’ın bombaları cami bile tanımıyor'

 

11 Eylül’de ön sayfada yer alan bir başka haber “Esad’ın bombaları cami bile tanımıyor” başlığını taşıyordu: “Suriye’de ordu birliklerinin çeşitli kentlerde muhaliflere yönelik ağır silahlarla düzenlediği operasyonlarda 128 kişi öldü. Humus yakınlarındaki Hula’da devam eden ağır bombardımandan camiler de nasibini aldı.” Haberde kaynak belirtilmemişti ve imzasızdı.

Kaynak belirtmek haberciliğin temelidir. Okur Temsilcisi sayfasında 1 Mart 2010’da, elbette Baydar’ın imzasıyla yayınlanan, “Kaynak belirtmek esastır” başlıklı yazıyı buldum. Baydar’a göre “Habercilikte kaynak gösterimi ve başkalarının emeğine saygı konusunda hem hukuksal, hem de ahlaki birer boyut” vardı. Buna göre başkalarından yapılan alıntılarda mutlaka kaynağın belirtilmesi, ayrıca o “iş”te imzası bulunanların kimliklerinin vurgulanması gerekirdi.

“Esad’ın bombaları cami bile tanımıyor” haberinde ne kaynak, ne imza ne de Baydar’ın sözünü ettiği hukuksal ve ahlaki iki boyut vardı. Öyle ise bu haber gerçek bile olmayabilirdi. Oysa dünyada o günlerde Suriye hakkında, Sabah’tan çok daha farklı haberler yayınlanıyor ve konuşuluyordu. Örneğin iki gün sonra İngiliz gazetesi Times, Suriye'deki isyancı gruplardan biri olan Müslüman Kardeşler'in, Türkiye'deki bağlantıları sayesinde muhaliflere gönderilen silahlara el koyarak güç kazandığını yazıyordu. Haberde de imzası bulunan Sheera Frenkel, Müslüman Kardeşler'in Türkiye’deki İnsani Yardım Vakfı'ndan (İHH) yardım aldığını belirtiliyordu. Frenkel, “Suriye'ye Türkiye'den gönderilen silahlar paylaşılamıyor” başlıklı haberini, isimlerini verdiği tanıklara dayandırmıştı.

 

12 Eylül: 'Esad, camilerden sonra hastane ve okulları da vurdu'

 

“Esad hastane ve okul vurdu” başlıklı haber ön sayfadan duyuruldu: “Esad güçleri, camilerden sonra Halep’te hastaneleri ve Türkmenler’in okullarını da vurdu.” Yine kaynak ve imza yoktu.

Haber metninde değil, ancak 28. sayfadaki fotoğrafın altında Suriye İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün (SHRW) adı “SHRW, ordu birliklerinin pazartesi günkü operasyonlarında 60’ı Şam’da olmak üzere 7 kentte toplam 128 kişinin, dünkü operasyonlarında ise 47 kişinin öldüğünü açıkladı” bilgisiyle yer alıyor.

Buna göre 11 Eylül tarihli haberde yer alan 128 ölü bilgisinin kaynağı da SHWR olabilirdi. Ama buradan bile anlaşılabileceği gibi SHWR, operasyonda ölenlerin sayısını veriyordu; kim tarafından öldürüldüğünü değil.

Bu iki örnekte görülebileceği Sabah’ın Suriye haberlerini ele alışı, gazeteciliğin temel varlık nedeniyle çelişiyor ve ülkedeki gerçek durumu bilmeye ve anlamaya hizmet etmiyordu. Yukarıda bahsettiğim, Baydar’ın sayfasında yer verdiği Annabel McGoldrick ve Jake Lynch’in “Barış gazeteciliği” çalışması tam da Sabah’taki durumun yaşanmaması için yapılmıştı. Bu çalışmadan bahsederken gazetesindeki somut örnekleri görmedi, göstermedi. Baydar bu örneklere yer verebilse, Mayıs 2013’te yaşadığını söylediği “sürtüşme eşiğini” de en az 10 ay erkene alabilirdi. Zamanlama adına bunu tercih etmediğini düşünebiliriz.

 

13 Eylül: 'KCK davası hâkiminden tokat gibi tespit'

 

Sürmanşette “Azınlık değil kurucu ortaksınız” haberi. Alt başlığı: “KCK Davası hâkiminden tokat gibi tespit.” Spot: “KCK davasında sanıkların Kürtçe savunma talepleri, ‘Lozan Antlaşması’na göre Kürtler azınlık değildir’ gerekçesiyle reddedildi.”

24. sayfada devam eden haber, İstanbul KCK davasına bakan 15. Ağır Ceza Mahkemesi’nin, sanıkların anadilde savunma hakkını reddeden kararını aktarıyordu. Görünürde haberin içeriğinde bir sorun yoktu. Sorun alt başlıktaki “tokat gibi” nitelemesiyle başlayan sunumdaydı. Ayrıca, habere imza atan muhabirler ve onu yayına hazırlayan editörler belki bilmiyordu ama hukukçulara göre anadilde savunma hakkını yasaklayan bir kanun yoktu. Sorun, yargının aynı konuda farklı uygulamalara imza atmasıydı. Örneğin, Sabah’a göre anadilde savunmanın Lozan’a aykırı olduğunu “tokat gibi tespit” eden 15. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Ali Alçık, daha önce sulh mahkemesi hâkimi olarak görev yaptığı dönemde Türkçe de bilen yayıncı Mehdi Tanrıkulu'na Kürtçe tercüman sağlamıştı. Bu durumda Sabah’ın nefret söylemiyle değerlendirildiğinde hâkim Ali Alçık, sanığa Kürtçe tercüman sağlarken tokat mı yemişti?

 

14 Eylül: 'Erdoğan BDP’li milletvekillerinin tehdidini yanıtladı'

 

Gazete, “BDP’liler ancak sine-i PKK’ya döner” manşetiyle yayınlandı. Spot, “BDP’li milletvekillerinin ‘Dokunulmazlıklarımız kaldırılırsa biz de sine-i millete döneriz’ tehdidini Başbakan Erdoğan işte böyle yanıtladı” şeklindeydi.

Haberin devamına hiç girmiyorum. Fakat şu bir haftalık örnekleme bakarak bile Sabah’ın Erdoğan hükümetinin sözcüsü bir yayın olma çabası gösterdiğini söylemek mümkün. Gazete yayın politikasını bu yönde çizmiş olabilir. Bu tercihinizi açıkça ifade ettiğiniz sürece okuyucuya atılmış bir kazık olduğunu düşünmüyorum. Dikkat çekmek istediğim şey, yaklaşık altı ay sonra Erdoğan hükümeti tarafından başlatılacak “çözüm süreci” ile, “militan gazetecilik” olarak isimlendirebileceğimiz çabanın ürünü olan bu türde manşet ve haberlerin bıçak gibi kesilecek olduğu. Nitekim Baydar T24’e verdiği söyleşide bu çabayı “Sabah'ın genlerine aykırı partizan habercilik” olarak nitelendirecekti. Yani yaklaşık 10 ay sonra.

Tabii ki Baydar gazetenin manşetine karar veren yayın yönetmeni koltuğunda değil. Ama bu başlıkta örneğini verdiğim türde haberlerin eleştirilerine daha çok yer verebilse,  T24’e söylediği “gazetenin imajını, okur güvenini ve kurum içi profesyonel habercilik şevkini kaçırmasını” engelleyebilir, hem de ombudsmanlığın gereğini yerine getirmiş olurdu. 10 Eylül tarihli yazısında söylediği “haberciliğe veya otoriteye sadakat” konusunda gazetesini uyarabilir, okur güvenini kazanmasına aracı olabilirdi.

 

Baydar’ın bir haftası



17 Eylül 2012 tarihli sayfasında Baydar, bir önceki haftanın Sabah’ına dair dört eleştiriye yer verdi:

1) “66 aylıklar çabuk ısındı” manşetine ve haber içeriğiyle gelen eleştiriler,
2) Sabah’ın, TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner’in 14 Eylül’de yaptığı konuşmaya neredeyse hiç yer vermemesi eleştirisi,
3) Ekonomi sayfasında borsa verilerinin düzenli yayınlanmadığı eleştirisi,
4) Yine ekonomi sayfasındaki bir özel eğitim kurumuyla ilgili haberin, “kurum propaganda bülteni” algısı yarattığı eleştirisi.

Okur temsilcisinin yer verdiği bu eleştirilerin hepsi önemliydi elbette. Gelgelelim yayınlanan eleştirilere göre, Sabah’ın yaklaşık 400 bin okuyucusu ve ben, sadece tek bir haberde (10 Eylül’deki “66 aylıklar çabuk ısındı”) ortak rahatsızlığı duymuştuk. Peki yukarıda sıraladığım ve sayfada yer bulamayan diğerleri için Sabah okuru herhangi bir eleştiride bulunmamış mıydı?  

Tekzip gönderen BDP’yi saymazsak, en azından bir kişinin bulunduğunu biliyorum. Çünkü o kişi bendim. Baydar gerçekten işini söylediği gibi yapmaya çalıştıysa bu e-posta mesajlarını görmüş olmalıydı. Dilerse kendisine tekrar gönderebilirim.

Örneklem olarak seçtiğim haftadaki haberlerin her biri gerçeklik, doğrulatma, tarafsız ve adil yayıncılık, dezenformasyon, etnik ayrımcılık, nefret söyleminden uzak durma ve masumiyet karinesi gibi birden fazla ilkeyi çiğnediği gerekçesiyle sorgulanmaya muhtaç.

Okuyucu, hakkı olan bu sorgulamayı yapıyorsa -ki yaptığını varsaymamız gerekir- okur temsilcisinin de işini yaparak bu hakkı sayfasına yansıtması beklenir. Diğer taraftan, bir okur temsilcisinin gazetesindeki sorunlu haberlerin hepsine değinmesini beklemek de gerçekçi değil. Bu durum en azından teknik olarak (yer ve zaman sorunu, vs) mümkün değil. Hele de bu gazetenin haberlerinin önemli bir bölümünde benzer sorunlarla karşılaşma ihtimali hiç de az değilken. Ama “kurum propaganda bülteni” yayınlama ya da TÜSİAD Başkanı’nın konuşmasının gazetede yer almaması gibi eleştiriler yayınlanırken, içeriğinde ve dilinde temel insan haklarıyla ilgili sorunlar olan haberlerin de, en azından bir bölümünün sayfada yer bulabilmesi umulur. Aksi, okuru temsil eden bağımsız gazeteciyi de gazetenin haberlerinden sorumlu kılar.
 


İçeriğe 'dış' müdahale

 

Baydar’ın Al Monitor’da Sabah’taki görevini yapış şekline dair söylediği belki de en önemli şey şu: “…her zaman olduğu gibi yazı içeriğine dış müdahale olamadı.” Okur temsilcisi, “en ciddi sürtüşme eşiği” olarak nitelendirdiği olaya neden olan haber için söylüyor bunu. İşine karışılmadığını, sayfasının içeriğine ve seçtiği konulara kendisinin karar verdiğini mi ifade etmek istiyor Baydar?

Muğlak ifadeye rağmen böyle olduğunu varsayalım ve örnek haftamızdan soralım: “Tuğluk’un 3 bin liralık çantası” başlıklı haber, o haftanın Türkiye’de en çok konuşulan, yazılan haberleri arasında yer bulmuşken, okuyucu temsilcisi bunu kendi iradesiyle mi sayfasına almadı?



Sabah’ın okur kitlesi: Türk, Kürt, Alevi, laik, kentli, vs
 


Okur temsilcisi Al-Monitor'da meramını anlatırken Sabah yöneticilerine “Bu gazetenin Türk, Kürt, Alevi, dindar, laik, kentli, taşralı, genç, yaşlı çok çeşitli bir okur kitlesi var. Böyle bir gazete hiçbir zaman partizanlığı kaldırmaz, iktidar güdümünde çarpıtılmış habercilik bu okura ters teper” dediğini aktarıyor.

Suçu ya da olaya müdahalesi ispatlanmadığı halde Sabah tarafından hükmü verilen "dayakçı eş" ya da "ona kalkan olan BDP'liler" bu grupların hiçbirine uymuyor mu? (10 Eylül haberi) Peki 13 Eylül’deki “Azınlık değil kurucu ortaksınız” haberinin alt başlığındaki tokat kimeydi? Anadilde savunma hakkını savunan KCK sanığı Kürtler’e mi? Hatta ülkesindeki tüm ölümlerin sorumlusu olarak gösterilen Suriye’nin -Alevi- cumhurbaşkanı Beşar Esat’ın bile kaynağı belirtilmeyen ithamlar karşısında hiç hakkı yok muydu? (11 ve 12 Eylül haberleri)

Merak edenlere, yukarıda sıraladığım sorunlu haberlerle ilgili herhangi bir eleştirinin bir hafta sonraki (24 Eylül 2012) Okur Temsilcisi sayfasında da yer almadığı bilgisini vereyim.

Söylediğim gibi, “yazı içeriğine dışarıdan müdahale olamadığı” ifadesi bizi kesin bir yargıya götürmüyor. Baydar bu kapalı ifadeyle, yazılarına başka kimsenin doğrudan müdahale etmediğini; gelen uyarıyla bu işi bizzat kendisinin yaptığını da kast ediyor olabilir. Nitekim, kendisini savunurken bile tarihini hatırlayamadığı, “Galiba o ayın [Mayıs] ilk pazartesi günü” diye andığı tarih 6 Mayıs değil, 13 Mayıs 2012. O günkü Okur Temsilcisi sayfasında KONDA’nın, kendi araştırmasıyla ilgili yaptığı itiraz ve açıklama yer alıyor. Yazı bu haliyle “dışarıdan” müdahale edilmiş izlenimi uyandırmıyor. Ama yine eklemekte fayda var ki, okur temsilcisinin geçen haftayla ilgili sayfasında yer verdiği tek konu başlığı bu.

(13 Mayıs 2012 tarihli sayfayı incelerken bir şey daha dikkatimi çekti. Baydar bu ve müdahale edilmediğini söylediği tüm yazılarında Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kısaltmasını AK Parti olarak kullanıyormuş. Şimdi, yabancı yayınlardaki yazılarında, eğer editoryal bir müdahale söz konusu değilse AKP kısaltmasını tercih ediyor.)

 

Persona non grata: İstenmeyen adam

 

Baydar Al-Monitor’daki yazısında okur temsilciliğini şöyle tarif ediyor: “Ombudsman dünyanın her yerinde zor bir iş yapar, okurla gazete arasında sıkışır ve kurum içinde persona non grata [istenmeyen adam] gibidir. İşin doğasıdır.”

Her şeyden önce dünyanın her yerinde, örneğin Baydar’ın da zaman zaman yazdığı ve ismini hemen sıralayabileceğimiz saygın gazetelerde okur temsilcilerinin kendilerini böyle tanımlayacağından hiç emin değilim. Çünkü ilkeli, yaptığı işe saygılı bir gazetenin istemediği değil istediği adamdır ombudsman.

Ama Baydar bir konuda haklı: Okur temsilcisinin bir gazetede “istenmeyen adam” ya da “istenen adam” olması arasındaki fark o gazetenin, gazete ya da gazete olmayan bir şey olması arasındaki farkı da gösterir. Baydar’ın aynı yazıdaki bir başka ifadesiyle okur temsilcisi, “halka güven verici bir haberciliğe kavuşma çabasının” göstergelerinden biridir.

Ama bu durum okur temsilcisinin performansıyla da ilgili değil midir? Gazete, olası eksikleri ve hatalarıyla, durduğu taraf nedeniyle görmekte zorlandıklarıyla okuyucu önünde yüzleşmek istiyorsa, tüm bunları görünür kılacak aracıya, yani okur temsilcisine ihtiyaç duymaz mı? Cevap “evet” olmalı. Ama o okur temsilcisi bu saydıklarımı görünür kılmak için çalışırsa. İşini yaparsa.
 


İstenen adam

 

Baydar, -Milliyet’teki dört yıllık görevini de katarak- “14 yıl boyunca Türkiye'nin çürüklerle kaplı, derin problemlerle boğuşan, mesleki icraatı yasal cenderenin altında kalmış medyasının halka güven verici bir haberciliğe kavuşması için kendi kapasitem yettiğince çaba sarf ettim” diyor.

Sabah’ın ve Baydar’ın sadece bir haftasına değindiğim performansı, gazetenin “halka güven verici bir haberciliğe kavuşma çabasına” duyulacak şüphe için yeterli. İyi niyetli düşünmek için Baydar’ın “kapasitem yettiği kadar çabaladım” demesi de mazeret oluşturmuyor. Çünkü kapasitesinin yetmiyor olması bile o haberlerin yarattığı mağduriyetleri gidermiyor. Gazetede çalıştığı 10 yılın son iki ayını saymazsak, Baydar’ın bu Sabah için bir persona grata (istenen adam) olduğunu söyleyebiliriz.

 

Gezi 'kahramanlığı'

 

Yazının sonunda Baydar’ın Gezi sürecinde Sabah’tan çıkarılması hakkında da bir iki şey söylemek istiyorum.

Sabah’taki işini bu süreçte kaybeden Baydar böylece zamanlama itibarıyla “Gezi kahramanları” arasında yer buldu. Zamanlama konusuna aşağıda değineceğim. Ama Gezi sürecinde Baydar’ın işine ve gazetecilik mesleğine duyarlılığının yükseldiğine inanmıyorum. Aksine, sokaktaki sesin artması nedeniyle iktidarın korku eşiğinin yükseldiğini ve buna bağlı olarak tahammül eşiğinin düştüğünü düşünüyorum. Aynı şey bu iktidarın sözcülüğünü üstlenme çabasındaki Sabah için de geçerli.

Baydar’ın Gezi sürecinde çeşitli nedenlerle işinden olan basın mensuplarından ise iki farkı var:

Öncelikle Baydar işsiz kalmadı. Sadece Sabah’tan çıkarıldı. Aynı dönemde ekmeğinden ve belki de mesleğinden olan onlarca gazetecinin aksine, Gezi sürecinde eleştiri menziline bile girmeyen Today’s Zaman’da (TZ) yazmaya devam ediyor. Vikipedi’de hâlâ TV 24’te “Açık Görüş” programını yaptığı yazıyor, ama bu doğru değil. TVNET’teki “Açık Medya” programı ise internetteki kayıtlara göre Şubat’ta sona erdi. TRT Haber’de dahil olmak üzere ulusal ve uluslararası kanallarda yorum yapmaya devam ediyor. Ulusal ve uluslararası medya kuruluşlarında yöneticilik ve üyelikleri de devam ediyor. Bu durumda hâlâ kendini ifade etme ve sanırım ekmeğini gazetecilik mesleğinden kazanma şansı var. 
 

Zamanlama
 


İlkine de bağlı olan ikinci fark ise şu: Gezi sürecinde kovulan (istifa edenler değil) kimi gazeteciler “kimseye kırgın değilim” minvalinde kısa açıklamalarla yetindi. İşten çıkarıldıkları gazete yöneticilerince değil, çoğu kez insan kaynakları tarafından kendilerine bildirilen bu insanlar, hâlâ bu medyada iş bulmayı umdukları, belki de başka çareleri olmadığı için bu yola gittiler. “Eşeğini sağlam kazığa bağlamış” birer gazeteci olabilseydiler, yani sektördeki varlıkları garanti altında olsaydı, farklı bir tavır koyabilirlerdi. 

Baydar ise hali hazırda yazdığı, yazabileceği ve böylelikle meramını anlatabileceği çok daha fazla enstrüman sahibiydi. Bu elbette kişisel başarısıdır. Nitekim işten çıkarılma sonrasında olduğu gibi öncesinde de, kendi “kahramanlığının” halkla ilişkilerini, uluslararası medyada bizzat kendisi yürüttü. Bence bu “PR” çalışmasının ilk adımı New York Times’da 19 Haziran’da yayınlanan  “Türkiye’de Medya Patronları Demokrasinin Altını Oyuyorlar” başlıklı yazısıydı. (Gazetenin sürekli okuyucusu değilim ama gazeteciler.com’a göre NYT tarihinde bir yazı ilk kez aynı anda Türkçe de yayınlandı. Önemli bir başarı daha.) Baydar bu yazıda işvereni Sabah ve Turkuvaz Medya Grubu’nun sahibi Çalık Holding’ten ve yazarı olduğu TZ’nin sahibi Gülen cemaatinden zerre bahsetmedi. Ama işten çıkarılırken gerekçe olarak önüne bu yazı kondu. Baydar yazısının sonucunun nereye varabileceğini tahmin edebilecek kadar Türkiye medyası deneyimi sahibi. Başka bir deyişle doğru bir zamanlamayı kestirebilecek birikime sahip. Nedeni ne olursa olsun, kolundaki onca bileziğin yanında şimdi bir de “Gezi Nişanı” sahibi.

Yavuz Baydar’ın Al-Monitor’de Sabah Medya Grup Başkanı ve yayın koordinatörüne söylediğini aktardığı gibi “En önemli mesele kaliteli gazetecilik ise…” bu yazı da sonsuza dek uzayabilir. Çünkü okur temsilcisi, Gezi sürecinde işten atıldığı gazetesinde “sürtüşme eşiğinin” geçildiği sadece son iki ay değil, yaklaşık 10 yıl çalışmıştı. Ben yalnızca bir haftasını, en özet haliyle incelemeye çalıştım.