Cumhuriyet yazarı Nuray Mert, TSK'daki cunta yapılanması tarafından düzenlenen darbe girişimiyle ilgili olarak, "Bu kesimin, Fethullahçılara ilişkin tutumu, tüm İslamcı-muhafazakâr kesime dair tutumundan farklı değildi. Tam da bu nedenle aynı sosyolojik tabandan gelen pek çoklarının bir kısmının, hatta aynı aileye mensup bazılarının, AK Parti, diğerinin Fethullahçı çevreye dahil olması tesadüf değil. AK Parti’nin Fethullahçılar ile tarihi ittifakı da, aslında bu temele oturuyordu. Kısacası, kimse Fethullahçıları lanetleyerek arınmaya çalışmasın; “Neden Fethullahçı olunur”, “Onlar mı devleti kullandı, devlet denilen aygıt mı onları kullandı?”, “Soğuk Savaş döneminde ve en çok 12 Eylül rejiminde neden önleri açıldı?” diye derin derin düşünsün ki, benzeri felaketler, kırılmalar yaşanmasın" dedi.
Nuray Mert'in, "Demokrasi nöbeti" başlığıyla yayımlanan (25 Temmuz 2016) yazısı şöyle:
“Şer bildiklerimizde hayır vardır”, umalım 15 Temmuz darbe girişimi de böylesi bir tecelli olsun. Asıl sınav bundan sonra başlıyor; bu musibetten demokratikleşme ve toplumsal barış istikametinde ders çıkarılmazsa, bu ülkenin sahiden sonu gelir. O halde, başta iktidar olmak üzere hepimiz “demokrasi nöbeti”ne vargücümüzle omuz vermeliyiz.
Açık konuşalım; “demokrasi ve toplumsal barış”ın değerini tam anlamıyla kavrayamamış bir toplumuz, bu ülkenin laikleri de İslamcıları da, solcuları da, sağcıları da, demokrasiyi kendi “toplumsal-siyasal mühendislik” anlayışlarına uyduğu ölçüde benimsemiş, gerisini fantezi saymıştır. Laikler demokrasiyi Batılılaşmanın, İslamcı ve muhafazakârlar ise, laikliği yıpratmanın, laikleri dövmenin aracı saydı. Oysa demokrasi dediğimiz, bir toplumun kavgasız, dövüşsüz, dayatmasız bir arada yaşamasının yöntemini aramaktan başka bir şey değildir. Özgürlükler ve farklılıklara saygı bu yöntemin ana eksenidir, zira başkasının özgürlüğüne, farklı olanın fikrine zikrine saygı duymadan yönetmek, düzen kurmak mümkündür ama toplumsal barışı sağlamak imkânsızdır. Bu ülkenin liberal ve demokratları dahi, büyük ölçüde, bu gerçeği kavramaktan uzak bir demokrasi tasavvuru peşine takıldı, bir noktada mesele askeri vesayetten kurtulmaktan ibaret görülmeye başladı, oysa mesele, askeri vesayet başta olmak üzere her türlü vesayetten kurtulmayı hedeflemekti, olmadı.
Toplumsal Barış
15 Temmuz’dan bu yana yaşananlar, tüm olumsuzluklar bir yana, toplumsal barış ve demokrasinin öne çıkması yönünde bir kapı açtı, umarım o kapı iktidar tarafından kapatılmaz, bir büyük uyanışa vesile olur. Muhalefet şu ana kadar bu konuda iyi bir sınav verdi, iktidar çevresi de, ilk öfkeli tepkisellikten uzaklaşmaya başladığının işaretlerini veriyor. Umalım gerisi gelsin, bu olayı bir büyük gözaltı ve baskı rejimine vesile yapma çabasında olan taraftarlarına sağduyu mesafesinde hâkim olsun, OHAL olağan hale gelmesin. Çok acı ama, maalesef, iktidar ve muhalefet çevreleri tüm bunlar yaşanmadan değil, ancak “ortak düşman Fethullahçılık” karşısında uzlaşma zemini buldu. Ama böylesi bir uzlaşmanın yerini, demokratik bir gelecek tasavvuru zemininde uzlaşma anlayışı almazsa, böylesi sağlıklı ve sürdürülebilir bir uzlaşma olmaz.
“Fethullahçılar” ve “FETÖ”, meselesine gelince; silahlı bir girişim içinde bulunmaları, tüm sivil toplum, sivil muhalefet iddialarını çökertmiş oldu. Ama Fethullahçılık karşısında ortak tavır da, cadı avına dönüşmemeli. Dahası, Fethullahçılık bir sonuç, neyin sonucu onun üzerine düşünmeli, taşınmalı. Ve dahası, Fethullah Hoca’nın karanlık hesaplarına alet olanların tümünün, bu ülkeye düşman oldukları için değil, çok farklı nedenler ile o çarkın içine girdikleri hesaba katılmalı.
Felaketler yaşanmasın
“İnsani” yönü boşveren bir demokrasi tasavvuru olamaz ve de toplumsal barış vaat edemez. Bu ülkenin pek çok fukara çocuğu, Robert Kolej’e girme imkânını tepip, Fethullahçı okullara girmiş değil. İslamcı, muhafazakârlar bir yana, Fethullahçıların baş düşmanlığı şampiyonluğuna girişen laik kesim, bu yalın gerçeği hiçbir zaman anlamak istemedi. İslamcılar, “alnı secde görenden zarar gelmez” taassubuna teslim oldu, buna karşı laikler, onları “takunyalı kalabalığın” bir parçası olarak gördü.
Kimse, fakir Anadolu genci büyük şehirde okumak için bir yer, yurt bulmak zorunda diye düşünmedi. Polisliğin, askerliğin, küçük bürokratlığın, “bir fesat teşkilatı kurma girişimine nefer yazılmak”tan ziyade, bir fukara mesleği, bir gelecek vaadi olduğunu hesaba katmadı. “Askere, polise, bürokrasiye sızdılar” diye yakınanlar, burjuva sınıfına dahil olmayanların kendilerine “başka nasıl bir gelecek kuracaklar” diye bir dertleri olmadı.
Aslında, bu kesimin, Fethullahçılara ilişkin tutumu, tüm İslamcı-muhafazakâr kesime dair tutumundan farklı değildi. Tam da bu nedenle aynı sosyolojik tabandan gelen pek çoklarının bir kısmının, hatta aynı aileye mensup bazılarının, AK Parti, diğerinin Fethullahçı çevreye dahil olması tesadüf değil. AK Parti’nin Fethullahçılar ile tarihi ittifakı da, aslında bu temele oturuyordu. Kısacası, kimse Fethullahçıları lanetleyerek arınmaya çalışmasın; “Neden Fethullahçı olunur”, “Onlar mı devleti kullandı, devlet denilen aygıt mı onları kullandı?”, “Soğuk Savaş döneminde ve en çok 12 Eylül rejiminde neden önleri açıldı?” diye derin derin düşünsün ki, benzeri felaketler, kırılmalar yaşanmasın.