Cumhuriyet yazarı Nuray Mert, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin "AKP başkanlık sistemiyle ilgili inadını sürdürecekse karşımıza iki seçenecek çıkacaktır. AKP bir anayasa hazırlığı varsa, mutabık kalınan diğer maddelerle birlikte TBMM'ye getirmelidir. Vekiller vicdanlarıyla oy kullanacaklardır. Bu anayasa değişiklik teklifi ya 367'yi aşarak kanunlaşacak, ya da 330'un üzerinde kalarak referanduma sunulacaktır. MHP her karara saygılıdır" açıklamasına tepki gösterdi. Mert, "Sonuçta, bu şartlar altında 'Başkanlık sistemini tartışalım' demek, aklımızla alay etmekten başka bir şey değil. Zaten Cumhurbaşkanı önderliğinde iktidar partisinin, Türkiye ufkunun tek adam liderliğinde otoriter bir rejim inşasından ibaret olduğu iyice netleşti" dedi.
Nuray Mert'in "Başkanlık sistemini tartışmayalım" başlığıyla yayımlanan (14 Ekim 2016) yazısı şöyle:
MHP genel başkanının açtığı yoldan, yeniden başkanlık, yeni anayasa tartışması başladı diyemeyeceğim, atışma demek daha doğru olur. Her şeyden önce, değil siyasal sistemin ve onun ana sözleşmesinin değişimi gibi çok büyük çapta, çok önemli bir konu, Türkiye’de herhangi bir konuyu özgürce tartışmanın imkânı yok. Hiçbir dönem tam olarak yoktu, ama şimdi düpedüz bir olağanüstü hal rejimi var. Hoş olağanüstü hal öncesinde, özgür tartışma ortamı fiilen ortadan kalkmıştı. 15 Temmuz sonrası, yeniden bir durum değerlendirmesi ortamı doğdu gibiydi; iktidar partisi, uzlaşma ve müzakereci siyasetin önünün açılması ile farklı bir sürecin başlamasının önünü kararlılıkla kapattı. Oysa, bu Türkiye için son fırsattı, o da kaçtı.
Sonuçta, bu şartlar altında “Başkanlık sistemini tartışalım” demek, aklımızla alay etmekten başka bir şey değil. Zaten Cumhurbaşkanı önderliğinde iktidar partisinin, Türkiye ufkunun tek adam liderliğinde otoriter bir rejim inşasından ibaret olduğu iyice netleşti. 15 Temmuz darbe teşebbüsü ise, demokrasinin öneminin anlaşılmasından ziyade, otoriter rejim tahkimatı için meşruiyet kaynağı olarak dolaşıma girdi. Dahası, gücü elinde bulunduran iktidar demokratik meşruiyet ve anayasal çerçeveyi hiçe sayar hale geldi. Zaten kendileri de açıkça, “fiili bir düzen”in yaşandığını kabul ediyor, bunu meşru sayıyor, o nedenle fiili olanın hukuki çerçeve kazanması gerektiği için sistem değişikliği önerdiklerini ifade ediyorlar. Daha demokratik bir sistem öngörüsü ile değil, daha güçlü otorite adına başkanlık sistemi öneriliyor. Bunun nesini tartışalım? “Çare daha güçlü otorite değil” dediğimizde, “Vay sen Türkiye’nin bu dar zamanda gücü azalsın mı istiyorsun; FETÖ’cü mü, PKK’li mi, Batı ajanı mı”diyen bir anlayışla neyi tartışacağız? Baştan anlaşamıyoruz. Biz Türkiye’nin derdine derman olacak daha fazla demokrasi diyoruz, onlar otorite diyor, dahası bizi konuşturmuyor, suçlu ilan ediyor. Tartışacaksak önce tartışmanın mümkün olup olmadığını tartışalım da enayi yerine konmaktan kurtulalım.
Diğer taraftan, nedir iktidarın, güçlü Türkiye adına inşa sürecine giriştiği “otoriter rejim”in evsafı? “Zapturapt rejimi”, “özgürlüklerin kısıtlanması”, “yargınınbağımsızlığının söz konusu olamaması” da ne adına, nasıl bir düzen adına? Onu da biliyoruz; Kemalist rejime itiraz temelinde kurgulanan laik değil, “İslam”ı (tabii iktidarın anladığı biçimde İslam) esas alan bir eğitim, “Cumhuriyet’i arıza”, “Lozan’ıihanet” olarak tanımlayan yeni bir tarih yazımı, “özgürlük”, “insan hakları” gibi kavramları, Batılıların İslam âlemini yozlaştırmak ve bu surette zayıflatmak için kullandıkları bir araç olarak gören bir siyasal sistem. Kemalist rejimin dayattığı ak-kara tarih, toplum, siyaset tasavvuruna karşı olanların dayattığı başka bir ak-kara şematiği. Dahası, Kemalist rejimin önünü açtığı dünya ve siyaset tasavvurunun birkaç gömlek altında bir tasavvur ve gidiş. Mesele referansı İslam olması değil, İslam referanslı diye ortaya çıkanın mevcut seviyesi, dünyayı kavrayış açısı. Bu seviye fazlasıyla düşmüş, açı fazlasıyla daralmış vaziyette. Zira, Türkiye aslında Kemalizmin dar penceresini çoktan yırtmış, bir ölçüde eleştirel düşünce ve siyaset alanı açılmış vaziyette idi. Liberallerin, sol demokratların İslamcılara verdiği destek bu zeminde oluştu.
Şimdi açı bir kez daha, üstelik Kemalizmin inşa zemininden bile daha derme çatma bir dünya- siyaset-tarih anlayışı çerçevesinde daralıyor. Dahası, popülist bir dalga boyu üzerinden yürümek adına, zorbalık, düzeysizlik, hoyratlık, hoşgörüsüzlük, hızlı sınıf atlama hevesi, açgözlülük ve “çıkarcılık temelli itaat” gibi özellikler, “halkçılık”, “halkın değerleri”, “halktan biri gibi davranmak” gibi kılıflar içinde yüceltiliyor. Böylesi bir dünya ve siyaset anlayışının dış siyaset ufku ise Battal Gazi masalı ile, emperyalizm karşıtlığının en sığ biçimi ile buluşuyor. Hiç olmazsa, Kemalizmin kurucuları, cephe cephe savaşan ve sonuçlarını iyi bilen son Osmanlılardı, onların yerini askerliklerini “bedelli” yapan Musul fatihlerinin tasavvurları alıyor. Bedellilerin ezici çoğunluğu, “vicdani ret” yasal olmadığı için değil, yani ilkesel bir nedenle değil, fukara çocuğunun yaptığı askerliği yapmaya üşendiği için, parasını verenler, bizim zamane cihatçıları, Türk-İslam fatihleri işte bunlar. Kürt savaşını körükleyenler de bunlar, fukara ölsün, onlar kahramanlık türküsü yaksın, umurlarında değil. Kısaca sadece birikimleri yetersiz değil, vicdanları da kör olanların ön aldığı bir düzen. İşte Türkiye’nin yeni düzeni bu temeller üzerine kuruluyor.