Gündem

'Bizi hapse attıran haberleri yazdınız, bize yapılan haksızlıkları yazmıyorsunuz'

Ahmet Altan: Albay Dursun Çiçek, yayımladığımız belgeler sonucunda hapse giren darbe davasından tutuklu bir sanık, ben Başbakan'a ve HSYK'ya hakaretten yargılanacak bir başka sanık

15 Haziran 2012 18:43

Ahmet Altan
(Taraf, 15 Haziran 2012)

 

Dursun Çiçek ve Ümit

 

 

Burası gerçekten tuhaf bir ülke, hiçbir postmodern roman bizim ülkenin gerçeklerini aşamaz diye düşünüyorum artık.
 
Dün mahkemeye gittim.
 
Salona girdim, müdafaa makamında bizim çilekeş genç avukatımız Veysel Ok’u gördüm, onun hemen biraz ötesinde iki jandarma subayı duruyordu.
 
Genellikle “bizim” mahkemede jandarmalara rastlanmaz, olağanüstü bir durum olduğunu anlayıp şöyle etrafa bir baktım, tanık masasında bana tanıdık gelen biri var.
 
Biraz daha bakınca tanıdım.
 
Albay Dursun Çiçek.
 
Taraf’la ilgili bir davada müdahil olmak istiyormuş.
 
Salondan çıkarken bana “Bizi hapse attıran haberleri yazdınız ama bize yapılan haksızlıkları hiç yazmıyorsunuz” dedi.
 
 
“Yazarız” dedim, “bana gönder şikâyetlerini”.
 
O sırada mahkemenin başkanı “Dışarıda konuşun lütfen” dedi.
 
Birlikte dışarı çıktık.
 
O, bizim yayımladığımız belgeler sonucunda hapse giren darbe davasından tutuklu bir sanık, ben biraz sonra Başbakan’a ve HSYK’ya hakaretten yargılanacak bir başka sanık, mahkeme kapısında konuşmaya başladık.
 
O, hakkındaki iddiaların gerçek dışı olduğunu ama onun itirazlarına hiç yer vermediğimizi söyledi yeniden, ben de “Bana gönder” dedim, o çantasını açıp üstünde “Albay Dursun Çiçek Davası- İftiralar ve Gerçekler” yazan bir CD çıkartıp verdi bana.
 
Dedim ki, “Farklı imzaların çıktı”, “Hepsi sahte” dedi, “imza makineleriyle yaptılar”.
 
“Sen istihbarat albayısın” diye söze başladım, “Ben istihbarat albayı değilim, ben deniz albayıyım” dedi, arkasından ekledi, “psikolojik savaş bölümü diye bir bölüm de yok”.
 
Hava inanılmaz sıcaktı, ben mahkemeye girip çıkacaktım ama o hapishaneye dönecekti, yaz günleri hapishanenin nasıl bir yer olduğunu biliyordum.
 
Yanında avukat kızı vardı.
 
Ben, “Bu söylediklerine baktıracağım, söylediklerini yayımlarız” deyince genç kız, “Hiç sanmıyorum” dedi.
 
“Seni harcadıklarını düşünüyorum bu işte” dedim, “bu plan bir albayın tek başına yapacağı iş değil”.
 
Gerçekten de böyle düşünüyorum.
 
Çiçek, “Öyle bir plan yok” dedi.
 
Tümden herşeyin “yalan ve düzmece” olduğunu iddia ediyordu.
 
“Herşey yalan” deyince konuşacak laf pek kalmıyor.
 
Şartlar eşit olsa belki daha uzun konuşurduk ama hapishaneye giden bir adamla böyle bir tartışmaya girmek insana ağır geliyor.
 
“Baktıracağım bu CD’ye” dedim.
 
El sıkıştık, o jandarmaların arasında hapishaneye döndü, ben yargılanmak üzere mahkemeye girdim.
 
Bana verdiği CD’ye baktıracağım gerçekten.
 
Ama orada söylemeyi unuttuğum bir şey var, şimdi söylüyorum, bizim gazeteyi okumuyorsa da biri ona söyler.
 
Benim CD’ye baktırmamı beklemesin, hakkındaki iddialara verdiği cevapları yazsın, söz veriyorum, yayımlayacağım.
 
Bu gazete, “ben haksızlığa uğradım, sesimi duyuramıyorum” diyen herkese yer açan bir gazete, geceyarısı kapısını çalan her insana “kimsin” diye sormadan bir yer ve ekmek veren bir tekke gibi olmasını istiyoruz buranın.
 
Kim olursa olsun.
 
“Bana haksızlık yapıldı” demesi yeter, sözlerini yayımlarız, onun söylediklerine verilecek cevapları da yayımlarız.
 
İnsanların sessizlikle boğulmasını istemiyoruz, sözünü söylesin, doğru söylemiyorsa onun doğru söylemediği de anlatılsın.
 
Gerçek ancak böyle ortaya çıkar.
 
Darbecilerden nefret ederim ama “ben yapmadım” diyen birinin “darbeciliğini” onu susturarak, sesini kısarak, hapishanenin sessizliğine mahkûm ederek kanıtlamak istemem, gerçeğin konuşularak ortaya çıkarılmasından yanayım.
 
Sonra mahkemeye girip sanık sandalyesine oturdum.
 
Hakkımda suç duyurusunda bulunan Başbakan’la ilgili düşüncelerimi anlattım, Uludere’deki gerçekleri açıklamayan birinin bağırıp çağırarak gerçeklerin üstünü örtemeyeceğini, bu gerçeklerin açığa çıkarılmasını istemenin herkesin görevi olduğunu söyledim ve “Bugün ben burada Başbakan’a hakaretten yargılanıyorum ama Başbakan ilerde Uludere’deki katliamdan yargılanacak” dedim.
 
Uludere gerçekten de çok acı bir kırılma ve ümitsizlik yarattı özellikle Kürtler arasında ama dün Leyla Zana’nın Başbakan Erdoğan hakkında Hürriyet gazetesine söyledikleri ve “Erdoğan’ın yanında durmalıyız” demesi, bugün Şerafettin Elçi’nin bizim gazetede Erdoğan’ı desteklemesi, Kürt sorununda bir “ümit” olabileceği inancı yarattı doğrusu.
 
Elçi ve Zana, iki dürüst, saygıdeğer isim.
 
Böyle bir zamanda boş yere Erdoğan’a sahip çıkan sözler söylemezler, “umutlu” bir şeyler oluyor olması lazım.
 
Gerçi BDP Eşbaşkanı Demirtaş, Zana’nın sözlerini eleştirdi ama ben Zana’yla Elçi’nin bazı gelişmelerden haberdar olabileceklerini düşünüyorum.
 
Barzani kanadından “barışla” ilgili bir şeyler öğrenmiş olabilirler.
 
Ümitlendim doğrusu.
 
Erdoğan bu barışı sağlayabilirse tarihî bir adım atmış olur, insanları ölümden kurtarır, ülkenin önünü açar, Kürtlerin ve diğer insanların haklarını daha rahat, daha demokratik bir biçimde tartışabiliriz o zaman.
 
Başbakan “barışı” sağlayacaksa sonuna kadar yanında duralım Zana’nın dediği gibi.
 
Aksine bir gerçekle karşılaşmadığımız sürece de bu “barış” ümidinin tadını çıkaralım.
 
Barış...
 
Ne tatlı, ne ümitvar bir sözcük.
 
Hayali bile güzel.