Gündem

Murat Kapkıner: Hz. Neşet Ertaş

"Bu başlığı gene deliliğime verenler olabilir. Muhterem üstadımız Çetin Altan’ın üç beş yazımdan çıkarsadığı şu tahlili yapamayanlardır onlar"

29 Eylül 2012 00:42

 

Murat Kapkıner

 
Taraf/ 28.09.2012
 
 
Bu başlığı gene deliliğime verenler olabilir. Muhterem üstadımız Çetin Altan’ın üç beş yazımdan çıkarsadığı şu tahlili yapamayanlardır onlar: “Nevi kendine münhasır... Özel bir kişiliği olan şair yazar Murat Kapkıner...”
 
Son derece isabetli. Deliler hakkında bir yerlerde şöyle bir şeyler okuduğumu anımsıyorum: “Delilik diye bir şey yok; tek kişilik dünya görüşü var.”
 
On beş- on yedi yaşlarındaydım. İllaki türkücü olacaktım. Hevesliydim; kendime göre çalıyor, söylüyordum; sahnelere çıkıyordum.
 
Bir gün radyodan tuhaf, hiç alışılmadık kaba bir sesle okuyan ve yine hiç alışılmadık tarzda bağlama çalan birini dinleyince aynen Elias Canneti’nin Kafka’yı keşfettiğinde söylediği şeyleri söyledim: “Aradığımı buldum.” Bu kaba sesin okuduğu “Karadır bu bahtım kara” türküsü üstelik maveradan geliyordu. Ben ki din nedir, İslam nedir bilmeyen genç “bu ses ahretten” demiştim.
 
O günden yaklaşık kırk yıl sonra yayımladığım poetikamda; “Şiirin, soylu sanatın, ötelerden gelmesi gerektiğini” yazacaktım.
 
O gün bugün şu 63. yaşımda merhumun etkisindeyim. Bu yüzden olsa gerek, bir iki eserini yeryüzünde bir o çalıp okurdu (övünmek gibi olsun) bir de ben.
 
Yirmi yaşında Konya 3. Hava Üssü’nde astsubaydım. Radyodan bir kazada ölenlerin adları sayılırken bir isim benzerliği olarak Neşet Ertaş da anılınca ben babam ölmüş gibi gözyaşlarına boğulmuştum. Arkadaşlarım saraka yapmışlardı. Bir de şimdi gözyaşlarımı tutamıyorum.
 
Aslında onunla 70’li yılların başında Malatya Hürriyet Aile Çay Bahçesi’nde birkaç saniye görüşmemiz oldu. O sahnenin assolisti bendim. Elbet Neşet Ertaş ekibiyle bir gece için gelince bize kenara oturup dinlemek düştü. Her zamanki saflığım, sakarlığımla o gecenin Neşet Ertaş’a ait olduğunu unutup kulise girdim ve adı Reşat olan tonmaysterimizi sordum: “Reşat’a bakmıştım” dedim. Bu Reşat, Neşet olarak algılanmış olmalı ki kenarda Adana kebap yiyen bir tıknaz, esmer delikanlı: “Sahabı çıkmazsa bizik” dedi. Neşet Ertaş’ı görmüştüm: “Afiyet olsun, aradığım siz değilsiniz” dedim. O yıllarda çevre illerle birlikte yaklaşık üç milyon kişinin dinlediği Erkek Sanat Enstitüsü Eğitim Radyosu’nu dinleyen arkadaşlarımı bile yanıltırdım: “Malatya’nın Neşet Ertaşıydım.”
 
Gün oldu üstadın her türküsünde andığı Leyla’sıyla tanıştım. İdeal birliğimiz olan Ankara’daki üniversiteli gençlere gider misafir olurdum. Leyla Ertaş karşı komşularıydı. Gençlere sık sık tabakta bir şeyler getiriyordu. O gece de getirdi. Çocuklar “abla, abla” diyor başka bir şey demiyorlardı. Bense şunu bilen biri olarak, Leyla’nın plak yapma isteği üzerine: “Bu ayrılık, Neşet Ertaş’a koyduğu kadar seni de yaralıyor mu.” Bu şekilde anmayı hiç istemezdim ama Leyla Ertaş aynen şu edayla “geç kardeşim geç, biz çoktan unuttuk” dedi. İçimden “Vah Neşet baba vah “ demiştim.
 
Benim girişteki Hz’timi kimi İslamcılar anlamayabilir. Anlayacak olanlara şunları söylemek istiyorum: Merhum Fethi Gemuhluoğlu’nun Neyzen Tevfik için söyledikleri: “Bana Şaribul leyli vennehar (gece gündüz içen) biri için evliyadır dedi diye darılmayın. Vallahi veliyullahtandı billahi veliyullahtandı.”
 
Duisburg’daki Müslüman gençler Neşet Üstadı çağırırlar. Salonda epey bir dinleyici var. Üstat çalıp okumaya başlar. Bir iki türküden sonra “Olmuyo uşak; Allah’ını seven bana bir iki bira getirsin” der. Gidip bir kasa birayı yanına bırakıverirler. Üstat bir birayı iki nefeste tükettikten sonra “Hay bu içkiyi icat edenden Allah razı olsun” diyerek o kendi türkü dünyasına tekrar dalar ama ne dalış.
 
Salondaki şeriatçı genç, yanındaki benim arkadaşımın kulağına: “Kâfir” der. Arkadaşım (Kudret) “Neşet Üstat senin kültüründen gelmiyor, senin bildiklerini bilmiyor; o mümin biri” der.
 
Bu konuda merhum üstadı ancak yine bir merhum olan Ayetullah Humeyni gibi biri kurtarabilir; zira ülkesindeki esrarkeş vatandaşlarını şeriatçıların ellerinden, esrarı karne ile dağıtarak O Merhum kurtarmıştı.
 
Neşet Ertaş, Neyzen Teyfik gibi, neden Hazret’tir: Şu seküler dünyada elli yıl bizi maveraya kışkırttığı için... Yaşar Kemal’e dediği gibi: “Gençlere ne oldu, eskiden benim türkülerimle ağlıyorlardı, şimdi göbek atıyorlar.”
 
Bu arada bir anekdot aktarayım: Bizim Kudret gidip Üstat’la bir söyleşi gerçekleştiriyor. Üstat, etek giyip köçeklik yaptığı yıllarda beş altı gün aç kaldığından bahsedince Kudret araya girip soruyor: “O’na (Tanrı’ya) hiç küsmedin mi?” Yanıt şu: “Allah’ın günahı ney; bana yapan Allah değil; kulları.”
 
Şimdilik; özetle: Benî -İsraîl peygamberiydi. Abartıyor demeyin. Yukarılarda dediğim gibi, aşkı unutmuş seküler bir dünyaya aşkı fısıldayan, yer yer bağıran bu Ozan, Tanrı’nın izni, hatta emri olmadan bunu yapamazdı.
 
Aslında hepimiz bir şeylerle görevliyiz. Önemli olan görevlerimizi yerine getirip getiremeyeceğimiz.
 
Irwin Yalom, psikiyatrik hastalıkların kökenini ararken, bunun “ölüm korkusu” olduğu sonucuna varır ve şunu ekler: “Ölüm korkusu, işlevini yerine getirememiş olmaktan, açığa çıkamamış potansiyelden oluşur.”
 
O, ölüm korkusundan azade öldü. Çünkü işlevini yerine getirdi; tüm potansiyelini üzerimize boca etti.
 
Allah Rahmet eylesin.