Taraf yazarı Prof. Murat Belge, başkanlık sisteminin tartışılmasıyla birlikte, gündemde olan kuvvetler ayrılığı ilkesi olmadan demokrasi olamayacağını belirterek, “Bunu Tayyip Erdoğan da bilir –ama bundan hoşlanmaz. Atatürk de hoşlanmazdı” dedi.
Atatürk’ün birinci Meclis’teki konuşmasında “İnsan elindeki kuvvetleri birbirinden ayırır mı?” dediğini aktaran Belge, “Türkler’in bin yıllık tarihine ve tecrübelerine baktığımız despotizmin, keyfiliğin, kıyımların ve idamların her türlüsünü görüyoruz. Bunun böyle olmasının “tek” değil ama önemli bir koşulu da bin yıllık tarihte “kuvvetler ayrılığı”nın değil, Tayyip Erdoğan’ın kullandığı deyimle, “kuvvetler uyumu”nun geçerli olmasıdır” dedi.
Murat Belge’nin Taraf’ta“Türk Tipi” başlığıyla yayımlanan (6 Şubat 2014) yazısı şöyle:
“Anayasa”, “Başkanlık” vb. derken bunların başına bir de “Türk Tipi” sıfatı eklendi. Tayyip Erdoğan’ın son birkaç yıldır diline dolamaya başladığı “milli ve yerli” nitelemelerine uygun bir Anayasa ve bir Başkanlık sistemine sahip olacağımız anlaşıldı. Bunların “Türk Tipi” olması tabii çok iyi bir şey de, “Türk Tipi”nin ne olduğu çok belli değil.
Bunu açıklamaya yönelik, başlığı “Türk Tipi Başkanlık Sistemi” olan bir “Rapor” yayımlanmış; ben de sabah (5 Şubat, Cuma) Taha Akyol’un makalesinden öğrendim: “Batılılaşmanın hüküm sürdüğü birkaç yüzyıllık süreç Türkiye’nin kendi bin yıllık tarihinin, tecrübesinin oluşturduğu kavram ve kurumların değersizleştirilmesi ve yok edilmesi sürecidir,” deniliyormuş bu “Rapor”un başında. Okurken insanın kulağına Tayyip Erdoğan’ın sesi çalınır gibi oluyor.
Bugün dünyanın herhangi bir yerinde, “yeni” bir anayasa yapma gereği duyulsa, insanlar ne gibi şeyleri sağlama bağlamak üzere bu işi yaparlar? Diyelim bir dönüşüm geçirme ihtimali olan Myanmar’da böyle bir süreç başladı… “İnsan hakları” sağlama bağlansın, “kuvvetler ayrılığı” ilkesini yaşatacak bir denge oluşturulsun, “demokratik haklar” garanti altına alınsın diye ve buna benzer hedefler mi gösterilir? Yoksa Myanmar’ın bin yıllık tarihinin ve tecrübesinin oluşturduğu kurumların canlandırılması mı amaçlanır? İkinciyi seçecek olursanız, birinci kategoride saydığım kavramlara uzaktan el sallayın, bir daha görüşme ihtimaliniz bir hayli zayıf. Birinci kategorideki tercihler sizin için önemliyse, bunların da Myanmar’ın bin yıllık tecrübesiyle bir ilgisi yok –Türkler’in bin yıllık tecrübeleriyle de ilgisi olmadığı gibi.
Gazneli Mahmud’un ya da IV. Murad’ın “insan hakları” felsefesine bir katkılarını duymadım. Osmanlı devletinde “kuvvetler ayrılığı” ilkesi nasıl işliyordu, bilmiyorum. “Demokratik haklar”ın Ötüken’de ne gibi bir teminat altına alındığını bilen varsa söylesin.
Ayıp değil, dünyanın başka yerlerinde, başka “kavimler” için de durum böyledir. Çin medeniyetinin dünyada kazandırdığı çok şey oldu, örneğin, ama bunların arasında “Çin demokrasisi” denilen bir şey yoktu.
Maalesef, “demokrasi” bir Batı icadıdır. Batı’da birçok kişi de bu icattan hiç mutlu olmamıştır.
Taha Akyol’un da söylediği gibi, 18. yüzyıldan önce hiç kimse “kuvvetler ayrılığı” diye bir şeyden söz etmemişti. Ama şimdi, bu konuların, sorunların alfabesini sökmüş herkes, kuvvetler ayrılığı olmadan demokrasi olmayacağını bilir. Bunu Tayyip Erdoğan da bilir –ama bundan hoşlanmaz, o ayrı konu.
Atatürk de hoşlanmazdı. Onun Birinci Meclis’te bu konuda söylediklerini (Rousseau ile Montesquieu’yu birbirine karıştırarak) ilk olarak Ahmet Demirel, Birinci Meclis’te İkinci Grup adlı kitabında yazmıştı. “İnsan elindeki kuvvetleri birbirinden ayırır mı?” diyordu Atatürk, mealen; “Bunların hepsini birleştirir.”
Bakın, şimdi “Türk Tipi”nin ne olduğuna, “bin yıllık tecrübe”nin mahiyetine yaklaşmaya başladık. Türkiye’nin ya da Türkler’in bin yıllık tarihine ve tecrübelerine baktığımız zaman orada demokrasiyi uzaktan yakından andıran herhangi bir şey gözümüze çarpmıyor ama despotizmin, keyfiliğin, kıyımların ve idamların her türlüsünü görüyoruz. Bunun böyle olmasının “tek” değil ama önemli bir koşulu da bin yıllık tarihte “kuvvetler ayrılığı”nın değil, Tayyip Erdoğan’ın kullandığı deyimle, “kuvvetler uyumu”nun geçerli olmasıdır. Erdoğan ile Davutoğlu başka birkaç konuda anlaşamıyor olsa da, “Osmanlı güzellemesi” yapmakta birleşiyorlar. Osmanlı tarihi konusunda derin bir bilgisi olduğunu sanmadığım Tayyip Erdoğan’ın bu Osmanlı sevgisinin başlıca nedeni de, zihnindeki “ideal yönetim tarzı”nın somut örneklerini orada görmesi olmalı.
Bu olguların birçoğu şüphesiz son derece ilginç. İlginçliklerden biri de Tayyip Erdoğan’ın hakkında öylesine aşağılayarak konuştuğu “tek- parti” yönetiminin temel varsayımlarıyla birebir uyum içinde olması –bu da kuvvetler “uyum”unun bir uzantısı olabilir.
Sanırım ortak payda “Türk Tipi” kavramında.