Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın din ve diyanetle ilişkisinin 2. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile nitelik farkı olmadığını savunan Zaman gazetesi yazarı Mümtaz’er Türköne, “Merak edenler Erdoğan’ın Din Şurası’nda yaptığı konuşmanın benzerlerini, 1940’ların Türkiye’sinde bulabilir. Erdoğan’ın davudî sesiyle vurguladığı ‘sahte din adamları’, ‘din adamı maskesi takan şarlatanlar’, ‘dini sinsice çarpıtmaya çalışanlar’ ibarelerinin aynısını, valilerin aynı zamanda Cumhuriyet Halk Fırkası başkanı olduğu yıllarda verdikleri nutuklarda bulabilirsiniz” dedi.
Türköne, “Fazladan bugün çokça tekrarlanan ‘ihanet şebekeleri’ edebiyatını da. Değişen sadece nicelik. Bugün Erdoğan’ın ‘sayıları yüz bin olan din adamı’ ile övünmesi, o gün çok az sayıdaki ‘aydın din adamı’ içindi; tabii onlar da devlet memuruydu” görüşünü dile getirdi.
Mümtaz’er Türköne’nin Zaman gazetesinin bugünkü (12 Aralık 2014) nüshasında yayımlanan, “Din devletin olursa?” başlıklı yazısı şöyle:
‘Din devletin olursa?’
Ezanın Türkçe okunduğu, din eğitiminin yasaklı olduğu Tek Parti Dönemi’ne ait garip bir paradoks: İsmet İnönü’nün aslında dinle-dindarlıkla bir problemi yoktur, eşi Mevhibe Hanım’ın beş vakit namazını aksatmadan kıldığı rivayet edilir.
Din, her devirde bir “devlet kurumu” olarak görülmüş, bu kurum bazen ihmale uğramış bazen de el üstünde tutulmuştur. Bu değişimi belirleyen ise yöneticilerin dindarlığı değil, devletin ve tabii zamanın icaplarıdır. Demirel’in Rahmetli Ecevit’ten daha dindar olduğunu düşünen var mı?
Erdoğan’ın din ve diyanetle ilişkisi ile İnönü’nünki arasında bir nitelik farkı var mı? Niceliği bir kenara bırakın ve sadece niteliğe odaklanın. İnönü’nün ve Erdoğan’ın gözünde “din kurumu”nun devlet nezdindeki karşılığı açısından en küçük bir fark bile yok. Sıralayalım: Din, Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla ve devlet memuru sıfatı taşıyan din görevlisi kadrolarıyla devletin rakipsiz tekeli altında olmalıdır. Din eğitimi sadece devlet tarafından verilmeli, içeriği ve miktarı devlet tarafından belirlenmelidir. İsterse allame-i cihan olsun, devletin “müftü” veya “ilahiyat profesörü” unvanı vermediği hiç kimse din konusunda fikir yürütme salâhiyetine sahip değildir. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan bir Müslüman, doğumundan ölümüne, hatta sonrasında mezara konulmasına kadar sadece devletin verdiği din hizmeti ile dinini yaşayabilir. “Azdı, çoktu” tartışması bir kenara, Tek Parti dönemi ile bugün arasında fark var mı? Bu arada Alevîlerin fark etmesi gereken bir hinlik: Alevî inancı Tek Parti döneminde devlet karşısında nerde duruyorsa bugün yine aynı yerde durmaktadır. Alevilerin taleplerinin tamamı, aslında Aleviliğin devlet karşısındaki konumuna dairdir.
Merak edenler Erdoğan’ın Din Şurası’nda yaptığı konuşmanın benzerlerini, 1940’ların Türkiye’sinde bulabilir. Erdoğan’ın davudî sesiyle vurguladığı “sahte din adamları”, “din adamı maskesi takan şarlatanlar”, “dini sinsice çarpıtmaya çalışanlar” ibarelerinin aynısını, valilerin aynı zamanda Cumhuriyet Halk Fırkası başkanı olduğu yıllarda verdikleri nutuklarda bulabilirsiniz. Fazladan bugün çokça tekrarlanan “ihanet şebekeleri” edebiyatını da. Değişen sadece nicelik. Bugün Erdoğan’ın “sayıları yüz bin olan din adamı” ile övünmesi, o gün çok az sayıdaki “aydın din adamı” içindi; tabii onlar da devlet memuruydu.
Muhafazakâr siyasetin ikiyüzlü dünyası ile karşı karşıyayız. Dün dindarlık, halkı yönetimin uzağında tutmanın gerekçesi idi. Bugün sandıktan çıkan zorbalar, devlet tekelindeki din ile kendilerini garantiye alıyorlar. Din, dün elitlerin yönetme ayrıcalığını sürdürmek için sıkı bir devlet kontrolüne alınmıştı, bugün “dindar” bir Cumhurbaşkanı devlet tekelindeki dini basit ve sıradan bir iktidar sopası olarak kullanıyor, hepimizi terbiye etmeye kalkıyor. Her iki durumda da din siyasete kurban ediliyor; ulviyetinden uzaklaştırılıyor.
Devletin, dolayısıyla Erdoğan’ın sevmediği, karaladığı bir din ve dindarlık biçimi mevcut. Kibre, yolsuzluğa, ayırımcılığa, siyasîleşmeye itiraz eden ve cemaatler-tarikatlar içinde yaşanan dindarlık bu. Çoğul ve birbirleriyle tatlı bir rekabet içindeki bu cemaat yapılarından hiçbirinin arası Erdoğan’la iyi değil. Yakıcı soruyu şu şekilde sorduğunuz zaman, Erdoğan’ın “devlet dini”nin nerede durduğuna dair sağlam bir fikir edinebilirsiniz: Selefî radikalizm ile “Devletin yüz bin din adamı ve din eğitimi” mi, yoksa bu cemaatlerin tevazu içinde işleyen hizmet ve muhabbet gayretleri mi baş edebilir?
Erdoğan bir ideolojik çatışma ekseni oluşturmaya çalışıyor. Geleneksel ilerici-gerici çatışmasını, kendi ifadesiyle “200 yıllık tarih”ten çıkartıp diriltmeye çalışıyor. Amerika’yı bunun için yeniden keşfediyor, Osmanlıca’yı bunun için pazarlıyor. Ancak yine de sık kullandığı kendi ifadesiyle “camileri ahır yapan CHP”nin durduğu yerde duruyor. Devlet zoruyla bize doğru ve yanlışı belletmeye çalışıyor. Devlet gücünü arkasına alıp, toplumun geleneklerine, biriktirdiklerine, dinamiklerine savaş açıyor. Din, devlet tarafından kamulaştırılıyor. Böylece hükümranlık alanı genişleyen devlet, Erdoğan’a yolsuzlukların, adaletsizliklerin bile sarsamayacağı bir iktidar alanı açmış oluyor.