Mehmet Altan
(Taraf - 1 Ekim 2012)
Üçüncü yol ihtiyacı
Benim için geçen haftanın en muhteşem ve Türkiye açısından en umut verici gelişmesi, tüm orta okulları İmam Hatip’e çevirmek ve yepyeni bir çağda yaşayacak olan minnacık çocuklara sadece Kuran-ı Kerim ile Hz. Muhammed’in hayatını öğretmek isteyen Başbakan Erdoğan’ın ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın kimi partizan bürokratlarının bütün çabalarına rağmen en çok seçilen seçmeli derslerin “matematik uygulamaları” ile “yabancı dil” olması oldu...
Kuran’ı Kerim’i ve Hz. Muhammed’in hayatını bilmek bu toprağın kültürünün zaten doğal bir gereği ama liseyi bitirecekleri 2024 yılında ancak on sekiz yaşında olacak olan şimdiki minik öğrencilerin hayatlarını nitelikli bir biçimde idame ettirmeleri için böyle bir eğitim hiç de yeterli değil.
Neyse ki Türkiye halkı bunun bilincinde, kendi ana diline hâkim olamayan, yabancı dil bilmeyen, matematik zekası işlenmemiş bir öğrencinin sadece din bilgisiyle dünya vatandaşı olarak nitelikli bir yaşam sürmesinin olanaklı olmadığını görüyor.
Tek parti döneminin “Kemalist gençlik” hedefinin yerini Başbakan Erdoğan’ın “dindar gençlik” projesi almış olsa da, Türkiye genelindeki talep, gençlerin özgürlüğü, iyi yaşamayı ve evrensel standartları tercih ettiklerini ortaya koydu.
Bugün eğitimi ve genelde hepimizin hayatını çok dar bir alana hapsetmeye çalışan Ak Parti’nin 2011 seçim bildirgesi, bizlere “ileri demokrasi” ve “en aykırı seslerin bile kamusal alanda kendisine yer bulacağı” bir Türkiye vaadinde bulunuyordu.
Ne oldu?
Başbakan’ın, 25 çoçuğumuzun göz göre göre öldürüldüğü Afyon Karahisar faciasındaki ihmali sorana “hain”, sonucunu beğenmediği anketi yayınlayan gazeteye “parazit” dediği bir Türkiye’ye geri gittik.
AB’ye uyum için 2007 ila 2013 yılları arasında çıkarılması için söz verilen ve takvime bağlanan 188 yasadan da ancak 30’u hayata geçtiği için elde “demokratikleşmeyi” sağlayacak bir reçete de kalmadı.
Başbakan’ın son bir yıldır söylediklerinin özeti “Rabbim elimizi Kuran’sız, gönlümüzü imansız, dilimizi tevhidsiz, alnımızı secdesiz bırakmasın”dan ibaret.
Neyse ki öğrencileri seçmeli derslerde ilk sırayı uygulamalı matematiğe ayırmaları, Kemalist sistemi değiştirmek yerine içini “dinle” doldurup yaşatmayı toplumun kabul etmediğinin de güçlü bir ön sinyali...
AK Parti kaç oy alırsa alsın, gerçek dindarların içinde hicran yarası olan Şike Yasası’ndan hâlâ esrarı açıklanmayan Uludere’ye, üstü örtülen Deniz Feneri Davası’ndan Dolmabahçe görüşmesine kurban edilen 27 nisan muhtırası soruşturmasına, en mutedil eleştirilerde bile patronlardan köşe yazarlarının işten atılmasını isteyen ceberrutluğa, medyanın 28 Şubat’ın gerisine düşürülerek oksijensizlikten boğulduğu ortama kadar her alanda kendini gösteren “siyasal din sömürüsüyle karışık bir otoriterleşme” anlayışıyla Türkiye’nin yönetilemiyeceğinin gençler tarafından herkese gösterilmesi.
Zaten bu nedenle AK Parti artık bayatlamış “yenilik” filmlerini bu son kongrede olduğu gibi abartılmış propagandalarla vizyona sokmaya çalışıyor...
Son bir yıldır yaşadıklarımız, laflara değil, uygulamaya bakmanın ne kadar önemli olduğunu hepimize gösterdi.
AK Parti genel seçimler ertesinde söz verdiği “ileri demokrasi”yi ne kadar hayata geçirdi ki bu son kongre siyasi ikbal kavgalarının dışındakiler için bir umut olsun?
Sizden ricam üşenmeyip 2011 AKP seçim bildirgesinin ilk 28 sayfasına bir göz atmanız, siyasetin ne kadar yalancı olduğunu bir kez de gözlerinizle siz görün ve palavra vaatlerle süslü sözlere pek aldanmayın.
Dediklerini yaparlarsa alkışlayıp desteklemek hepimizin boynunun borcu ama artık sadece “söz” yeterli olmuyor, güçlerini kaybederken demokratlaşmaları, gücü ele geçirince zorbalaşmaları artık bütün memleketi yoruyor.
Söz verilip yapılmayanların peşinde dolanıp yorulmayanlar olabilir ama ben mevcut zihniyetin bir anda demokrasiye ve demokratikleşmeye geri dönebileceğine bu son bir yılda yaşananlara baktığımda inanmakta zorlanıyorum, keşke yanılsam... Ama “ileri demokrasi” vaadinin hemen ardından son bir yıldır yaşadıklarımız ortada değil mi?
Artan şiddet, yükselen ölümler, ekonomideki kriz sinyalleri, çöken dış politika...
AK Parti’nin genel seçim ertesindeki “din ticareti ve milliyetçiliği” eksen alan siyasetinin tek yararı, bu anlayışla Türkiye’nin sorunlarını çözmek bir yana ülkenin hızla belaya sürükleneceğini göstermesi, demokratikleşmeyi yok sayan bir anlayışın yol alamayacağını ispatlaması oldu.
AK Parti seçim kazansa da hayat Başbakan’ın son bir yıldaki duruşuna yol vermiyor.
Binlerce insanın katıldığı bir parti kongresini “one man show”a çevirmek, bir “önderlik” fetişi yaratmak, “Duce” gösterileri yapmak, partiyi geri plana atıp lideri “tekleştirmek”, siyasetin, siyasi kadroların önemini azaltıp lideri yüceleştirmek, 1925 anlayışına geri dönmeye çalışmak ülkede ümitsizlik yaratıyor.
Sorunların çözümünü bir adamın duygusal gelgitlerine bağlayarak sonuç almaya çalışmak, toplumun duygusal gelgitlerini de arttırıp neticede ortak bir “nevrotik” krize sebep oluyor.
Bu ümitsizlik ve kriz hali de halkı bunaltıyor. AK Parti’nin mevcut haliyle çare olmadığı bir ortamda CHP de “kışla” ile “demokrasi” arasında binamaz kalmış vaziyette.
Ne yardan geçiyor, ne serden.
Halbuki Franco faşizmi ertesinde İspanya’da başbakan olan Suarez ömür boyu iktidarda kalmak gibi kişisel bir hesap içinde olmadığı için “değişim siyasetini” benimseyerek beş yıl içinde ülkesini AB tam üyeliğine taşımıştı... CHP sırf o dönem İspanyasını örnek alsa bile kanatlanır ama maalesef eski bagajlarından kurtulmakta çok fazla zorluğu var.
O halde ne olacak?
Biri dindar diğeri laik iki Kemalist parti arasında sıkışan Türkiye ne yapacak?
Kemalizmin “laikçi” türünden sonra “dinci” versiyonunu da denedik ve onun da bizi bir çıkmaza soktuğunu anladık.
Hiç de azımsanmayacak bir kazanım.
Hiç kimsenin şüphesi olmasın ki Türkiye bu kazanımdan yola çıkarak üçüncü bir yol bulacak.
Kemalizmin her türünü reddeden, devletin zorbalığına karşı çıkan, barışı, eşitliği, özgürlüğü bu ülkede yaşayanların hakkı olarak gören bir anlayış siyasette yeşerecek.
Bu ülkenin devletin “çiftliği” değil, yetmiş milyon insanın tapulu malı olduğunu kabullenen bir siyasi anlayış ortaya çıkacak.
Çeşitli “renklerdeki” Kemalizmlerin esir aldığı siyaset kendisini eninde sonunda Kemalizmden arındıracak.
“Dinci, laikçi, milliyetçi” Kemalizmlerin her rengini reddeden bu anlayış, iki Kemalist parti arasında sıkışan Türkiye’de ihtiyacını duyduğumuz üçüncü yoldur.
“Taşın fazlasını atıyorum geriye heykel kalıyor” diyen Rodin’in tarifini siyasette de göreceğiz, “her biçimdeki Kemalizmi atınca geriye demokrasi” kalacak.
Bu ülke, her kılıkta hortlayabilen Kemalizmin hayaletinin içine sızamayacağı yeni ve demokratik bir cumhuriyet inşa edecek.
Uygulamalı matematik ve yabancı dil bilgisi olmayanın yaşamda başarılı olamayacağını bilen ailelerle çoçukları oldukça, hayat kışla ve cami sömürüsü üzerinden ikbal arayan siyasete fazla zaman tanımayacak demektir.
Zaten üçüncü yol dediğim de, hayatın bu çağda bize sunduğu “eşit ve özgür” insanlar olma fırsatına, toplum olarak çeşitli maskeler arkasına saklanan Kemalizmleri hayatımızdan eleyerek daha hızlı ve gür bir sesle yanıt vermemizden ibaret.