15 Temmuz Darbe Girişimi

“Medyanın gözü insan haklarına değil, iktidardan daha fazla nasıl ‘aferin’ alırıma bakıyor”

Ceren Sözeri: Darbe gecesi medya kazananı teşhis edip ona göre pozisyon aldı

10 Ağustos 2016 16:48

Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ceren Sözeri, 15 Temmuz darbe girişimi sırasından medyanın üstlendiği rol ve sonrasında yaşananlara ilişkin olarak, “Medyanın gözü insan haklarına değil, iktidardan daha fazla nasıl ‘aferin’ alırıma bakıyor” dedi. “İktidar medyadan memnunsa medya işini yapmıyor demektir” ifadesini kullanan Sözeri, “Medya sorulması gereken hiçbir soruyu sormuyor. Bu darbenin gerçekleşmemesini ve bir ‘kahramanlık’ mitingine dönüşmesinde rol oynuyor” diye konuştu. 

Özgür Gündem'den Günay Aksoy ve Gülşen Koçuk'a konuşan Sözeri'nin açıklamaları şöyle: 

Darbeden önce de basına dönük ciddi bir baskı vardı. Gazeteler kapatılıyor, siteler sansürleniyor, muhabirler tutuklanıyor, hedef gösteriliyorlar. Kürdistan’da kamera silahtan daha tehlikeli görülüyor. Öncelikle darbe girişimi ve OHAL sürecine girmeden önceki süreci nasıl tanımlıyorsunuz?

 

 

 

Sırf ben değil, aslında uluslararası basın, gazetecilik örgütleri, hepsi Türkiye’deki basına yönelik baskıların ne kadar arttığını defalarca dile getirdi. Freedom House Türkiye’yi “basını özgür olmayan ülkeler” kategorisine koydu. Bu aşamada hem batıda tutuklanan, haklarında sürekli soruşturma açılan gazeteciler, işlerinden kovulan gazeteciler, saldırıya uğrayan gazeteciler var. Biz bunları yaşarken bir yandan da haber nöbeti başladı. Haber nöbeti de aslında şuydu: Artan operasyonlar, sokağa çıkma yasaklarıyla beraber, orada gazeteciler gazetecilik yapamaz hale gelmişlerdi. Buradan bakarak, tweet atarak, üzerine yazarak çok da bir etkisinin olmadığını düşündük. Cizre’nin abluka altında olması, içeri girilememesi, bodrumlarda insanların yardım istedikleri döneme denk geldiği için, bu haber nöbetinde benim mesaimin önemli bölümü Nusaybin’de geçti. Botan Yürüyüşü’nü izlemek üzere gazetecilerle beraber gittik oraya. Aslında hayatları söz konusu bir ortamda gazetecilik yapmaya çalışıyorlar ve çok yoğun bir mesai harcayarak, normal çalışma koşullarının çok üstünde bir efor sarf ederek gazetecilik yapmaya çalışıyorlardı. Bir gün Tigris Haber ile beraber, bir gün de JINHA muhabiri Zehra Doğan ile beraber geçirdik.

 

Darbeden sonra Türkiye gerçek bir demokrasiye kavuştu algısı da oldu. Medya bu algıyı oluşturmada nasıl bir rol oynadı? Kürdistan’da savaş başlarken yine medya nasıl bir algı oluşturdu?

 

Medya, daha önceden tecrübeli oldukları için darbe gecesi benim gözlemlediğim -medyadan kastım ana akım medya- geçmişte de böyle olduğu. Darbenin kazanan tarafını teşhis edip ona göre pozisyon almak, zaten önceden beri becerdiği, sonraki manevralarla da kendisini kurtardığı yöntem. O gece de aynı şey oldu. Önce bir sessizlik, bekleme anı oldu, ama sonra medya kazanacak olan tarafı seçip onun yanında pozisyon aldı. Darbesever medyadan darbesavar medyaya dönüştü. Eskiden darbeseverdi, darbeleri destekliyordu. Ama şu an darbenin başarısız olacağını anladığı için darbesavar pozisyona geçti. Hande Fırat’ın Cumhurbaşkanı’na bağlanması, kitlelerin sokağa çıkmasında çok etkili oldu. Bunun ötesinde o akşam CNN Türk basıldı, baskınlar oldu. Bu gazetecilerin yaşamış olduğu stresi de düşünmek lazım. Onlar da çok zor bir şey atlattılar. Ama onun sonrası da gelinen aşama, kazananın üzerinden bunun tadını çıkarma haline dönüştü. Her gün televizyonlardan medyanın darbedeki rolünü medya kendi kendine över. Ve bu aslında Cumhurbaşkanı’nın, Başbakan’ın ve diğer AKP üyelerinin de yapmak istediği “Daha tehlike geçmedi. O yüzden ülkeyi savunmaya devam etmemiz gerekiyor” kısmında medya şu an çok önemli bir rol oynuyor. Medya, bu darbenin savunmasını, darbenin gerçekleşmemesini bir “kahramanlık” mitingine dönüşme sürecinde çok önemli rol oynuyor. Televizyonlarda sabahtan akşama kadar 15 Temmuz’daki videolar, bunları izliyoruz. Medya mesela güvenlik zafiyeti veya istihbarat zafiyeti olup olmadığını, ancak Erdoğan Al Jazeera İnternational’a “Ben darbeyi eniştemden öğrendim. Ciddi bir istihbarat zafiyeti var” dedikten sonra konuşmaya başladı, onun öncesinde konuşmuyordu. Sorması gereken soruların hiçbirini sormuyor. Ortada sürekli ifadeler dönüyor ve bu ifadelerden sizler de gazeteci olarak bir şey anlamıyorsunuzdur. Ben okuyucu olarak da bir şey anlamıyorum. Bu anlaşılmazlık içerisinde medya buradan bir şey çıkartmada veya doğru soruları çıkarmada rol oynamıyor. Burada medya işini bıraktı.

 

İlk kez gazetecilik bu kadar bitirilme noktasına getirildi. Soru sorma ve araştırma yok. Sadece önüne servis edilenler üzerinden propagandatif haberler dışına çıkılmıyor. Bu haliyle ne olacak?

 

Bu medyanın içinde bulunduğu manipülasyonun bir parçası aslında. Bundan iki gün önce Ferhat Sarıkaya’nın itirafları gazetelerde çarşaf çarşaf yayınlandı. Ondan sonra Haber’e konuk oldu. Adamın anlattığı şey, yargılama sürecinde nasıl manipüle edildiği, nasıl taraflı davrandığı, üzerinden Gülen Cemaati’nden para alarak bu süreci geçirdiği vesaire. Bütün bunları itiraf ettiği söyleniyor. Bir bakıyorsunuz Ferhat Sarıkaya, aynı zamanda görevine devam ediyor. Bir de işin öbür tarafı: Bunun üzerinden şu çıkarılıyor. Mesela Umut Kitabevi’nin bombalanmasının yargılama sürecinin ne kadar kötü yapıldığı üzerinden gidiyor. Umut Kitabevi bombalanmadı mı, bombalandı. Bu insanlar yakalanmadı mı, yakalandılar. Büyükanıt, “Tanırım, iyi çocuklardır” demedi mi, dedi. Bunun üzerinde ortada zaten hali hazırda olan bu gerçekliğin üzerini örtüp herşeyi bu sefer savcı Ferhat Sarıkaya veya onu yönlendirenler üzerine yıkıp işin içinden çıkma şeyi var. Her şey bir Cemaat’in, terör örgütü olarak nitelendirilen FETÖ/PDY’nin üzerine yıkılıp sonra bu süreçten demokrasi çıkartılma oyunu oynanıyor ve medya da bu oyunun en önemli faktörü. Birinin topluma bunu kabul ettirmesi gerekiyor. Medya burada rol oynuyor. Roboski’nin bombalanmasını FETÖ’cü generaller yapmıştır diyor bir siyasetçi. Medya da kalkıp da “Emri ben verdim” diyenler, “Tazminat verdik, daha ne istiyorlar” diyenleri sormuyor. O kısmından sonrasıyla ilgileniyor. Bu arada o insanların oraya çıkması -ne amaçla çıkıyor olurlarsa olsunlar- sonuçta askerlerin, tankların 246 kişiyi öldürmesi gerçekten büyük bir vahşet. Onları kahramanlaştırmak, onları insanlıktan çıkarmak ve bu iktidarın güçlenmesi için bir faktör haline dönüştürmede çok önemli rol oynuyor. Ve bu oynadıkları rol de gazetecilikle hiçbir şekilde bağdaşmayacak bir rol.

 

Türkiye tarihinde ilk defa bir gecede bu kadar siyasi dengeler, alt üst oluyor. 200-300 insan hayatını kaybediyor, bir sürü insan yaralanıyor. Ama insanların gerçek hikayeleri verilmiyor. Bu tür haberler sizce neye hizmet ediyor?

 

İktidar diyor ki, “Demokrasi bu iktidardır, böyledir. Bunun üzerinden insanlar öldüler, şehit oldular.” Bunu da ancak medya aracılığıyla vermeye çalışıyor. Medya da bu anlamda, geçmişte mesela Doğan Grubu’nun hükümetle arası ne kadar kötüydü. Şu anda mesela övgülere doyamadı. O yüzden ben geçenlerde söylemiştim ve yazmıştım. Eğer iktidar bir medyayı övüyorsa, orada bir sorun vardır. İktidar medyayı övmez. Çünkü medyanın görevi iktidarı halk adına eleştirmektir, denetlemektir. Eğer iktidar medyadan memnunsa medya işini yapmıyor demektir.

 

İlk defa medya bu kadar tek tipleşiyor. Birkaç gazete dışında. Türkiye’deki medyanın ilk defa bu kadar tek renge, tek söze dönüştüğünü görüyoruz.

 

İlk defa değil aslında. Daha önceki darbe dönemlerinde de böyle olmuştu. 12 Eylül döneminde askeri övüyordu. “İyi ki darbe oldu, kurtulduk” diyordu. Ama 90’larda da Sabah Gazetesi ile Hürriyet Gazetesi birbiriyle kapışsa da kendi içlerinde, her gün manşetlerden birbirlerine saldırsalar da mevzubahis Kürt sorunu, yakılan köyler, faili meçhuller olunca, yine aynı fikirdelerdi, aynı sözcüklerle çıkıyorlardı. Medyanın tek tipleşmesi yeni bir şey değil. Bir de bunun yanı sıra bir cadı avı var. İnsanlar bir takım ihbarlar, söylemler üzerinden gözaltına alınıyorlar. Mesela bana “FETÖ” demek komik geliyor açıkçası. Bir insana isminin kısaltılmasından böyle bir terör örgütü ismi. Buna da mesela “Ben böyle bir şey demiyorum” diyebilecek insan sayısı çok az. Çünkü demezse başına bir şey geleceğini biliyor.

 

Türkiye’de öyle bir atmosfer yaratıldı ki, cinsiyetçi, ırkçı söylemler, kişiler sokaklarda kol geziyor. Kadınlara yaşam alanları daraltılıyor. Kadın düşmanlığının artmasını nereye bağlıyorsunuz?

 

İktidarın zaten kadınlarla bir problemi olduğunu biliyoruz biz. Onları sürekli bir annelik pozisyonuna hapseden aile içerisinde o kadın için cehenneme dönse bile orada kalması gerektiğini dikte eden bir iktidar karşısındayız. Orada kadınları, kocalarını şehadete uğurlayan, arka planda kalan insanlar olmasını istiyor. O zamanlar bir takım örgütler de daha muhafazakar, daha İslami örgütler de akşamleyin olan eylemlerde kadınların olmaması gerektiğini açıkladılar zaten. Dolayısıyla kadın orada bir tehdit haline dönüşüyor. Bunun bir şeyinin de kadınların savaş koşullarının, çatışmaları daha çok sorgulayan taraf olmasından da korkulduğu için böyle olduğunu düşünüyorum. O sokaktaki çatışma halini, yükselen erkek sesini kırabileceği korkusuyla iktidar, bunları o meydanda istemiyor zaten. İnsanların kılık kıyafetlerinden bile darbecilik çıkarılabildiği, bu yüzden tacize, şiddete maruz kaldığı bir dönem yaşıyoruz.

 

Özellikle darbeden sonraki gün bütün gazetelerde bir fotoğraf çok dikkat çekiciydi. Kara çarşaflı bir kadın kamyon sürüyor. Kamyonun üzerinde de erkekler. Buna da “kadın devrimi” denildi. Demokrasi söyleminin ve kadın devriminin bu kadar çarpıtılması ne anlama geliyor?

 

Tabii ki oraya çıkan, onlara destek vermiş kadınlar da var. Ama pek çok ataerkil söylemde olduğu gibi kadınların oradaki varlığı aslında erkek gibi davranmasıyla övülüyor. “Kamyon kullanan kadın darbeyi önledi” oluyor. Aslında kadınlık kimliğinden çıkarıp başka bir şeyin içinde olması hali. Eğer gerçekten bunu bir kadın devrimi olarak görüyor olsalardı, o meydanlarda daha çok kadının olması için daha çok şey yaparlardı. O meydanlarda bunun için hiçbir politika görmüyoruz. İktidarın darbe girişimi sonrasında her akşam bazen Erdoğan’ın üç beş ile ayrı ayrı seslenerek konuşmalarının neresinde kadın var, kadınların özgürleşmesi var? Neresinde kadınların toplumdaki yeri var? Demokrasiden bahsediliyor. Demokrasi içerisinde kadın nerede var? Dolayısıyla da bu anlamda kadın devrimi diyemiyoruz.

 

Medyada kadın dili ve anti militarist dili kullanmamız, şimdiki süreci nasıl etkileyecek?

 

Kadın dili, barış dili. Aslında başka bir ihtimalin de var olduğunu söyleyecek. Kadınlar aslında sokaktalar, ama kimse görmüyor. “Kadınlar darbeye de diktaya da karşı” diyerek yine sokaklara çıkıyorlar. Bunun içinde çok farklı gruplar da var. Bir araya geliyorlar ve “Bu süreçten daha demokratik, nasıl bir sürece evrilebilir”i tartışıyorlar. Ama medya bunu görmüyor. Bu seslerin daha çok duyulmasını sağlamak, önemli bir şey. Çünkü o kadınlar erkeklerin anlamsız nedenle iktidar savaşları yüzünden nasıl birbirlerini öldürebildiklerini veya zarar verebildiklerini görebildikleri için kadınların geliştirebilecekleri, barışı sağlayacak başka bir dil var. O dilin yaygınlaşmasını, duyurulmasını sağlamak, şu anda en yapılabilecek şey. Ve bunun üzerinden de bütün bunları yaşayan kadınların ne düşündüğünü söylemek.

 

Bu kutuplaşma en çok medya eliyle yapıldı. Mesela tamamen suç olan -işkence, tecavüz- uygulamalar bu süreçte daha fazla yayınlanarak normalleştirildi. Medyanın bu konudaki yayın sorumluluğunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

Medya bunu yaygınlaştıralım diye yapmıyor. 27 Mayıs’ta Yassıada’daki Adnan Mendereslerin görüntülerini, Namık Gedik’in intihar ettikten sonraki kanlı halini gazetelere basabilmişse ki bunu Hürriyet yaptı. Hürriyet de Namık Gedik’le aile dostu olduğu halde bunu yaptı. Medyanın zaten gözü insan haklarını falan görmüyor. Medyanın gözü sadece iktidarda, nasıl daha fazla aferin alırıma bakıyor. Bir şeyin cezasız kalması ya da idam cezasının kolay konuşulur hale gelmesi, şiddetin bu kadar normalleştirilmesi, şiddet uygulayanların bu kadar göklere çıkarılması, tabi toplumda şunu yaratıyor: “Ben de bunları yaparsam başıma bir şey gelmez.” Kadın cinayetlerinde olduğu gibi. Dolayısıyla tabii ki şiddetin normalleştirilmesinde medyanın payı büyük olacak.

 

Bunun karşısında demokratik toplum bilincinin oluşturulmasında demokratik basın, demokratik değerlerle örülmüş hak haberciliğine ihtiyaç var. Bu nasıl inşa edilebilir?

 

Her şeye insan hakları temelinde bakmakla oluşturulur. Hem biraz daha cesur olmayı gerektirir. İşkenceye uğrayan insan darbeci bir insan bile olsa, ne olursa olsun işkence suçtur, insan haklarına aykırıdır. Bunu söylemekten vazgeçmemek gerekiyor ve bu ortam içerisinde kadınlara yönelik tacizler artıyorsa bunu göstermek gerekiyor. Bunun karşısında saldırılar tabii ki artıyor. Bunun karşısında güçlü durmak lazım. Eğer değerleri doğru yerlere koyarsak ve onun arkasında durursak, evet şu ortam geçtikten sonra geçmişe dönüp baktığınızda bu dönemi onurlu, insan haklarına, değerlere saygılı bir şekilde geçirdik diyebiliriz. Kaç darbe geçti, neler yaşandı. Hala ayakta duran, görüşleri toplumda güvenilir bulunan gazeteciler, akademisyenler vs. bütün bu süreçlerden bu şekilde geçmiş oldukları için, durdukları yerde sağlam durdukları için buradalar. Baskılar gelebiliyor, ama nihayetinde karşınızdaki insanlar sizin manipüle edilebilir bir insan olmadığınızı, sizi güvensiz göstermek ya da sizi damgalamak çok daha zor oluyor. Çünkü toplum için ikna edici olmuyor.


Bu söyleşi ilk olarak Özgür Gündem'de yayımlanmıştır