AYÇA ATİKOĞLU
Ortaokul ikinci sınfta idim, üç yıllık yurtdışı serüveninden dönmüş, Türkçe dersinde bocalayıp duruyordum ki, Kafkasya kökenli hocamıza; “Hocam biz de oralardan gelmişiz, Yusuf Paşa 'nın torunuyum ben” diyerek yaranma teşebbüsünde bulunmuştum, başarmıştım da...
Kendi yalanıma kendim de inanmış olacağım ki geçenlerde annem “Ne Kafkasyası, biz düpedüz Moskova'dan gelmişiz” deyince pek şaşırdım..
Şimdilerde bu durumu sık sık Türk basınında görüyorum, önce atıyor, sonra kendi attığına inanıyor..
Genç yaşta yitirdiğimiz bir arkadaşımızın ardından yayınlanan 'özel gazete “Rockfeller nüshası” gibiydi.
Yaşamı boyunca beni seven, öven, “kültür-sanatçı”dan yazı işleri müdürü bile yapan (yani kişisel hiçbir gıcığım olamaz ) bu arkadaşımız iyi bir gazeteci olmadığını yayımladığı gazete ile, iyi bir insan olmadığını da para vermediği çalışanlarının karşısında yoğurtlu iskender yiyeyerek (en basitinden ) kanıtlamış iken, neredeyse tümü yalan anlatımlarla mistifikiye edilmek istendi, kim inandı bilmiyorum, ama en azından okur kandırıldı..
Şimdilerde aynı ağız şapırdatma, aynı mistifikasyon çabası bir başka arkadaşa yapılıyor: Bu seferki arkadaşla hiç birlikte çalışmadık, ortak bir anımız yok. Simavi ile buluşmaya giderken yakın arkadaşına fısıldadığı “Gidiyorum görüşmeye, ama maaşımı kaybetmeyi göze alamam” cümlesi ve kaygılı yüzü görsel hafızamdaki tek fotoğrafıdır. Uzun saçlı karısı ve küçük kızı ile Ankara'dan gelmişti, arkadaşının evinde kalıyordu , iletişim üzerine 70'li yıllarda yazdığı çok beğendiğim kitabı dolayısı ile tanıyordum onu...
Seksenlerin başıydı ve bu genç doçent Enis Batur 'lu, Oğuz Demiralp'li bir çevreden geliyor, Bilgi'nin Karasu'larında yüzüyordu.
Simavi ile olumlu geçen görüşmesinin sonrasını ise hep birlikte izledik: Önce birkaç klasik Babıali çelmesi yedi, sonra biraz Barok çevrelerde dolaştı ve kül yutmamak üzere “baş”a geçti.
Stalin öldüğünde -geberdi- diye yazan bir gazeteyi (aynı haber Le Monde'da kril alfabesi ile verilmişti ) lümpen dilinden kurtararak amirallik rütbesine çıkarmak kuşkusuz gazetecilik başarısıdır, başarmıştı yani... Çok uzun bir süreyi çok az kişiyi işten atarak ve çok az kalp kırarak geçirmesi ise insani bir başarıdır, bunu da kabul ediyoruz (aynı süreçte bir başka büyük gazete 13 yönetim değiştirmiş, neredeyse herkes işten atılmış, sayısız kalp kırılmıştı, yayın yönetmenlerinin çoğu fincancı dükkânına giren fil gibi davranmışlardı)..
Ancak bu iletişimci arkadaş içeride gösterdiği vicdani duyarlılığı yayıncılık vicdanında göstermeyip, kâğıttan kaplan bile olamadı. Bu vicdan serüveninin kronolojisi çeşitli gazetelerde yazıldığı için uzun bir liste sıralamak , siyasi hesaplaşmaya yönelmek kuşkusuz benim işim değil, ama köşelerden yükselen “yüceltme” eğilimlerine bakınca “küçük” bir isyana en azından okur olarak hakkım var diye düşünüyorum:
Sivas'ta yakanları değil yakılanları kışkırtıcılıkla suçlayarak başladığı -VURUN KAHPEYE- politikası Orhan Pamuk'un Diyarbakır konuşması ve Ahmet Kaya ile devam etti, kışkırtıcılığa ve görmemezliğe devam da edecekti, 12 Eylül işkencelerinden sonra, önümüzdeki yıl darbenin 30. yılında yayımlanacak olan Diyarbakır Cezaevi dosyasını görmemekte de kararlıydı..
Şimdi bir kişinin yüceltilebilmesi için o kişinin en azından düşleri ile vasat'ın üzerine çıkması gerekmez mi? Oysa Amerikalıların attıkları teneke kutulara bile hayranlıkla bakan bir çocuğun büyüyünce Amerikan kasabası dekorundaki ışıl ışıl evine dışarıdan bakıp, - oldu - diye sevinmesi insanı en fazlasından vasat bir dünyalı yapar.
(Dekor Kostüm Osman Şengezer 'i okumuşmuydunuz?)
Gündelik hayatın felsefesini yapmak , kadın sevmek, iyi şarap içmek de, düşleri Maldivler'den öteye gitmeyen Mahsun Kırmızıgül'ün eski halinden öteye götürmez dünyalıyı... Arkasını dayayacak “güvenli” bir yer aramak (TSK gibi ), entellektüellere kişisel öfkesinden dolayı şarkıcıdan köşeci yapmak gibi övüle övüle bitirilemeyen haller ise özel değil , genel öfke psikolojisidir... Genel olduğu için de fazlasıyla sürecin özetidir: Gazeteciler Sitesi'nden villaya geçiş diye özetleyebileceğimiz T.G.S sonrası yöneticiler sürecinin özetidir bu arkadaş..
“Cemiyet” kültüründen bireysel yalnızlığa geçiş sürecinde bir gece Günay'da görmüştüm onu, Ebru Gündeş'in eski nişanlısı ve birkaç hafif popçu ile sürüklenilmiş bir yalnızlık içindeydi ve tabii ki etinden, sütünden faydalanılıp, pazar yazılarına dönüştürülecekti bu yalnızlığı...
Simone de Beuvoir gibi popüler bir feministin Sartre'dan başkasına aşık olabileceğini bilmeyecek kadar “kültür”e teğet geçen, hem de yanlış bilgi üstüne oturaklı yazılar yazan bu arkadaş, hedonizme ve iktidara ise hakkını verme samimiyetini gösteriyordu, bence en önemli özelliği de bu samimiyetti; hem iktidarın gücünü, hem muhalefetin onurunu isteyen yönetici-yazar tiplerinin yanında bu kendisini bir adım öne götürdü..
Aslında neresinden bakarsak bakalım, bu kadar muhabbete gerek yok galiba, bir süre sonra dönüp pekospillerimi geri ver de diyebilir...