19 Şubat 2014 02:26
Niras /BBC Media Action ortaklığıyla düzenlenen Objective Araştırmacı Gazetecilik Programı kapsamında T24’te yayınlanmakta olan ‘Türkiye’de Kültür Çatışması ve Son 10 Yılda Kültür-Sanat Politikası’ başlıklı yazı dizimizde kültür politikalarını konuşmaya İstanbul Bilgi Üniversitesi Sanat ve Kültür Yönetimi Bölümü öğretim üyesi Serhan Ada ile devam ediyoruz. Ada, aynı zamanda kültür politikaları alanında sivil öneriler oluşturulması yönünde çeşitli çalışmalara imza atmış isimlerden biri. Serhan Ada, gündemdeki Türkiye Sanat Kurumu (TÜSAK) tasarısının hedefinin ihaleler aracılığıyla birtakım yerlere fon aktarmak olduğunu belirterek ‘’İhale tek başına demokrasi anlamına gelmediği gibi kültür de sadece para değildir ve sadece parayla yönetilemez’’ diyor.
Bilgi Üniversitesi’nde 2011 yılında STK’lar, meslek örgütleri, sanatçılar bir araya gelerek Sivil Toplum Gözüyle Türkiye Kültür Politikası Raporu’nu hazırladınız. Bu süreci biraz anlatır mısınız?
Türkiye 2007’de, Avrupa Konseyi’ne bir kültür politikasının Konsey’in gözden geçirme sistemi çerçevesinde hazırlanacağına dair söz verdi. 2007’de bu konu kesinleştiğinde ‘’Bu işi aşağıdan yukarıya doğru yapalım’ diye bir öneride bulunduk. Yani kültür ve sanat kurumları bir altyapı çalışması yapsın, siz de Bakanlık olarak buradan yola çıkarak ulusal kültür politikasını hazırlayın denildi. Kültür Bakanlığı’ndaki bürokratlar başlangıçta tamam dediler ama olmadı. Nedeni sorulunca da ‘yukarıdan’ hayır dendiği söylendi. O günden sonra kültür alanının sivil aktörleri olarak, akademisyenler, sanatçılar, STK’lar, meslek örgütlerinin içinde bulunduğu 185 kişi bir araya gelerek 2011’de bir sivil kültür politikası hazırladık. Sivil ve bağımsız kesim oturup ulusal raporun çıkmasını beklemedi, bunun yerine kendi pozisyonunu belirlemiş oldu.
Sivil toplumun sesi ne kadar dinlenir durumda?
Dinlenip dinlenmeme ikinci bir konu çünkü bir üflemeyle dağılacak bir yapının karşısında bir içerik üretiyorsanız bu mutlaka bir değer ifade eder. Belki şimdi etmez ama yarın mutlaka eder. Biz 185 kişiyle birlikte sivil bir Kültür Politikası yazımına giriştik. Belki Don Kişot’ça bir girişimdi ama ortaya bir şey çıktı. Durmalı mıyız, hayır. Bugün TÜSAK konuşuluyorsa TÜSAK için de aynı şeyi yapmalıyız. Yeni pozisyonlar üretmeliyiz. Örneğin bugün yerel yönetimler konuşuluyorsa, bugün sivil vatandaşlar, üniformasızlar olarak gidip bir partiye üye olmaktansa bir pozisyon üretmeliyiz.
Yeni anayasa çalışmalarında TUSİAD, MUSİAD ile görüşmeler yapıldı. Ertesi gün gazetelerde ‘Devlet sivil toplum ile görüştü’ denildi. Sivil toplum bu değil. Sivil toplum belirli bir kitlenin ekonomik ve sosyal çıkarları peşinde çıkan örgütler anlamına gelmiyor. Sivil toplum anayasada olmayan ve sadece bu nedenle korunması gereken her şey demektir. Türkçede güzel bir laf var, “sivil” çıplak olana deniliyor. Üniformasız, apoletsiz olmak anlamında. Ancak burada şöyle bir şey de var, maalesef itilip kakılmış olmak ve iktidarın köteğini yemek nedeniyle sivil toplum da yanlış reaksiyonlar geliştirmiş durumda.
Ne gibi yanlış reaksiyonlar?
Bir kere içerik üretemeyen aydın problemi var bu ülkede. Hep gazete yazısı, gazete demeci, televizyon konuşması düzleminde kalıyor. İçerik üretemeyen aydın problemi belki Cumhuriyetin ilk dönemlerine göre daha fazla var olan, daha fazla görünür olan bir problem günümüzde, tuhaf bir şekilde... Çaresiz bazı eylemler yapıyoruz. Toplu protesto mektupları, Gezi’deki ağaçlara sarılmak. Bunlara karşı değilim ama bunlar gerçeğin azıcık bir aydınlanmış bir yüzünü temsil ediyor. Öbür tarafında ise artık pozisyon üretmek lazım.
Haliç’teki meşhur, korkunç köprü yapılırken birisi de çıkıp “bu köprü şöyle de yapılabilir, şöyle bir çözüm de mümkündür” demeliydi. Kim dinlerdi meselesi başka bir şey. En azından kayda geçerdi. Sivil toplum ancak içerik ürettikçe hegemonyanın karşısında bir duruş sahibi olabilir.
Bugün sivil anlamda mahalle bazında çeşitli örgütlenmeler ve forumlar oluşmuş durumda. Bu, bahsettiğiniz anlamda bir pozisyona dönüşebilir mi sizce?
Dönüşebilir ancak burada toparlayıcılık görevini kimin yapacağı çok önemli. Size iki örnek vereyim. Sulukule’de çok önemli bir direniş yaşandı, birçok atölye çalışması yapıldı. Öte yanda, bir başka örneği hatırlatayım; Bienal’de Rum İlkokulu’nda bir Fransız sanatçının Tayland’da eski bir site binasının yıkılması üzerine bir video çalışması vardı. Onun görsel etkisi bütün yapılan işlerden daha şiddetliydi. Bir kere sanatın böyle bir görevi var. Bütün yapılanlar gereksizdir demeye çalışmıyorum, öyle anlaşılmasın. Ama olayın ruhunun nerede olduğunu anlamamız lazım.
‘Gentrification’ (mutenalaştırma) dediğimiz şey çok kolay teşhis edilir. Teşhis kolaydır ama derinlemesine bakış ve kavrayış tedavi için şart. Tarlabaşı’nda yapılmak isteneni ele alalım. Tarlabaşı’nda şu anda oturanlar nereden buraya geldiler ve buradan nereye gidiyorlar? Oraya gelenler kimdiler ve nereden buraya geliyorlar? Hangi bünyede bu hastalık kronikleşiyor? Bu soruların cevaplarını aramak durumundayız. Yani ‘gentrification’ın statiğini değil dinamiğini kavramaya çalışmalıyız. Bu dinamiği kavrarsak her seçimden sonra ‘eyvah yine kaybettik’ demeyiz.
Bizler teşhis koymakta çok iyiyiz ama tedavide çok kötüyüz. Kentsel dönüşüm var, evet, tespit ediyoruz. Gelgelelim kentsel dönüşüm konusunda bizim önerdiğimiz nedir, bunu ortaya koymak lazım. Belki bugün dinlemeyecekler ama günün birinde bu bir pozisyon olacaktır. Bizim işimiz, ‘aman burada böyle bir şey yapılıyor!’ dedektifliği olduğu kadar ‘O köprü öyle değil böyle yapılır’ demektir çünkü bizim aramızda daha iyi beyinler var. ‘Bunlar sadece oturur, eleştirirler’ algısını tersine çevirmemiz lazım. Ve bu işi yaparken - ki biz sivil Kültür Politikası metnini oluştururken böyle yaptık - tüm tarafları bir masanın etrafında buluşmaya ısrarla davet etmek lazım. Biz ve onlar demeden biz bunu yaptık. Kültür Bakanlığı’nın, Avrupa Konseyi’nin temsilcilerini zorla da olsa o masaya çağırdık. Çünkü ancak içeriğin üretildiği noktada sivil toplumdan konuşmak mümkün hale geliyor.
Türkiye’de son on yıllık dönemde uygulanmakta olan kültür politikalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kültür ve Turizm Bakanı olmak Türkiye’de önemli bir iş. Bunu günde beş vakit Türkiye’nin kültür bakanlarına hatırlatmak lazım. Ben şu son dönemde gelmiş geçmiş en ciddi Kültür Bakanı’nın, yaptığı işi ciddiye aldığı için, Attila Koç olduğu kanısındayım. Bunu kendi sübjektif değerlendirmem doğrultusunda söylüyorum; siyasi duruş olarak kimin nerede durduğunu bir an için bir tarafa bırakıyorum. Bir görevi alınca o görevin gereğini yerine getirmek diye bir şey var. Kültür Bakanlığı liselerdeki Beden Eğitimi öğretmenliği değildir. Türkiye Cumhuriyeti’nde Kültür Bakanlığı önemli bir görevdir, bu ikinci sınıf bir bakanlık değildir.
Bir önceki bakanı (Ertuğrul Günay) kastederek örnek olsun diye söylüyorum; Ankara Cer Modern’in işletmesini AKP’li eski bir yöneticinin yakınına verirken - ki umarım çok da iyi işletiyorlardır - “kapı kapı dolaşıp bu işi devralacak birisini aradım” diyorsa ve o bakanlığın elinde Kültür Yatırım ve Girişimlerini Teşvik Kanunu gibi bir enstrümanı olmasına rağmen ‘kapı kapı aradım’ diyorsa orada bir hata vardır. Bu bakışla Bakanlıkları bir memur-bürokrat kadrosu yürütüyor. Bakanların etkisini çok ender olarak görüyoruz.
Esas eksiklik bir kültür vizyonu olmayışında. Ben kültür alanına dair bütüncül bir vizyon olduğu kanısında değilim. Bugün kültüre dair vizyon, Mehmet Akif Ersoy’da donmuş gibi duruyor. Hatta Sezai Karakoç’a, Beşir Ayvazoğlu’na kadar bile uzanamıyor çünkü kucaklayıcı değil, topyekûn bir vizyon değil.
“Bugün Kars’ta bir Belediye Başkanlığı değişimi var dolayısıyla heykel yıkılabilir. Yarın Ermenistan ile ilişkiler düzelecek çünkü 1915’in yüzüncü yıldönümü 2015 kapıda. O halde tekrar bir heykel dikilebilir’’ anlayışıyla siyaset olamaz. Böyle bir kültür politikası olamaz. Kültür politikasında devamlılıklar olur ve o devamlılıklar altında dönemin dayattığı bazı öncelikler olabilir. Dolayısıyla İstanbul Modern’i ‘AB’ye giriyoruz’ deyip erkenden açtırıp veya Santral İstanbul’u erken seçim var diye daha bitmeden açtırıp ertesi gün “bunlar içki içiyorlar, benim bunlara ihtiyacım yok” demek olmaz.
Bahsettiğiniz sivil kültür politikaları için çalışmalara muhafazakar kesimden isimleri davet ettiniz mi?
Her zaman davet edildiler. Ertuğrul Günay’ın Kültür Bakanlığı zamanında, muhafazakar kesimden de olmak üzere pek çok yazar, şair, düşünür dahil olmak üzere her kesim geldi. Ama kimler toplantıyı çok işleri olduğu için erken terk etti, kimler burada kültür mühendisliği yapılıyor dedi, isterseniz buna girmeyelim.
Muhafazakar kesimden sanat-düşün insanlarının bir bölümünde hala İstanbul odaklı bir kültür oligarşisinin sürdüğüne dair bir kanı var, sizce bunda bir haklılık payı var mı?
Sosyo-psikolojik endişelerden sıyrılmadıkça taraflar birbiriyle konuşmaya devam edemez. Bu, mağduriyet edebiyatının kültür alanındaki devamıdır. Buna çok itibar etmekten yana değilim. Ben yürüyelim diyorum. Konuşarak, tartışarak, kavga ederek ama beraber yürüyelim.
Geçen sene beş yıllık kalkınma planı hazırlığı sırasında Kalkınma Bakanlığı ihtisas toplantısında her kesimden insan vardı. “Mağdur olan” muhafazakar kesim de çoğunluktaydı. Birlikte konuşuldu, tartışıldı, kavga da edildi. Rapora yansımadı ama bir sonrakine yansır. Birlikte yürümeye devam etmemiz lazım. Başka alanlarda yapılmayan şeyi kültür alanında yapalım çünkü kültürde çok hızlı bir şekilde zemin kaybediyoruz.
Sanat eleştirmeni Beral Madra, “2010 Avrupa Kültür Başkenti projesinde devlet sivil toplumun düşlerini gerçeğe dönüştürmekten kaçındı, geri adım attı” yorumunda bulundu bu dosyada. Siz 2010 sürecini devlet-sivil toplum ilişkisi açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?
İyi şeyler yapılmadı değil ama ben ne yazık ki 2010’u kaçırılmış bir fırsat olarak değerlendiriyorum. Yeteri kadar dersleri çıkarılmamış bir örnek olaydır. Arşivinin ortada olmaması da söylediklerimin kanıtıdır. Başarılı projeleri alt alta koyalım, başarılı olabilecek ama yapılmamış projeleri alt alta koyalım ve bence 2010’u bir kez daha değerlendirelim. Ben baştan itibaren 2010’un çizdiği İstanbul’un değil ‘Öteki İstanbul’un’ aday olması gerektiğini söylemiştim. İstanbul Kültür Başkenti projesi, Şişli’den Kadıköy’e oradan Fatih’e çizilen bir üçgende değil bu üçgenin dışında kalan bir yerde olmalıydı. Aksi halde biz hâlâ ‘varoşları anlayamadık’ diye söylenmeye devam ederiz. Sivil toplum tanımını da bu şekilde okumamız gerektiği kanısındayım.
2010 projesinden destek alan kurumların bugün kültür hayatında yeri olup olmadıklarına, sürekliliğine bakmak lazım demiştiniz bir söyleşide…
İhale alan şirketlerin listesine, ne kadarlık ihale aldıklarına, Kültür A.Ş de, Bilgi Üniversitesi de dahil tüm kurumlara ve yaptıklarına bakalım. 2010 kültür alanına ne kazandırmış ne kazandırmamış anlaşılır. İhaleleri alan kişi ve kurumlar o gün neredeydiler, bugün ne yapıyorlar? Ancak bunun için şeffaf veriler olması lazım, ihalelerin hangi şirketlere verildiğini hala bilmiyoruz. Ondan sonra çok sayıda proje oldu diye kah övünüldü, kah yerinildi. Çok sayıda proje elbette olur, siz bunun nedenlerini açıklamazsanız insanlar o zaman ben de başvurayım diye düşünür.
TÜSAK tasarısını özerklik açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?
Özerklik ve TÜSAK konusunda tavrım çok belli. Türkiye’de özerkliğin çok yaralı bir tarihi olduğu kanısındayım. Türkiye’de adı özerk olan kurumlara bakın, YÖK, RTÜK, TRT ve bana özerklikten bahsedin… Bu özerklik ipini bizi daha yükseklere çıkarmak için kullanmak taraftarı değilim zira daha sonra o ip bizim boynumuza ilmek olarak geçiyor. Bugün bunu önerirsek, en fazla bizlerin dışlanacağı bir yapıyı önermiş oluruz. Bunu yapmak isteyenlerin bazılarının bu özerk kurumun başında bir pozisyon almayı umduklarını söyleyip susayım dilerseniz.
TÜSAK gibi bir kuruma neden ihtiyaç duyuluyor dersiniz?
‘Bizden olan birileri’ne kaynak aktarmak amacıyla. İhaleler aracılığıyla alanda birikimi olmayan birtakım yerlere fon aktarmak amaçlandı. İhale tek başına demokrasi değildir. O konuda belirli bir birikim gerektirir. Bir arka plan, geçmiş bir deneyim sunmanız beklenir. Ben geçmişte Radikal’de “İhalistan” diye yazmıştım. Şimdi sanırım herkes ne olduğunu anladı.
Özetle, TÜSAK’a bir kavram olarak karşı olmak da mümkün değil ama performans kriterleri, değerlendirme kriterleri, şeffaflık, hesap verebilirlik ve hedeflerle yönetim olmadığı sürece TÜSAK’ın istikbali de çok açık görünmüyor. TÜSAK tasarısında, kurumun eksik gördüğü konularda ihale açma yetkisi var. Bu doğrudan alana girmektir.
Oysa kültür sadece para değildir ve sadece parayla yönetilemez. Tabii ki para çok önemlidir, devlet desteği çok önemlidir ancak bu alan, çok güzel bir deyişle söylendiği gibi, ‘iki kalas bir heves’tir de aynı zamanda.
TÜSAK, Bakanlar Kurulu kararı ile atanmış isimlerden oluşacak deniliyor. Burada Kültür Bakanı da devreden çıkıp belirleyici otorite olarak Başbakanlık devreye giriyor.
Hatta kuruldakileri ağır kusur ya da suç işleme durumunda görevden alma yetkisi de Başbakan’ın onayıyla mümkün oluyor. Şu anda bu yasa tasarısı gündemde değil ama bir torba yasa ile gündeme geleceğine dair kuvveti duyumlar var. Ancak ben dedikodularla hareket etmek tercihinde değilim.
TÜSAK İngiltere Sanat Konseyi modeli üzerinden düşünülmüş gibi duran bir model ancak örneğin bir Güney Afrika örneği var. Merkezden yönetimin yerinden yönetime, adem-i- merkeziyete gitmesi çok önemli çünkü o zaman kültürel çeşitlilik bir nebze olsa bile sağlanmış olacaktır. Yerinden yönetim özerklik kadar en fazla üzerinde durmamız ve bastırmamız gereken konu.
Ekim ayında Avrupa Konseyi’nin (AK) bağımsız uzmanlarının değerlendirmelerinden oluşan bir Türkiye Kültür Politikası Raporu yayınlandı. Raporda kültür politikaları stratejisinin olmadığı gibi bir gözlem var, ne diyorsunuz bu saptamaya?
Burada enteresan bir tablo ortaya çıktı. İki yıl önce bazı maddi bilgileri eksik olmasına rağmen devlet ‘’Ulusal Rapor çıksın da biz üzerine yorum yapalım’’ demeden sivil kesimin hazırladığı bir rapor var. Ayrıca bir Ulusal Rapor var. Son olarak bir de bağımsız uzmanların hazırladığı bir gözden geçirme raporu var. Şimdi bu üçünün bağdaştırılması değil; birlikte yorumlanması ve üçünün birlikte ne dediği üzerine çalışılması gerekir. Ekim ayı ortasında hem Kültür Bakanlığı’nın Ulusal Raporu hem de uzmanların hazırladığı Gözden Geçirme Raporu yayınlandı Avrupa Konseyi’nin sitesinde. Bakanlığın 15 gün içinde bunu web sitesinde yayınlama zorunluluğu var. Raporun yayınlanıp yayınlanmadığını Kültür Bakanlığı’nın web sitesinden inceleyip görebilirsiniz. Henüz çıt yok.
AKP iktidarına son döneminde en çok getirilen eleştirilerden biri Kemalist rejimin araçlarını aynen kullandığı, toplumsal tahayyülü tek tipleştirdiği yönünde, katılır mısınız?
Cumhuriyet’in sert, dar kalıpları hala sapasağlam duruyor. Çok açık söyleyeyim Sulukule’ye ‘postmodern Dersim’ diyorum ben, insanları 45 km öteye yerleştirirseniz bu sürgündür bugünün koşullarında. Aynı şekilde zorunlu olarak müfredata konulan Peygamberin Hayatı dersine de Postmodern İnkılap Tarihi Dersi diyorum.
© Tüm hakları saklıdır.