Halil Karaveli*
Koronavirüs, Türkiye tarihinde bir dönüm noktası olmaya aday. Pandemi, Türk devleti için yalnız tarihinin en büyük sınavını oluşturmakla kalmıyor dahası radikal değişimlere de kapı aralıyor. Çünkü kriz, sağcı sınıf devletinin yerini sosyal devlete bırakmasının devletin bekası için elzem olduğunu gösteriyor. Eğer pandemi toplumun dokusunda büyük hasar yaratırsa, beka kaygısıyla pekala neoliberal, sınıf ayrımcı devlet politikaları terk edilebilir. Türk devlet geleneğinin son iki yüz yıllık tarihinin ışığında, bu öngörü sanıldığından daha gerçekçi olabilir.
Türk devleti, mevcut siyasi ve ekonomik düzenin değişmesi için bayrak açanları bugüne kadar hep ezdi, sindirdi. Solcular ve Kürtler devleti bu nedenle "ceberrut devlet" olarak bildiler. Buna mukabil milliyetçiler için "bin yıllık devlet geleneği" hep gurur kaynağı olageldi. Koronavirüs şimdi hem devletin -varsayılan- gücünü sorgulamaya açıyor, hem ceberrut, sağcı bir devletin yerini merhametli, sosyal bir devlete bırakması gereğinin altını çiziyor.
Ahmet Davutoğlu kısa süre önce Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bağış kampanyasına tepki göstererek, "Sosyal devletin toplumdan yardım istemediğini, yardım ettiğini" hatırlattı. CHP Grup Başkanvekili Engin Altay da, kampanyanın devletin vatandaşın gördüğü kadar güçlü olmadığını gösterdiği yorumunu yaptı.
Pandemi aynı zamanda Türk devletinin sınıf ayrımcılığını herkesin görebileceği şekilde açığa vurdu. DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu, Koronavirüs'le mücadelede işçilerin "gözden çıkarılmasını", "sefalete itilmesini" protesto ederken, Hükümet’in sermayeyi gözeten, işçilere sahip çıkmayan politikalarının sınıfsal tercihlerini ifşa ettiğini söyledi. Türk-İş genel sekreteri Pevrul Kavlak da "Özelleştirmenin bedeli ödeniyor" saptamasıyla, 1980’lerden beri uygulanagelen neoliberal politikaların Türkiye’yi -başka pek çok ülke gibi- salgına karşı savunmasız bıraktığı eleştirisini dile getirdi.
Anayasal tanımlamasıyla "sosyal devlet" olan Türkiye Cumhuriyeti, pratikte bu tanımlamanın davet ettiği sosyal adalet ve sermaye karşısında emeği savunmasız bırakmama ilkelerini hiçbir zaman sahiplenmedi. Tersine, sahiplenmeye yeltenenleri cezalandırdı. Devlet politikaları her zaman sermaye sınıfına hizmet etti. Geniş halk kesimlerinin sözümona savunucusu olma iddiasındaki muhafazakâr iktidarlar bu gerçeği -geniş halk kitlelerinin dini kültürünü sahiplenmeleri sayesinde- kurnazca gizlemeyi bildiler. AKP bu köklü geleneğin sadece en son halkası. "Merkez"e karşı "çevre"nin temsilcisi rolündeki AKP’li, Erdoğan’lı yıllarda, en zengin yüzde 1’ in toplumsal servetteki payı yüzde 43 arttı. Bu herhalde çok mutlu azınlık bugün Türkiye toplumunun servetinin yüzde 54’üne sahip.
Bu bağlamda, Ahmet Davutoğlu gibi bir muhafazakârın, salgının izinde sosyal patlama tehlikesine işaret etmesi, iktidarı uyarması, özellikle dikkate değer. İktidar büyük bir olasılıkla, işçi temsilcilerinin protestolarını risksiz bir şekilde göz ardı edebileceğini hesap ediyor. Sendikalar zaten güçsüz, işçilerin ezici çoğunluğu da son iki yıldır ekonominin bozulmasına rağmen AKP’yi desteklemeye devam ediyorlar ve bunun değişeceğine dair herhangi bir emare yok.
Türkiye’de değişimi siyaset sahnesinden beklememek gerekiyor. Türk siyaseti uzun yıllardır sınıf düzeninin değişemeyeceği, hatta değişmemesi gerektiği ön kabulünün getirdiği zafiyetten mustarip. AKP ve MHP’nin temsil ettiği sağ, 1980’lerin sonlarından itibaren soldan hiç tehdit edilmeme lüksünü yaşayageldi. Radikal sol marjinal; merkez solun da serbest piyasayla, neoliberalizmle bir derdi yok.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu solun geçmişte, yani Ecevitli 1970’lerde, gelir adaleti talep etmiş olmasını bir hata olarak tanımladı. Kılıçdaroğlu, sol-sağ ayrımının anlamının artık kalmadığını savunuyor, bundan böyle tek önemli olanın demokratlar ve demokrat olmayanlar arasındaki ayrım olduğunu ileri sürüyor. Gel gelelim, Türkiye’de otoriter devletin hep sermaye sınıfına hizmet edegelmiş olduğu gerçeği, sermayenin çıkarları ve otoriterizmin sürekliliği arasındaki temel ilişkinin varlığı göz önünde bulundurulursa, ne sol-sağ ayrımının ne de devletin sınıfsal niteliğinin demokrasinin bekasından soyutlanamayacağı anlaşılır. Sendikalar güçsüz çünkü devlet politikaları bunu buyuruyor. 1980 darbesiyle Türkiye’ye neoliberalizm empoze edildi ve devletin güvenliğini tehdit ettiği iddiasıyla grev yasaklayan AKP iktidarı ile 1980 darbecileri arasında bariz bir ideolojik devamlılık var.
Türk demokratlar -bunlar ister AKP’den kopmuş muhafazakârlar, ister liberaller veya sosyal demokratlar olsun- Türkiye’nin demokrasi sorununun Erdoğan’dan veya en fazla onun temsil ettiği devlet aygıtından ibaret olduğunu varsayma hatasını işliyorlar. Ali Babacan’ın yeni muhafazakâr partisinin programında yazdığı gibi, "bireyin özgürlüklerini devlete karşı korumaya" soyunuyorlar. Halkın korunmak için devletten medet umduğu bir zamanda böyle bir programın hiçbir siyasi getirisi olmayacağı açık.
Türkiye tarihinde değişim hiçbir zaman toplumsal güçlerin kurulmuş düzeni alaşağı etmeyi başarmaları sonucunda gerçekleşmedi. Değişim hep devlet bunun kendi çıkarına olduğuna kanaat getirip sahiplenmesiyle gerçekleşti. Tanzimat bürokratlarının yenilikçiliği ve erken Cumhuriyet bürokratlarının kapitalist değişim ve gelişim için kollarını sıvamaları örneklerinde olduğu gibi. Erken Cumhuriyet bürokratları kapitalist değişime, bunun devleti de zengin ve güçlü kılacağına güvendikleri için önayak olmuşlardı. Yaklaşımları pragmatik idi. Eğer sosyalizmin devletin çıkarlarına kapitalizmden daha iyi hizmet edeceğine inanç getirmiş olsalardı, o yola sapmaktan hiç çekinmezlerdi. Ankara valisi Nevzat Tandoğan'ın "Memlekete komünizm lâzımsa, onu biz getiririz" sözleri bu yaklaşımı çok güzel özetliyor.
Eğer Koronavirüs devleti zayıf, vatandaşlarının sağlık ve geçimini korumakta yetersiz, hatta aciz olarak ifşa ederse, devlet pekala meydanı piyasa güçlerine bırakmanın, yalnız sermayenin çıkarlarını gözetmenin artık kendi çıkarına olmadığı sonucuna varabilir. Eğer salgın toplumu altüst eder, istikrarı tehdit edebilecek sonuçlar doğurursa, devlet aklı neoliberal sınıf politikalarının terk edilmesini ve emekten yana bir paylaşımı emredebilir.
*Halil Karaveli İsveç-Amerikan İpek Yolu Araştırmaları Enstitüsünde Türkiye sorumlusu ve Turkey Analyst https://www.turkeyanalyst.org/ yayınının editörü. Türkiye tarihini sol perspektiften yorumlayan kitabı Why Turkey is Authoritarian: From Atatürk to Erdoğan 2018 de Pluto Press tarafından yayınlandı.