11 Eylül 2020 00:00
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Türkiye’de hep hassas bir konu olmuştur. Başbakan Bülent Ecevit’in Atilla Harekâtı emrini vermesinden 9 yıl sonra 1983’te kurulan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti hâlâ Türkiye’de yaygın olarak “yavru vatan” olarak nitelendirilir.
Belki de bu yüzden Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’nın adanın Türkiye’den bağımsızlığı ile ilgili The Guardian’a yaptığı açıklamalar Ankara’nın tepkisini çekti, günlerce haberlerde ve köşe yazılarında yer buldu…
T24’e yaptığı açıklamalarında halk oylamasıyla seçilmiş bir Cumhurbaşkanı olduğunu hatırlatan Mustafa Akıncı, kendisinin “Türkiye düşmanı” olarak nitelendirilmesinin “akıl almaz” olduğunu söyledi. TSK’nın Suriye’nin kuzeyine yaptığı operasyonla ilgili söylediği "Şimdi Barış Pınarı desek de akan su değil kandır. Bu nedenle bir an önce diyalog ve diplomasinin devreye girmesi en büyük dileğimdir" sözlerine de değinen Akıncı, siyasi yaşamı boyunca hep diplomasiden ve barıştan yana olduğunu, bu açıklamayla bazı çevrelerce yorumlandığı gibi, “Teröristlerle masaya oturun” gibi bir yaklaşımı olmadığını ifade etti.
Akıncı’nın, kendine bu yakıştırmaları yapmaya çalışanlara da yaklaşımı açıktı; “Kıbrıs Türkünün içinde Türkiye düşmanı yaratmaya heveslenmesin bazı kişiler; hele ki seçim döneminde”. Akıncı geçen günlerde Euronews’a yaptığı açıklamalarda, “Seçimlere dışarıdan müdahaleye dair ipuçları var” demişti.
KKTC’de polisin ve itfaiyenin sadece kağıt üstünde hükûmet ile belediyelere bağlı olduğunu ve tarih boyunca KKTC Merkez Bankası’nın başında Türk bürokratlar olduğunu hatırlatan Akıncı, “Türkiye’nin KKTC’ye sadece balık vermeyip, balık tutmayı öğretmesi gerektiğini” düşündüğünü ifade etti.
Akıncı, KKTC’nin de Türk lirası kullandığını belirterek Türk ekonomisinde yaşanan tüm problemlerin ada devletinin ekonomisini de sarstığını söyledi.
KKTC’nin Türkiye ile kardeşlik ilişkilerini koruması, ancak Ankara’dan bağımsız da ayakta durabilmesi gerektiğini sıkça vurgulayan Cumhurbaşkanı Akıncı, Türkiye ile KKTC arasındaki mevcut ilişkinin sağlıklı ve sürdürülebilir olmadığını dile getirdi.
KKTC-Ankara hattındaki ilişkilerin durumu konusunda özeleştiri yapmaları gerektiğini de ifade eden Akıncı, “Biz Kıbrıslı Türkler ayağımızı yorganımıza göre uzatmayı da öğrenebilmeliyiz. Yaşadığımız ganimet ekonomisinden artık sıyrılabilmeliyiz. Kendi kendimize daha yeterli olmak için gerekli fedakarlıkları üstlenebilmeliyiz. Yani bu konuları konuşurken biraz da çuvaldızı kendimize batırabilmeliyiz. Yaptığımız yanlışlar var” değerlendirmesinde bulundu. Akıncı, “Kıbrıs Türk halkı biat anlayışında değildir; yani otur denilince oturacak, kalk deyince kalkacak bir anlayışa asla sahip değildir” ifadelerini de kullandı.
Akıncı 2015’te göreve ilk geldiğinde KKTC ile Güney Kıbrıs Rum Yönetimi arasındaki barış sürecinin ilerleyeceğine dair umutlar yeşermişti, ancak durum böyle gelişmedi ve görüşmeler tekrar durma noktasına geldi. Akıncı, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres’in sözlerini tekrarlayarak Crans Montana’da tarihi bir fırsatın tepildiğini ve o dönem sonuca çok yaklaştıklarına inandığını söyledi.
Cumhurbaşkanı barış sürecinin geleceği ile ilgili de şu değerlendirmede bulundu:
“Kıbrıs’a baktığımız zaman Kıbrıs’ta nasıl bir çözüm mümkün, onun gerçekçi değerlendirmesini yaptığımızda elimizde çok fazla alternatif olmadığını görüyoruz. Yani Kıbrıs’ta tek devlet derken aslında Kıbrıs’ta federatif bir yapılanmadan bahsediyoruz. Uluslararası kimlik bakımından yani BM’de temsiliyet, Avrupa Birliği’nde temsiliyet bakımından tek bir yapılanma söz konusu olabilir ama Kıbrıs’ın kendi içinde zaten iki devletli bir yapı olacak“
Akıncı, KKTC’deki 11 Ekim seçimlerinden sonra BM Genel Sekreteri Antonio Gutteres’in taraflara çağrıda bulunarak gayriresmi bir beşli konferans düzenleneceğini, bu konferansta Kıbrıs’ın iki tarafıyla garantör ülkeler Birleşik Krallık, Yunanistan ve Türkiye’nin yer alacağını aktardı.
KKTC lideri şu ana kadar çağrıları olumlu karşılık bulmasa da Türkiye ile kendi hükûmetinin Doğu Akdeniz konusunda diyaloga hâlâ açık olduğunu vurguladı. Akıncı, “Türkiye haritasına baktığınızda sahillerin uzunluğu ortada dolayısıyla KKTC’yi ve Türkiye’yi enerji denkleminin dışında düşünmekten daha yanlış bir şey olamaz. Bu bölgede eğer tüm tarafların kazançlı çıkacağı kazasız, belasız, gerginliklerin olmayacağı ve herkesin kazanacağı bir formül isteniyorsa, gerek Türkiye, gerekse KKTC bu formülün içinde yer almalı” diye konuştu.
KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı’nın T24’ün sorularına verdiği yanıtlar şöyle...
İlk önce adada Kuzey ve Güney arasındaki ilişkilere değinmek istiyorum. Siz ilk göreve başladığınızda adada ve dünyada Kıbrıs’ta kalıcı çözüme dair çok büyük umutlar vardı. Ancak uzun yıllar sonra ilişkiler tekrar çıkmaza girmiş gibi görünüyor bugünlerde. Cumhurbaşkanı olduktan sonraki tecrübeniz ve tanıklıklarınız ne gösteriyor size adada çözümle ilgili? Adada çözüm ümidi zayıfladı mı sizce?
2015 yılında ben göreve geldiğim zaman bir çözüme ulaşılması için tüm gücümle uğraş verdim. Bunu dost düşman herkes gördü. Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği camiası ve en önemlisi Kıbrıs’taki kamuoyu, Türkü ile Rumu ile herkes gördü. Aslında Kıbrıs Türk tarafı şimdilerde değil 2004 yılında Annan Planı’na karşı ortaya koyduğu tutumuyla da Kıbrıs’ta çözümü isteyen taraf oldu. Benim dönemimde Crans Montana’ya kadar getirdiğimiz süreç 1960’lı yıllardan bu yana garantörlerin de dahil olabildiği beşli bir konferans aşamasına kadar ulaştı ve BM Genel Sekreteri’nin deyimiyle aslında Crans Montana’da tarihi bir fırsat yitirildi. Bence de çözüme ramak kaldığımız bir noktaydı. Ancak seçim kaygısıyla Kıbrıslı Rum lider atılması gereken son adımlarda gerekeni yapamadı. Aslında Kıbrıs’la ilgili şunu söylemek mümkündür, Kıbrıs’ta artık uzun uzadıya müzakere edilecek çok fazla bir şey kalmadı. Kıbrıs’ta gerekli olan tüm tarafların siyasi bir irade ortaya koyabilmeleri, kararlılıkla davranabilmeleri ve herkesin kolektif bir anlayışla çözüm çabasına yardımcı olma ihtiyacıdır. Biz Kıbrıs’ta hangi noktadayız şimdi; Kasım ayında geçen yıl Berlin’de bir toplantı yaptık Sayın Guterres’in çağrısıyla. Ben ve Rum lider Sayın Anastasiadis bir araya geldik. Orada diyebilirim ki taşlar yeniden yerine oturdu. Orada Genel Sekreterin de bizlere bir taahhüdü var. Kıbrıs’taki seçimlerden sonra gayriresmi beşli bir konferansın toplanması için girişimde bulunacak Sayın Genel Sekreter. Seçimlerimiz tabii Nisan ayındaydı şimdi Ekim’e kaldı. 11 Ekim’deki seçimlerden sonra Sayın Genel Sekreter garantörlerle, yani Türkiye, Yunanistan, Birleşik Krallık ve Kıbrıs’ın iki tarafıyla konuşarak gayriresmi beşli bir konferansa çağıracak. Neden gayriresmi? Çünkü Kıbrıs’da nihai aşamaya doğru yol alabilmek için bazı konuların çok daha net hale gelmesi lazım. Özellikle Rum tarafının siyasi eşitlikle ilgili konumunu daha fazla netleştirmesini istiyoruz. O nedenle çok büyük bir ihtimalle pandemi koşullarını da dikkate alarak Sayın Genel Sekreter 11 Ekim sonrası bir tarihte beşli konferansla ilgili düğmeye basacak. Haliyle bugün içinde bulunduğumuz koşullarda seçimlerin bitmesi ve böylesi bir beşli konferansın gayriresmi de olsa toplanmasını ön görebiliriz. Kıbrıs’ta bundan sonraki sürecin nasıl evrileceğini bu beşli gayriresmi konferans ortaya koyacak.
Cumhurbaşkanlığınız sürecinde Rum tarafına dair çözümle ilgili gözlemlerinizi bizimle paylaşabilir misiniz? Metin Münir T24’de yazdığı bir yazıda “ Rumların eşit bir siyasal çözümü kabul etmeyeceği, adadaki tek devletli bir çözümün hayal olduğu” değerlendirmesinde bulunmuştu yakın zamanda. Sizce bu bir yargı mı artık? Rum tarafıyla yaşadığınız hayal kırıklıkları var mı bu süreçte ?
Rum tarafıyla ilgili bütün dünya hayal kırıklıkları yaşadı. Özellikle 2004 yılında Annan Planı’na biz yüzde 65 oranında evet derken, ne yazık ki Rum tarafında yüzde 76 oranında hayır oyu çıktı. Crans Montana’da da aynı şekilde yine hayal kırıklıkları söz konusu oldu ama gerçekçi olarak Kıbrıs’a baktığımız zaman Kıbrıs’ta nasıl bir çözüm mümkün, onun gerçekçi değerlendirmesini yaptığımızda elimizde çok fazla alternatif olmadığını görüyoruz. Yani Kıbrıs’ta tek devlet derken aslında Kıbrıs’ta federatif bir yapılanmadan bahsediyoruz. Uluslararası kimlik bakımından; yani BM’de temsiliyet, Avrupa Birliği’nde temsiliyet bakımından tek bir yapılanma söz konusu olabilir ama Kıbrıs’ın kendi içinde zaten iki devletli bir yapı olacak.
Siyaseten birbirine eşdeğer, birbirine eşit iki kurucu devletten bahsediyoruz. Ve bunların yetkilerinin mümkün oranda fazla olması yönünde Kıbrıs Türk tarafının öteden beri var olan bir arayışı var. Crans Montana’dan sonraki süreçte Rum tarafında da bu yönde bir eğilim belirdi, onlar da gevşek federasyon ya da desantralize federasyon gibi terimler kullanmaya başladılar. Bu öteden beri bizim istediğimiz bir şeydi o nedenle Kıbrıs’ta polisi ayrı, mahkemeleri ayrı, kendi yerel hükümeti olan, meclisi olan, sağlığını, eğitimini, her şeyini, sporunu kendi yöneten, bayındırlığını kendi yöneten bir yapıdan bahsediyoruz. Ama bunun yanında da dış politikada Avrupa Birliği içinde olunacağı için tek para biriminin geçerli olacağı, belki tek Merkez Bankası’nın olacağı bir yapılanmadan söz ediyoruz. Dolayısıyla bilinen tipte bir üniter tek devletten bahsedilmiyor zaten Kıbrıs’da. Bu mümkün değil. Dolayısıyla siyaseten birbirine eşit iki kurucu devletli federatif bir yapılanmadan söz ediyoruz. Benim görebildiğim Birleşmiş Milletler parametrelerine uygun tek mümkün çözüm bu. Bunun dışında iki devletli yapıdan bahsederken eğer tamamen birbirinden bağımsız, tamamen dünya devletleri tarafından tanınan iki ayrı devletten bahsediyorsak burada gerçekçi olmamız lazım, bunu ben sıklıkla dile getirdim yine getirmekte sıkıntı yok, Türkiye bizi tanıyan tek devlettir dünya üzerinde. Maalesef BM Güvenlik Konseyi kararları KKTC’nin tanınmaması yönünde. KKTC 1983’te ilan edildi. Aradan bunca yıl geçti ne İslam devletlerinden - ki İslam İşbirliği Teşkilatı’nda gözlemci üyedir KKTC- ne Türki Cumhuriyetlerinden herhangi tanıma yönünde bir işaret bugüne kadar maalesef alamadık. Türkiye tanıyor bu devleti ama düşünün bu devletle dostluk maçı bile yapamıyor. Çünkü eğer takımlarını buraya göndermeye kalksa UEFA’dan, FIFA'dan ceza görecek. Bir tarihte GKRY’de bir Rum takımı Beşiktaş’la eşleşti, onlar İstanbul’a maç yapmaya gitmediler ve ciddi cezalara uğradılar. Bunu bilen Türk takımları da Rum takımlarıyla eşleştiklerinde Larnaka Havaalanı’na; Ercan’a da değil Larnaka Havaalanı’na giderek onlarla maçlarını yapıyorlar.
Yanlış anlaşılmasın ben niye bu maçlar yapılıyor sorgulaması içinde değilim. Ama Kıbrıs Türk gençlerinin de uluslararası arenada maç yapma hakları var, ben bunun arayışı içindeyim. Bunu da anca biz bir çözümle elde edebiliriz. Yoksa Türk takımları geldiğinde benim gençlerim sadece tribünlerde o maçı izleyebiliyorlar.Yani Türk gençleri sahada olacak, yabancılar sahada olacak, Rumlar sahada olacak ama Kıbrıslı Türk gençler uluslararası arenada sadece tribünlerde oturacaklar... Bu adil değil. O nedenle bunu sağlayabilmek için biz mümkün olan çözümü zorlamaya devam etmeliyiz. Yapmamız gereken budur. Rum tarafı artık öyle bir noktaya geldi ki gerek Crans Montana gerekse ardından Berlin’de taşların yerine oturtulmasıyla ve Genel Sekreter’in “artık bu tarihi fırsatın bir daha yitirilmemesi gerekir” anlayışıyla bizlere yardımcı olma yönündeki istekliliği çerçevesinde Rum tarafının da artık bir çözümden kolay kolay kaçabileceğini ben düşünmüyorum. Bizimle siyasi eşitlik yönünde var olan önyargılarını açmalarına elbette üçüncü taraflar da yardımcı olmalıdır. Ben yürüttüğüm temaslarda bütün yabancı devletlerin temsilcilerine, BM’ye, AB’ye hep bu yönde mesajlar veriyorum. Kıbrıs’ta bir çözüm tüm ilgili tarafların yararınadır. Sadece Kıbrıslı Türklerin ve Kıbrıslı Rumların değil, Türkiye’nin ve Yunanistan’ın da yararınadır. Türk-Yunan ilişkilerinin gelişmesine Kıbrıs’ta bir çözüm ciddi katkı yapar.Türkiye’nin AB ile olan ilişkilerine Kıbrıs’ta bir çözüm ciddi katkı yapar ve en önemlisi son günlerin güncel olayı Doğu Akdeniz’deki gerginliklerin giderilmesi yönünde de öyle inanıyorum ki Kıbrıs’ta bir çözümün çok ciddi katkıları olur.
Biraz Avrupa Birliği’ne de değinmek istiyorum. Siz de bahsettiniz, Avrupa Birliği özellikle Güney Kıbrıs’ın bir çözüm bulunmadan tam üye yapılmasıyla adada çok sıkça anılan bir aktör haline geldi. Sizce AB adada çözüm görüşmelerine, müzakerelerine bir yük mü?
Avrupa Birliği, Kıbrıs’ta sorunu çözülmemiş ve bölünmüş durumda olan bir adayı üye yapmak suretiyle ciddi bir hata yapmıştır. Maalesef tabii bu noktaya gelişte vaktiyle izlenen yanlış siyasetlerin de rolü olmuştur. Yunanistan’ın Avrupa Birliği içinde bulunmasının avantajını da Rum tarafı kullanmıştır. Hatırlanacağı gibi on yeni üye yapılmak isteniyordu, bunlardan biri de Kıbrıs’tı ama Kıbrıs’ta bölünmüşlük devam ediyordu, hâlâ daha devam ediyor.
Başka üye ülkelere, üye yapmadan önce sınır ihtilaflarınızı halledin öyle gelin denildiği halde Kıbrıs’ın kendisi kendi içinde bölünmüş bir durumda maalesef AB’nin üyesi yapıldı. Burada tabii Yunanistan’ın eğer Kıbrıs’ı kabul etmezseniz geri kalan ülkeleri de veto ederim şeklindeki tavrı da katkıda bulundu ama sonuç itibari ile Avrupa Birliği Kıbrıs’ta çözüm için var olan bir teşvik unsurunu ortadan kaldırdı. Annan Planı görüşmeleri sırasında, ilk aşamada daha Rumların üyeliği gerçekleşmemişken referandumda iki soru söz konusu idi. Eğer o günlerde referandum yapılabilseydi sorulardan bir tanesi “ Kıbrıs’ta çözüm istiyor musunuz?” eğer evetse, “AB üyeliğini istiyor musunuz?” Ama 2004 Nisan ayına gelindiğinde maalesef sorular ikiden bire indi çünkü Rumların üyeliği zaten gerçekleşmişti. Sadece Kıbrıs’ta çözüm isteyip istemediği soruldu referandumda. Rumlar da AB’ye girmiş olmanın rahatlığı içerisinde ve o dönem ki liderleri Tasos Papadopulos’un kendilerine “ Merak etmeyiniz artık AB üyesiyiz, o nedenle AB içerisinde biz çok daha iyi koşullarda bir çözüm elde edeceğiz.” Mesajını vermesi ve inandırıcı olması nedeniyle Rumlar yüzde 76 oranında hayır oyu verdiler. Tabii bu yanlış bir stratejiydi çünkü aradan 16 yıl geçti koşullar daha iyiye gitmedi Kıbrıs’ta. Rumlar açısından da gelinen noktada 2004’e göre çok daha iyi koşullarda bir çözüm elde edebilecekleri umudu yoktur kanaatindeyim. Tam tersine bölünmüşlüğün perçinlendiğini gözlemledik bu süre içerisinde ve gerginliklerin arttığını gözlemledik. Doğu Akdeniz’de sıkıntıların büyüdüğünü gözlemledik. O nedenle eğer bu yönde devam edilecekse ve kapımızı çalacağına inandığım, bizim seçimlerimizden sonraki fırsat yine Rumlar tarafından değerlendirilmezse, o takdirde elde edecekleri sonuç bölünmüş bir Kıbrıs olacaktır. Görünen budur.
O nedenle temenni ediyorum ki AB olsun, BM olsun ama en başta Rumlar kapımızı çalacağına inandığım yeni fırsatı çok iyi şekilde değerlendirsinler. AB kendi içine bir sorun ithal etmiştir bölünmüş Kıbrıs’ı üye yaparak. O nedenle Kıbrıs’ta bu bölünmüşlüğün giderilmesi her iki tarafın eşitlik, özgürlük ve güvenlik içinde yaşayabilecekleri koşulların oluşmasında AB de yardımcı olmalıdır. Bakınız arabuluculuktan bahsetmiyorum, BM’nin oynadığı rolden bahsetmiyorum. Çünkü Kıbrıs müzakereleri BM gözetiminde yürüyecek. Bundan sonra da böyle olacak ama AB de elbette yardımcı olabilir. Onlar da taraf tutmadan, herhangi bir tarafa meyletmeden soruna objektif bir şekilde yaklaşarak yardımcı olmalıdırlar diye değerlendiriyorum.
TSK’nın Suriye’nin kuzeyine düzenlediği Barış Pınarı Operasyonu ile ilgili sözleriniz ve The Guardian’a yaptığınız açıklamalarda “KKTC’nin Türkiye’den bağımsız” olmasını istediğinizi dile getirmeniz Türkiye’de tartışma konusu olmuştu. Özellikle hükûmete yakın medya tarafından sıkça hedef alındınız. Şu anda Beştepe ile ilişkileriniz ne durumda. Açıklamalarınızdan sonra temaslar sekteye uğradı mı?
Olayı önce doğru bir şekilde değerlendirmek lazım. Ben halkı tarafından demokratik seçimlerle seçilmiş, KKTC’nin Cumhurbaşkanıyım. Benim Türkiye’deki yönetimlere, halkın seçtiği yönetimlere her zaman saygım olmuştur. Ben siyasette yeni bir isim değilim. 1975 yılından beri tam 45 yıldır siyasetteyim. 14 yıl Lefkoşa belediye başkanlığı yaptım. Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin kurucu meclisinin en genç üyesiydim.. ODTÜ’nün Kıbrıslı Mezunları’nın başkanıyken, Mülkiyeliler ve İktisadi Bilimler öğrencilerinin ortaklaşa seçtiği bir genç üye olarak Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin kuruluşunda rol oynadım. Anayasasının hazırlanmasında emeğim var.
1976’dan 1990’a kadar tam 14 yıl Lefkoşa’da, Kıbrıs’ın başkentinde belediye başkanlığı yaptım. Belediyeler Birliği’nin kuruluşuna öncülük ettim. Türkiye’nin yerel yönetimleriyle çok sıkı diyaloglar ve işbirlikleri yaptım. Kıbrıs Türk Belediyeleri Birliği olarak Türkiye’de Marmara ve Boğazları Belediyeler Birliği’yle çok yakın ilişkiler kurduk. Akdeniz Belediyeler Birliği’yle çok yakın ilişkiler kurduk.
1989 yılında Sayın Murat Karayalçın’ın belediye başkanlığı döneminde Ankara ile kardeş şehir ilişkisini kuran belediye başkanı benim.
Onun dışında milletvekilliği, parti liderliği, başbakan yardımcılığı ve nihayetinde 2015 yılında bu halk beni cumhurbaşkanlığına layık gördü. Bu halkın seçtiği bir kişi olarak elbettte yaşananlar hakkında bir fikrim olması çok doğaldır. Ben barıştan yana, diplomasiden yanayım, barış süreçlerinin ileriye götürülmesinden yana biri oldum; tüm siyasi yaşamım boyunca. Demokrasi dışı eylemler karşısında durdum. 15 Temmuz 2016 akşamı Türkiye’de bir askeri darbe, sivil yönetimi alaşağı etmeye yönelen bir askeri darbe olduğunda Kuzey Kıbrıs’ta ilk ses veren kişi ben oldum. Cumhurbaşkanlığı’nda arkadaşlarımla bir araya geldim, olayın niteliğini anlar anlamaz sivil yönetime destek mesajları vermek için NTV stüdyolarına bağlandım, TRT stüdyolarına bağlandım, CNN Türk stüdyolarına bağlıyken konuşmaya fırsat bulamadan askerlerin stüdyoya girdiğine tanıklık ettim. Kısaca demek istediğim; biz Türkiye demokrasisine saygılı insanlarız. O akşam Sayın Recep Tayyip Erdoğan’a ulaşmak mümkün olmadı, çünkü uçaktaydı. Dışişleri Bakanı Sayın Çavuşoğlu’na ulaştım ve KKTC halkı ile şahsım adına sivil yönetime olan desteğimizi ilan ettim ve duyurdum.
Şimdi böylesi bir insan Türkiye’ye Türkiye düşmanı olarak tanıtılmak isteniyor. 80 milyona… Bu akıl almaz. Ben Suriye ile ilgili olarak kan akmasın istedim, dünyanın hiçbir yerinde kan akmasın; diplomasi ile sorunlar çözülsün istedim. Suriye’deki resmi yönetim kimse, diyalog kurulmasının doğru olacağı değerlendirmesinde bulundum. Diplomasinin çalışmasından yana tavır koydum. Nitekim üç gün sonra diplomasi çarkları dönmeye başladı, ABD Başkan Yardımcısı Türkiye’ye gitti. Oradan bir sonuç çıktı, ardından Rusya ile kurulan ilişkilerden bir sonuç çıktı. Kısacası şunu söylemek istiyorum; benim herhangi bir olay hakkında değerlendirme yapmam ve barıştan, diplomasiden söz etmem tamamen yanlış yorumlanarak, sanki Türkiye’ye ‘teröristlerle masaya otur’ şeklinde bir yaklaşım sergilemişim gibi algılanıp algılatıldı. Benim böyle bir beyanım yok. Böyle bir şekilde bir davranışım söz konusu olmadı.
İngiliz gazetesi ile ilgili bahsettiğiniz konuda ise olay şudur: Soru bana Kırım’dan geldi. İngiliz gazeteci, “Rusya Kırım’ı ilhak etti. Kıbrıs’ta böyle bir şey olur mu?” diye sordu. Bu kötü bir senaryo olur dedim. İyi bir gelişme olmaz, bu Türkiye’nin de çıkarlarına aykırıdır dedim. Çünkü Kıbrıs’ın konjonktürü farklı. Yani Hatay konjonktürü yok. Şunu da söyleyeyim yeri gelmişken; benim Hatay’la ilgili olarak, Hatay’ın Türkiye’ye bağlanmasıyla ilgili olarak en ufak bir eleştirim olmadı. Ya da rahmetli Tayfur Sökmen’in kimliğine kişiliğine dair saygıdan başka bizim duyacak bir şeyimiz yok. Böyle bir şey söz konusu bile olamaz. O dönemin konjonktürü başka. Zaten iki olay birbirine benzemiyor.
Ben sadece Kıbrıs’ın Türkiye’ye ilhakının düşünülemeyeceğini, bunun son derece yanlış olacağını, zaten Yunanistan’ın bunu yapmaya çalıştığını ve ne haller geldiğini gördüğünü söyledim. Yani Rumların öteden beri Enosis taleplerinin yol açtığı sonuçlar kendileri açısından vahimdir. Adanın bölünmesine, yarıya yakınını kaybetmelerine neden oldu Enosis talepleri. Dolayısıyla biz dünya konjonktürünü iyi okuyarak gerçekçi politikalar gütmek zorundayız. Benim bu söylemimde Türkiye’ye yönelik en küçük bir düşmanlık asla söz konusu olamaz. Böyle bir duygu hiçbir Kıbrıs Türkünde olamaz.
Kıbrıs Türkünün içinde Türkiye düşmanı yaratmaya heveslenmesin bazı kişiler. Hele ki seçim döneminde. Böyle bir malzeme yok Kıbrıs’ta. Ama şunu da söylerim altını çizerek; Kıbrıs Türk halkı kendi özgür kimliğini, kendi özgür kişiliğini korumak istiyor. Kıbrıs Türk halkı, Atatürk ilkelerine sıkı sıkıya bağlı bir halktır. 1920’lerden, 30’lardan sonra Kıbrıs Türk halkı gönüllü olarak kara çarşafı atmış bir halktır. Kıbrıs Türk halkı gönüllü olarak laikliği benimsemiş olan bir halktır. Kıbrıs Türk halkı kendi demokrasisine sıkı sıkıya bağlı bir halktır. O nedenle kendi iç meselelerine karışılmasını istemez; Kıbrıs Türk halkı kendi özgür iradesiyle kendi kararını kendisi vermek ister. Türkiye’yle en iyi, en dostane, en halishane ilişkileri kurmak ister, kardeşlik hukukunu geliştirmek ister. Ama Kıbrıs Türk halkı biat anlayışında değildir; yani otur denilince oturacak, kalk deyince kalkacak bir anlayışa asla sahip değildir. Öyle bir anlayışı içselleştirmesi mümkün değildir. Bu yönde yapılan davranışlara da kapalıdır. Onun için olayı bu çerçeveye koyduğumuzda ve bir de şunu hiç akıldan çıkarmadığınızda mesele çok net olarak anlaşılır. O akıldan çıkarılmaması gereken konu da şudur: Dünya üzerinde KKTC’yi tanıyan bir tek ülke var o da Türkiye Cumhuriyeti. Dolayısıyla Kıbrıs’ta kendi kendine yeten, kendi ayakları üzerinde durabilen, kendi kendini yönetme becerisine sahip bir varlık olması önce Kıbrıs Türklerinin ama hemen ardından da Türkiye’nin yararınadır. Dünyaya biz diyoruz ki ‘bu varlığı tanıyın, burada ayrı bir varlık var, bu varlık Rumların azınlığı değildir’. Bunu söylüyoruz dünyaya ve gerçek bu. Bizim duygularımız budur. Rum tarafının bir azınlığı olmak asla söz konusu olamaz. Ama aynı şekilde burasını Türkiye’nin bir alt yönetimiymiş gibi, her şey Türkiye’den yönetilir, Türkiye ne derse o yapılır algısını yaratmak da hiç doğru değildir. Böyle bir şey son derece yanlıştır. Dünyaya verebileceğimiz en kötü mesaj bu olur. O nedenle 11 Ekim’deki seçimlerimiz de ve ona giden süreç de en şaibesiz şekilde, en demokratik şekilde gerçekleştirilmelidir. Bunun çok büyük önemi ve anlamı vardır.
Ankara İle KKTC ilişkilerinde hangi alanları sorunlu görüyorsunuz?
Türkiye ile çok daha iyi ilişkilerimiz olabilir diye düşünüyorum. Bir kere yardımlaşma anlamında elbette bu pandemi döneminde de bir sorun yok. Türkiye her zaman bize yardımcı olmuştur. Ekonomik anlamda, mali anlamda… Ancak şu da unutulmasın burası da Türk lirası kullanıyor, dolayısıyla Türk ekonomisinde yaşanan sıkıntılar derhal burada da hissediliyor.
Buranın bir merkez bankası var ama bu merkez bankasının fonksiyonları kendi para birimi olmadığı için son derece sınırlı. Gereken fonksiyonları ifa edemiyor. Normal bir merkez bankası konumunda değil.
Türkiye ile burası arasında çok daha sağlıklı ilişkiler kurulabilirdi. Bu anlamda anayasamızın da ele alınması gerekir. Anayasamızda bir geçici onuncu madde söz konusudur.
Bakınız, madem bu soruyu sordunuz, konuları biraz daha açık konuşmakta fayda var. Kıbrıs’ta polis teşkilâtı kağıt üzerinde hükûmete bağlı. Polis teşkilâtının gerçekten bağlı olduğu yer Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı, onun da başında Türkiye’den gelen bir kurmayımız var. O da doğrudan doğruya Türkiye Genelkurmayı’na bağlı. Yani iç asayişten sorumlu olan polis teşkilâtı bile gerçekte Kıbrıs Türklerine bağlı değil. Bu bir.
Belediye teşkilâtlarına bağlı olması gereken itfaiye bile polis teşkilâtı üzerinden askeri makamlara bağlı. Bunun yanında merkez bankamız genellikle, hatta genellikle değil kurulduğu günden bu yana Türkiye’den gelen bürokratlar tarafından yönetilmektedir. Bu söylediğim şu an görevi yürüten arkadaşımızın yeteneğiyle ilgili değil kesinlikle. Yanlış anlaşılmasını istemiyorum. Burada görev ifa eden şerefli Türk generallerinin kişilikleri konusunda da değildir söylediklerim. Ben bir sistemi söylüyor, burada geçerli olan bir anayasal düzeni size anlatmaya çalışıyorum.
Aynı çerçeveden baktığımızda yine kişiliğinden bağımsız söylüyorum; Sivil Savunma Teşkilâtı’nın başında da yine Türkiye’den gelmiş bir subayımız var. Daha fazla örnek de verebilirim. Bütün bu yapı içerisine baktığınız zaman Türk bürokrasisinin burada karar verici konumunda olduğunu, bir şekilde paranın da büyük oranda Türkiye’den geldiğini düşündüğümüz zaman karar mekanizmalarında da -görünür olmasa da- perdenin gerisinde orada bulunulduğunu bakan her göz görüyor. Şimdi bu konuda Kıbrıslı Türkler olarak bizim de üzerimize düşeni yapmamız gerekiyor. Benim bir tarafı suçlayıp, kendimiz arındırmak gibi bir duruşum yok. Şöyle bir şey söylemek istiyorum; bize Türkiye’nin yardımları hep balık vermek şeklinde olmamalı, balık tutmayı öğretmek şeklinde de olmalı. Böyle gelişmeli.
Biz Kıbrıslı Türkler ayağımızı yorganımıza göre uzatmayı da öğrenebilmeliyiz. Yaşadığımız ganimet ekonomisinden artık sıyrılabilmeliyiz. Kendi kendimize daha yeterli olmak için gerekli fedakarlıkları üstlenebilmeliyiz. Yani bu konuları konuşurken biraz da çuvaldızı kendimize batırabilmeliyiz. Yaptığımız yanlışlar var. Vaktiyle 10 yılda emeklilik ihlas ettik bu memlekette. Gencecik insanları emekliye sevk ettik. Şimdi hâlâ daha o emekli ödeneklerini ödemekte zorlanan bir devlet yapısı yarattık maalesef. Türkiye bize bunu yapın demedi. Bunu kendi popülist davranışlarımız sayesinde yaptık. Türkiye bize devletinizi memur cenneti haline getirin demedi. Her seçimde binlerce istihdam yapın demedi. Bizi bu noktaya kendi içimizdeki birtakım popülist yaklaşımlar getirdi. Bundan sonrasını konuşmak için bunları söylüyorum.
Bu ilişki biçimi sağlıklı değildir ve sürdürülebilir değildir. Ekonomimizde de kendimizi yönetmemizde de daha bir kendine yeterli, daha bir tutarlı hale gelmemiz şarttır. Ben inanıyorum ki Türkiye de, Türkiye’deki yönetimler de, biz de bu yönde adım atar ve ilişkileri yeniden tanımlarsak her iki taraf da çok daha huzur bulacak, her iki tarafa da bundan çok daha fazla yaralanacak.
Burası Türkiye’nin dostudur. Benim bütün çabam sadece Kuzey Kıbrıs’ın değil, Güney’i ile birlikte tümüyle Türkiye’nin dost coğrafyası olmasına yardımcı olmaktır. Yeni dönemde görevde olursam bu yönde çalışacağım ve gayret edeceğim.
Burada Kıbrıslı Türkler var. Bu Kıbrıslı Türkler bizim demografik yapılanması içerisinde ekonomisi ve demokrasisiyle ne kadar sağlıklı gelişirse; çevre sorunlarını, eğitim ve sağlık sorunlarını ne kadar çağdaş hale getirirse Türkiye’den gelecek yardımlarda da azaltmalara gidilmesi söz konusu olacak. Kendi kendimize daha yeterli hale geldikçe iki ülkenin yükü de hafifleyecek ve Türkiye’yle çok daha sağlıklı ilişkiler kurulmasına zemin sağlayacak. Ben durumu böyle görüyorum.
"Doğu Akdeniz'de izlenebilecek üç yol var..."
Son bir soru sormak istiyorum. Gündemdeki konulardan biri de Doğu Akdeniz’deki kriz an itibariyle ve coğrafi olarak Kıbrıs adası bu krizin çok kritik bir noktasında bulunuyor. GKRY diplomatik statüsünü kullanarak kendini adanın doğal kaynaklarının tek sahibi olarak görüyor ve bu yönde görüşmeler yapıyor ama aynı zaman da Türkiye ve KKTC’nin ortak Akdeniz Fırtınası Tatbikatı bu hafta öne çekildi. Şimdi GKRY’nin hamlelerine karşılık artık KKTC’nin daha ciddi daha aktif bir rol aldığını söyleyebilir miyiz Doğu Akdeniz krizinde? Ve gelecekte adanın nasıl bir rol oynayacağını görüyorsunuz?
Doğu Akdeniz’de izlenebilecek olan üç yol vardır ve ben bunu hep seslendirdim. Yollardan bir tanesi moratoryum ilan edersiniz işin ilk başında ve dersiniz ki Kıbrıs’ta sorun var, o nedenle bu sorun çözülünceye kadar doğalgaz arayışına girmiyorum. Türkiye ile Yunanistan arasında sorun var öncelikle bu sorunları çözeceğiz sonra denizler ve deniz altındaki zenginliklere bakacağız. Böyle bir şey olmadı. Bunun olmamasının temel sorumlusu da Rum tarafı oldu. Neden derseniz, ilk araştırmaları başlatan onlar oldu. İkinci yol nedir ikinci yol bizim önerdiğimizdir. 13 Temmuz 2019 tarihinde Rum lider Anastasiadis’e bir öneri yaptık. Bu öneride “geliniz madem bu zenginlikler iki tarafa ait bunu bütün dünya böyle görüyor, böyle kabul ediyor, BM Genel Sekreteri her ağzını açtığında bunu böyle söylüyor. AB de bunu böyle kabul ediyor. O zaman hepimize ait olan bu zenginliği geliniz birlikte planlayalım. Şu ana kadar verilmiş olan lisanslar var onların haklarına da halel gelmeyecek formüller bulabiliriz.Gerek TPAO’nun, gerek Exxon Mobil, Total; onların da haklarını koruyacak formül bulabiliriz. Geliniz mademki bu zenginlik ortaktır bunun paylaşımıyla ilgili bir uzlaşmaya varalım. Kıbrıs sorununu çözmek için uğraşmaya devam edelim ama Kıbrıs sorunu çözülmeden de bu konuda adım atabilirsek, Kıbrıs sorununun çözümüne de katkıda bulunabiliriz” diye öneri yaptık. Maalesef Rum tarafı bu diyalog ve bu konuyu konuşma fikrimizi olumsuz karşıladı. O zaman üçüncü yol kalıyor geriye... Üçüncü yol nedir? Herkes kendi yoluna girecek demektir. Siz eğer araştırma yapıyorsanız GKRY, olarak biz de yapacağız, siz kazı yapıyorsanız biz de yapacağız. Biz Kıbrıslı Türkler olarak kazı yapacak imkanlardan mahrumuz ama Türkiye kendi gemilerini satın aldı, bizim adımıza yapıyor, yapacak. Dolayısıyla bu konuda şu anda gündemde olan budur. Türkiye de gemileriyle hem kendi kıta sahanlığı olarak nitelendirdiği alanlarda hem de bizim KKTC olarak kendilerine lisans verdiğimiz alanlarda bu araştırmaları yapıyorlar. Bir süredir bu araştırmalar devam ediyor bildiğiniz gibi. Şimdi, diyalog kapısı kapalı mı? Hayır, biz defaten söylüyoruz önerimiz hala masadadır. Türkiye ile Yunanistan arasında bir diyalogun olması da iyi olur.
Aslında bu coğrafyaya baktığınızda, haritaya baktığınızda Kıbrıs adası tek başına Rumlara ait bir ada değildir. Bu adada KKTC tanınmasa da varlığı ortadadır. Türkiye haritasına baktığınızda sahillerin uzunluğu ortada dolayısıyla KKTC’yi ve Türkiye’yi enerji denkleminin dışında düşünmekten daha yanlış bir şey olamaz. Bu bölgede eğer tüm tarafların kazançlı çıkacağı kazasız, belasız, gerginliklerin olmayacağı ve herkesin kazanacağı bir formül isteniyorsa, gerek Türkiye, gerekse KKTC bu formülün içinde yer almalı. Bu alanda AB’nin bazı girişimlerinin olduğunu biliyoruz. Sayın (Avrupa Birliği Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi) Josep Borrell benimle de telefonda görüştü. Kıbrıs’a geldiğinde görüşememiştik. Maalesef bizim tarafa geçmedi halbuki kendinden öncekiler geçiyordu. O da gelecekte geleceğini, görüşeceğinin sözünü verdi ama bu arada telefonda görüştük. Bir diyalog şart, bunu ona da söyledik. Genel Sekretere mektuplar yazıyoruz ona da söylüyoruz. Haliyle çıkış yolu gerginlik de, çatışma da değil, diyalog ve uzlaşma arayışındadır. Ben çıkış yolunu hala burada görüyorum. Evet, tabii ki haklarımızı koruyacağız. Onların yaptığına denk araştırmaları, kazıları bizler de yapacağız ama müzakere masasını da hep gözümüzün ucuyla gözleyeceğiz, önerilerimizi masada tutmaya devam edeceğiz. Diyalog çağrılarımızı yinelemeye devam edeceğiz ve AB olsun BM olsun bu konuda onlar da yardımcı olmalıdırlar diye düşünüyorum.
© Tüm hakları saklıdır.