Karl Marks'ın trajedi dolu hayatı... 8 yaşındaki oğlu ölünce bir gecede bütün saçları beyazladı...
Çocukken onun fikirlerinden korkuyordum...
Biraz büyüdüğümde her genç gibi bana “öcü” diye takdim edilen şeyi merak ettim...
Arkadaşlarım anlattıkça, ben kitaplar okudukça, hayatın eşitsizliklerini ve zulümlerini genç yüreğimde hisssetikçe “öcü”yü sevmeye başladım...
Komünizm kelimesi irite etse de Marksizm kelimesi çok sempatik geliyordu bana...
Beyaz saçlı, beyaz sakallı şişmanımsı ve heybetli bir adamdı Karl Marks denilen adam...
Her şeyi çözmüş, her şeyin üstüne çıkmış, sanki tanrı katıyla insanlar arasında kalan yükseklerde bir yerde oturmuş ve hayatı teorize etmiş gibi görünürdü bana hep...
Milyarlarca insanı etkiledi dünyada...
Rejimleri, savaşları, sınıfları, düzenleri...
16 yaşından itibaren hayatımda hep bir etkisi oldu o beyaz saçlı, beyaz gür sakallı, şişmanımsı, karizmatik adamın...
Hiç bilmezdim ki karizmasına karizma katan o “beyaz saçları” parasızlıktan 7 çocuğundan 4’ünü kaybeden Karl Marks ismindeki babanın, 8 yaşındaki oğlu Edgar’ı 6 Nisan 1855’te kaybettiği gece siyahtan beyaza geçmiştir...
Oğlunda yaşadığı büyük dram, dünya sosyalizminin teorisyeni ve isim babasını, bir gecede yaşlandırmıştır...
***
Çocukları ona “Arap” derlerdi...
Esmer teninden ve simsiyah saçlarından dolayı...
Babası Yahudi‘ydi, ancak Hrıstiyanlığa geçmişti...
Paradan nefret etti, hayatı boyunca paraya ve paranın satınaldıklarına karşı savaş açtı...
“Çirkinim ben, ama en güzel kadını satın alabilirim...
Demek ki çirkin değilim, çünkü çirkinliğin etkisi ve iticiliği, para karşısında yok oluyor bu dünyada...
Yani para sayesinde, insan yüreğinin isteyebileceği her şeyi yapabiliyorum...
Oysa insanı insan olarak kabul ederseniz, sevgiyi yalnız sevgiyle, güveni yalnız güvenle değiştirebilirsiniz...”
***
Babası danışma meclisi üyesi olan, aristokrat bir aileden gelen Jenny’e aşıktı...
7 yıl boyunca onunla “gizli” olarak nişanlı kaldı...
Çünkü Jenny’nin ailesi parasız yahudilikten dönme bir ailenin çocuğuyla evlenmesini istemiyordu...
“Kalbim zincirlenmişken derinden
Gönlüm açıldı aydınlığa,
Ne umduysam karanlıklar içinden
Sende buldum sonunda...”
Böyle yazıyordu Jenny’e Karl Marks o bir türlü kavuşamadıkları günlerde...
***
Karl Marks’ın defterler dolusu yazdığı şiirleri okuyan Jenny ağlıyordu...
Biraz da kıskanarak:
“Karl... Bugün sahip olduğum o çılgın aşkı koruyabilecek miyim?.. Senin aşkının güzelliğinden, sarsıntısından ve kucaklayışından yakınıyorum... Çünkü öyle güzel itiraf ediyorsun ki aşkını...
O coşku dolu anlatımınla bir başka kızın hayallerini süsleyebileceğini, mutlulukla doldurabileceğini düşünmemek elde değil...”
Jenny, kendisinden dört yaş küçük olan Marks için her şeyi yapmaya hazırdı...
Ve bütün hayatı boyu, onun için her şeyi yaptı...
Aristokrat ailesinin olanaklarından vazgeçti, parasız, aç ve bir ülkeden bir ülkeye sürgün biçiminde geçen hayatı kabul etti, 7 çocuğunun 4’ünü gözleri önünde ekonomik olanaksızlıklar yüzünden kaybetti bir kez olsun “gık” demedi...
***
19 Haziran 1843’te evlendiler...
Marks, Köln’de çalıştığı Rheiniche Zeitung gazetesinin iktidara muhalif tutumları nedeniyle kapatılmasıyla işsiz kalmıştı...
Paris’e gittiler...
Marks burada Duetsch Fransosche Jahrbüher isimli derginin yayıncılığına girişti...
Almanya’da hakkında tutuklama kararı çıkmıştı...
Böylece Paris’teki resmen bir sürgün olmuştu...
Çok geçmeden iki yıl içinde Paris’ten Brüksel’e sürgün edildi Marks...
Hayatlarında 1844’te doğan Caroline vardı...
İkinci kızı Laura ve Marks‘ın çok sevdiği oğlu Edgar arka arkaya o Brüksel günlerinde doğdu...
Ev dünya sosyalist hareketinin, merkezi gibiydi ve elbette Belçika hükümeti Marks’a ülkeden gitmesi için kapıyı gösterecekti...
Jenny şöyle anlatır Belçika’dan kovuldukları o gece yaşadıklarını:
***
“Gece yarısı iki adam kapıya dayandı... Karl’ı görmek istediler... O görünür görünmez kendilerini polis olarak tanıtıp, tutuklama kararını gösterdiler... Arama yaptılar ve onu geceleyin götürdüler... Çok kaygılandım ve onları izledim...
Ne olup bittiğini öğrenmek için gece tanıdığım tüm etkili kişileri aradım... Gecenin karanlığında bir evden ötekine koşuyordum...
Birden bir muhafız gelip beni yakaladı ve bir zindana attı...
Zifiri karanlık bir odada geceyi geçirdikten sonra, sabah aşağıdaki odalarda Karl’ın askeri bir kıta eşliğinde götürüldüğünü gördüm... Beni sorguladılar, bir şey söylemedim... Akşam serbest bıraktıklarında beni bekleyen üç zavallı çocuğuma ulaşabilmiştim...
Biraz sonra haber geldi...
Hemen Brüksel’i terketmek koşuluyla Karl’ı serbest bırakıyorlardı...”
***
Brüksel’den Paris’e, Paris’ten yine sürgün edilerek Londra’ya...
Bu kentler size bugün çok güzel görünebilir...
“Ne güzel sürgünmüş bunlar... Keşke biz de böyle sürgüne uğrasak...” diyebilirsiniz...
Marks’ın hayatı ise, bütün bu sürgünler boyunca beş parasızdı...
Sık sık elbiselerini rehin bıraktığı için evden dışarıya bile çıkamaz haldeydi Marks o günlerde...
Haftalar boyu çocuklar patates ve ekmekle doymak zorundaydılar...
Jenny şöyle diyordu o günlerde yazdığı mektupta:
“Paramız olmadığı için iki icra memuru geldi ve elimde kalan birkaç şeyi yatakları, ipek örtüleri, elbiseleri, hatta çocukların en güzel oyuncaklarını, onlar gözyaşı dökerken alıp götürdüler...
Para ödenmezse iki saat içinde ne var ne yok gelip alacaklarını söyleyerek tehdit ettiler...
Ben orada çıplak döşemenin üzerinde titreyip duran çocuklarım ve ağrıyan göğsümle kalakaldım...”
***
Sonra da çocuklar da kalamadılar...
Heinrich Guido 19 Kasım 1850’de bir yaşındayken zatürreden öldü...
14 Nisan 1852’de bu kez Fransizka 1 yaşında annesinin kucağında ölüverdi...
Paraları yoktu kefen parasını ve cenaze masraflarını ödemeye Karl Marks ve Jenny’nin...
Bir göçmen dostları onlar adına ödedi...
Birer yaşında giden çocuklar, aileyi derin bir acıya sokmuştu...
Ama 8 yaşına gelen Edgar’ın evin içinde gözlerinin önünde ölümü bir yıkım oldu onlar için...
Erkek çocuğu çok seviyordu, “Büyük devrimler görecek onlar” diyordu Karl Marks...
Çocuğun mide rahatsızlığına ve günbe gün zayıflamasına, parasızlıktan çare bulamamış, gözünün önünde ölmesine hiçbir şey yapamamıştı Karl Marks...
Edgar günbe gün eriyor, kendisine yaklaşan annesine, ip gibi kalan ellerini ve parmaklarını göstermemek için ablasına şöyle diyordu:
“Annem yatağıma geldiğinde üstümü ört abla... Görmesin ne kadar zayıf olduğumu annem...”
Karl Marks’a çok özel bir şevkatle bağlıydı Edgar...
Jenny “O benim sevgili Karl’ımın bütün neşesi, bütün gururu, bütün umududur...” diyordu...
Edgar babasının kucağında 6 Nisan 1855’de öldü...
O gece Karl Marks’ın siyah olan saçları bir gecede bembeyaz oldu...
***
Wilhelm Liebknetch o günü şöyle anlatır:
“Ölü çocuğun üzerine eğilmiş sessizce ağlayan anne... Onun yanında ayakta durmuş hüngür hüngür ağlayan bakıcı... Her türlü teselliyi sert hatta ürkütücü bir telaş içinde savuşturmaya çalışan Karl Marks... Cenazeyi gömerek, bir ara Marks’ın kendisini oğlunun yanına atacağından korktum... Öylesine bir ruh hali içindeydi...”
Kızı Eleanor “Şimdiye kadar yaşamış en neşeli, en canlı insan... Yürekten kahkahası herkesi saran şakıcı haliyle şaka yapmadan duramayan babam...” diye tanımlardı Karl Marks’ı...
Diğer çocukları sakalı ve esmerliğinden dolayı “Arap” derlerdi ona...
2 Aralık 1881’de Jenny’i kaybetti Marks...
Sonra yaşadıkları hayatın girdaplarında 38 yaşında derin bir bunalıma giren kızını kaybetti...
Bu arka arkaya kaybettiği 5. çocuğuydu Marks’ın...
Karısı ve kaybettiği 5 çocuğu...
Sürgünlerle ve mücadelelerle dolu bir hayatın karşılığıydı bunlar...
Kalbi karısının ve kızının ölümüne dayanamadı ve birkaç ay sonra 14 Mart 1883’te hayata veda etti Karl Marks...
***
Das Kapital ya da Türkçesiyle “Kapital” para üzerine yazılmış dünya ekonomi klasiklerinin en önemli eserlerinden biridir.
Hayattaki en büyük dostu Engels’e şöyle yazar:
“Bu kadar parasızken, şimdiye kadar para üzerine böyle çok yazı yazılmamıştır... Das Kapital’den gelen para, kitabı yazarken içtiğim tütünün parasını karşılamadı...”
(Vatan gazetesi yazarı Reha Muhtar 5 Eylül 2010)