Umur Talu
(HaberTürk, 1 Haziran 2012)
Hem dert çok, hem mert (pek) yok!
Bir ona bakıyorum, bir de hiç tanımadığım Ali Akel’e.
Bu(nlar) gazeteciyse, sen dünya ahret kardeşimsin Ali Akel!
Bunlar dünkü, bugünkü, her günkü yandaş, iliştirilmiş, sıvışmış, sıvılaşmış medya şeyiyse; dünya ahret meslektaşımsın Ali Akel!
***
Bir şu taraftaki şeye bakıyorum:
Ben köpeğim zaten, diye yazıyor.
“Gazeteci özünde bekçi köpeğidir” diyen tanımdan bahsettik ya; “Ben oyum” diyor.
Zincirli de olsa havlarmış!
Doğru. Kadim gazeteleri zincirlediniz; bağlı, bağımlı hevlediniz!
Gazetecinin bekçi köpekliği; her devir tüm güçlülere karşı; sermayenin, askeriyenin, siyasetin, devletin, dünyanın güçlülerine karşı ses alabilmek, ses verebilmektir.
Menfaat hırlaşması dışında; paşanın maşası, berikinin paşası, her daim güçlülerin ilişmişi, yılışmışı olup onca mağdura havlamak dışında, nasıl bir “watchdog” olup neye baktın ki…
Onca kişinin ekmeğiyle, hayatıyla, onuruyla oynaya oynaya!
***
Bunları tanıyıp tiksinerek geçti ömrümüz.
Ali Akel’i ise tanımıyordum.
Keşke ötekini, kimi ötekini tanımak yerine, onu tanımış olsaydım.
Çıktı, iktidara “içten yakın” gazetede, aslan gibi, vicdanlı insan ve bağımsız gazeteci gibi, samimi, akıllı, duygulu, duyarlı, meşru öfkeli cümlelerle, edeple ama biatsız, Başbakan’ın bin Uludere’den su getirmesini eleştirdi.
Makul olanı yaptı; makbul olanı değil!
Anında kovuldu; başka yerlerden de kovulanlar gibi.
Bir zamanlar “Andıç”la gazeteci susturulmasını eleştirenler (istisnalar yine var şükür); andıç kuşu olmuş, suspus.
Bin yıl devam eden 28 Şubat bu işte! Elden ele. Akel’den Akel’e!
Fişleyen, işinden, aşkından, inancından, yolundan etmek isteyen, aşağılayan paşalar hesap verirken…
Yeni bir andıç silsilesi de hesap kesiyor.
12 Eylül sözde hesap verirken, 12 Eylül böyle de devam edebiliyor.
18 yıl önceki şehit astsubay mektubunu okuyup ağlayanlar; neden bir gazetecinin yazısına dayanamayıp ekmeğiyle, mesleğiyle oynuyor?
***
Kalemin, vicdanın, bağımsızlığın gücü ve güçsüzlüğü bu işte.
Dünkü silahlılar, külahlılar gibi; bugün de yüzde 50 oya, yüzde 100 hâkimiyete sahip birileri bir yazıdan ürküyor; tabanına ulaşan farklı bir bakıştan, her buyruğa boyun eğmeyen onurlu bir kalkıştan ürküyor.
Bir gazetecinin, sürüden bağımsız olabilmesini; her otlaktaki kuzulara, koyunlara rağmen, onlar adına da ses çıkarabilmesini kabullenemiyor.
Gazetecinin bu gücü, hem de güçsüzlüğü: Yalnızlık. Sessizlik. Hele yıllarca birlikte çalıştıklarının bile, peşin sıra iki satır dahi yazamaması.
***
Tek tek herkes güçsüz aslında.
Bir zaman iktidar, muktedir, (s)itcom olup şimdi titrek bir son durakta, ben köpeğim diye, diklenme görünümlü yaltaklanan bile güçsüz.
Ama dik durmuş, hırpalanmış; sözünü, sesini esirgememiş, güçlülere hep iki çift lafı olmuş gazeteci arşivinde ona yer yok maalesef.
Gidecek, dünün ve bugünün tasmalılarıyla birlikte havlayacak!
Çünkü mesela Ali Akel, kovulduktan sonra “Vicdanım rahat. Onları da anlıyorum. Böyle zor zamanlar vardır. Böyle dönemlerde konuşmanın, yazmanın bedeli vardır” dedi.
Siz onca laf mıçtınız ama hayat boyu bir mok diyemediniz.
O yüzden, ne vicdanınız rahat, ne de tasmanızdan bir şey anladınız!
Huzurlu bir uykuyu özleyip duracaksınız.
Her daim “uyanık” kesilmeniz belki de bundan!
Söyleyecek bir şey…
Susurluk patladığında, Teoman Koman (Veli Küçük gibi) Millet Meclisi’ne ifadeye tenezzül etmemiş, “Söyleyecek bir şeyim yok” demişti.
Aradan onca yıl geçti; şimdi de gazetecilere, “Söyleyecek bir şeyim yok” dedi.
Ne ki bu kez, “Silah arkadaşları” tutuklanırken, Savcılıkta ifade verip rahatsızlığı yüzünden serbest kaldığında!
Kara-deniz!
Hopa’da “Biber gazı” kurbanı emekli öğretmen Metin Lokumcu anılırken…
Rize’de de, Yalova’da biber gazıyla öldürülen Çayan Birben toprağa veriliyor.
Öldürmeyen biber gazı bu!
O zaman, öldüren birileri olmalı!