Kültür-Sanat

İstikal Marşı'nın ilk kelimesi "Korkma" 1915 yılında Berlin'de yazıldı

Yarın İstiklal Marşı'nın kabulünün 95'inci yıl dönümü

11 Mart 2016 12:28

Yarın 'İstiklal Marşı'nın kabulünün 95'inci yıl dönümü. Milli Şair Mehmet Akif 101 yıl önce Berlin'de Teşkilât-ı Mahsusa'ya bağlı olarak görevlendirildiğinde Çanakkale Savaşı'nın da en kanlı günleri yaşanmaktaydı. Akif Berlin'de yazdığı 'Berlin Hatıraları'nda "Korkma" diyordu. "Korkma", ileri de yazacağı İstiklâl Marşı’nın da ilk kelimesiydi ve Âkif’in sözlüğünde “Sakın endişe etme, asla ümidini kaybetme!” anlamına geliyordu.

Hürriyet'ten Beşir Ayvazoğlu'nun haberine göre,  Osmanlı ordusunun Balkan Harbi’nde uğradığı utanç verici bozgunun ardından Rumeli, Anadolu’ya akmaya başlamıştı; gözü dönmüş komitacılarla, hastalıklarla, açlıkve susuzlukla boğuşa boğuşa...

Balkan Harbi, sonun başlangıcıydı. Binlerce Türk, Avrupa’nın göbeğinde soykırıma uğradı ve sonunda Bulgar ordusu gelip Çatalca’ya dayandı. Rumeli bütünüyle kaybedilmişti, Edirne bile. Korkunç gerçek 1913’te imzalanan Londra Antlaşması’yla resmiyet kazandı. Yeni Balkan devletlerinin İkinci Balkan Harbi’nde birbirine düşmesinden yararlanılarak Edirne geri alındıysa da, İmparatorluğun bir kanadı kopmuştu artık. Siyasî Türkçülük bu faciadan doğdu.

 

Türk’ün kendini düşüneceği zaman


Genç Türkçülerden Hakkı Süha (Gezgin), Mehmet Âkif’i o günlerde ziyaret etmişti.Yürekleri titreten mısralarıyla Balkanlar’da yaşadığımız felakete adeta tek başına isyan eden şair, kendi evini Rumeli’ndeki kan sellerinden kurtulmuş bir göçmen ailesine verip dostlarından birine misafir olmuştu. İstanbul’un sokakları göçmen kaynıyordu.

Safahat’ın ‘Hakkın Sesleri’ adlı üçüncü kitabındaki şiirlerin çoğu, ata yurdu Rumeli için dökülen gözyaşlarıyla yazılmıştı. Âkif o kadar inandığı ‘medeniyet’in Avrupa’nın tam göbeğinde yaşanan soykırımı duyarsızca seyretmesine, hatta bu soykırımı desteklemesine isyan ediyor, çok samimi bir Müslüman olmasına rağmen, “Ağzım kurusun... Yok musun ey adl-i ilâhî?” diye haykırıyordu.

Hakkı Süha, o gün büyük şaire Arnavutluk isyanından, milliyetçilik hareketlerinden ve gitgide tehlikeli boyutlar kazanan Arap milliyetçiliğinden söz etti. “Artık Türk’ün de kendini düşüneceği zaman gelmişti!” Âkif biraz öfkeli, daha çok yaralı gözlerle genç Türkçüye baktı, cevap vermedi. O, ‘İslam Birliği’ne inanıyordu. Bu inancı Arnavutluk isyanıyla büyük ölçüde sarsılmışsa da ümidini henüz yitirmiş değildi. “Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez”di. Öyleyse, geleceği karanlık görerek azmi bırakmak bir çeşit korkaklık ve alçaklıktan başka bir şey değildi. Diyordu ki: “Âlemde ziya kalmasa, halk etmelisin halk! Ey elleri böğründe yatan şaşkın adam, kalk!”

Balkan Harbi devam ederken, Mehmed Âkif’in Donanma mecmuasının Nisan 1329 (1913) tarihli sayısının kapağında yayımlanan fotoğrafı. Bu fotoğrafın alt yazısı şöyledir: “Müslümanların ictimai şairi Mehmed Âkif Bey.”

 

 

1914: Âkif’in ilk istihbarat görevi, Almanya

 


Evet, Âkif ümidini henüz yitirmemişti ama felaketlerin ardı arkası kesilmiyordu. Balkan Harbi’nin yaraları sarılmadan kendimizi Birinci Dünya Harbi’nin ortasında bulduk.

Savaş, hiçbir mantığa sığmayan korkunç bir boğazlaşmaydı. En trajik tarafı da İngilizlerin ve Fransızların sömürgelerinden topladıkları Müslüman askerleri Osmanlı Devleti’nin müttefiki olan Almanların karşısına çıkarmalarıydı.

İstanbul’un Almanlar tarafından işgal edildiği ve halifenin esir alındığı yolundaki propagandaya kanan bu Müslümanlar, farkında olmadan Osmanlı Devleti’ne karşı da savaşıyorlardı.‘İslam Birliği’ ülküsüne yürekten inanan Âkif işte buna hiç dayanamazdı. Bunun için MİT’in atası sayılan istihbarat örgütü Teşkilât-ı Mahsusa’dan gelen teklifi hiç tereddüt etmeden kabul etti: Almanya’ya gidecek, Tunuslu Şeyh Salih’le birlikte esir Müslümanları aydınlatacaktı.

İtilaf devletleri bu arada İstanbul’u işgal etmek ve Rusya ile bağlantı kurmak için devrin en güçlü donanmasıyla Şubat 1915’te Çanakkale Boğazı’na yüklendiler. Ve Mehmetçik, şimdi destanlara yaraşır bir kahramanlığa imza atıyor, tarihin en inanılmaz savunma savaşını yapıyordu. Olup bitenleri Almanya’dan yüreği ağzında izleyen Âkif, zaferden emindi. Emindi, çünkü eğer Çanakkale geçilirse her şey bitecekti. Berlin’de yazdığı ‘Berlin Hâtıraları’nda, “Korkma!” diyordu. “Korkma”, ileride yazacağı İstiklâl Marşı’nın da ilk kelimesiydi ve Âkif’in sözlüğünde “Sakın endişe etme, asla ümidini kaybetme!” anlamına geliyordu.



1916: İkinci istihbarat görevi, Arap Yarımadası


Mehmet Âkif’in ümidi boşa çıkmadı. Enver Paşa’nın Teşkilât-ı Mahsusa Reisi Eşref Sencer Bey’e gönderdiği telgraftan zafer müjdesini alınca doya doya ağladı. Bu gözyaşları, bir süre sonra, Çanakkale’de mucizeler yaratan Mehmetçik için ateşten mısralarla ördüğü muhteşem türbenin harcına karışacaktı. Âsım’ın nesli işte namusunu çiğnetmemişti, çiğnetmeyecekti.

Berlin’den döndükten sonra, İstanbul’da pek fazla kalamayan Âkif, Teşkilât-ı Mahsusa tarafından bu sefer de Ceziretü’l-Arab’a (Arap Yarımadası) gönderildi.  Osmanlı Devleti’ne bağlı kalan Arap emirlerinden İbnürreşid’le görüşmesi isteniyordu. 1916 yılının başlarında gerçekleşen yolculuk, Hicaz Emiri Şerif Hüseyin’le oğullarının isyan hazırlıkları dolayısıyla planlanmıştı.Âkif, bu zorlu yolculuktan hayalleri yıkılmış olarak döndü. ‘İslâm Birliği’ artık sadece bir rüyadan ibaretti. İşte İngiliz altınlarıyla gözleri kamaşan Şerif Hüseyin ve oğulları Kâbe’nin muhafızlarını arkalarından vuruyorlardı.Ekilen ayrılık tohumları zehirli meyvelerini vermeye başlamıştı.

 

1919: İstiklal Marşı’nın ilk eskizleri


Savaşın kaderini ne Çanakkale zaferi, ne Teşkilât-ı Mahsusa’nın çabaları değiştirebilmişti. Birinci Dünya Harbi arkasında büyük acılar ve yıkıntılar bırakarak sona erdi.

30 Ekim 1918’de bizim için bir utanç belgesi olan Mondros Mütarekesi imzalandı.Daha dün Çanakkale Boğazı’nda çakılıp kalan İtilaf devletleri donanması hiçbir engelle karşılaşmadan geldi, İstanbul Boğazı’nda demir atıp toplarını Dolmabahçe ve Yıldız saraylarına çevirdi.Daha dün destanlara yaraşır kahramanlıklar göstererek gücünü ve inancını dünyaya kanıtlayan Mehmetçik şimdi silahsız, aç ve bitkindi.

Daha düne kadar dünyanın en güçlü devletlerinden birine sahip olan Türk milletinin çocukları şimdi işgal acısını yaşıyor, aşağılanıyor, hakarete uğruyordu.Ümidini sonuna kadar koruyan Âkif’in bile karamsarlığa düştüğü bir dönemdi bu. 1918’den sonra yazdığı şiirleri, mesela ‘Hüsran’, bu derin karamsarlığı ve hayal kırıklığını yansıtır. Ancak Âkif’in karamsarlığı geçiciydi. Sebilürreşad’ın 21 Ağustos 1919 tarihli sayısında çıkan ‘Manda Meselesi’ başlıklı yazısında şöyle diyordu:“Türklerin yirmi beş asırdan beri istiklâllerini muhafaza etmiş bir millet oldukları târihen müsbet bir hakikattir. Hâlbuki Avrupa’da bile mebde-i istiklâli bu kadar eski zamandan başlayan bir millet yoktur [...] Tarih de gösteriyor ki Türk istiklâlsiz yaşayamamıştır.”İslamcı bir şairin değil, Türkçü bir yazarın kaleminden çıkmışa benzeyen bu cümlelerdeki fikir, bir yıl kadar sonra, “Ben ezelden beridir hür yaşadım hür yaşarım/ Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım!” mısralarında en güçlü ifadesini bulacaktı.



1920: Mustafa Kemal’le tanışma


İstanbul, İtilaf devletleri askerleri tarafından 16 Mart 1920 sabahı fiilen işgal edildi ve ardından son derece ağır şartlar taşıyan Sevr Antlaşması dayatıldı. Hiçbir gerçek vatanseverin bu zillete katlanması düşünülemezdi. Nitekim çok geçmeden Anadolu’da Mustafa Kemal’in önderliğinde Millî Mücadele bayrağı açıldı. Mehmet Âkif bu bayrağın altına ilk koşanlardandır; çünkü ‘Âsım’ın nesli’ dediği Türk gençliğinden ümidini hiç kesmemişti. Ankara’ya gitmeden önce de Sebilürreşad dergisinde Millî Mücadele lehinde yazılar yazmış, hatta bir ara Balıkesir’e gidip Zağnos Paşa Camisi’nde heyecanlı bir vaaz vererek Sevr aleyhinde konuşup halkı Millî Mücadele’ye davet etmişti.

Bir gün Âkif’i Çengelköy’deki evinde her hâlinden asker olduğu anlaşılan biri ziyaret etti. Bir süre gizlice görüştüler. Meçhul ziyaretçi muhtemelen Mustafa Kemal’den bir mesaj getirmişti. Aynı mesajı Yakup Kadri, Falih Rıfkı, Yahya Kemal, Ruşen Eşref, Hamdullah Suphi ve Halide Edib gibi ünlü şair ve yazarlar da aldılar.


Kuvayımilliye için Konya’daki isyanı bastırma görevi
Dört gün sonra Âkif İstanbul’dan gizlice ayrıldı ve uzun, yorucu bir yolculuk sonunda Ankara’ya ulaştı.

Tâceddin Veli Camii imamı Tevfik Efendi tarafından karşılanıp bir süre misafir edildikten sonra aynı caminin müştemilatından olan ve uzunca bir süredir boş duran Tâceddin Dergâhı’na yerleşti.Âkif bu arada Mustafa Kemal’le görüşmüş ve o günlerde isyan kıpırtıları görünen Konya’ya gönderilmişti.

Halkı Millî Mücadele’nin gerekli olduğuna inandırması isteniyordu. Görevini başarıyla tamamlayıp Ankara’ya döndüğünde Burdur mebusu seçildiğini öğrendi. Kısa bir süre sonra da Sebilürreşad’ın müdürü Eşref Edip’le buluşmak üzere Kastamonu’ya gitti.


Mehmet Âkif’in Kastamonu’da ve kazalarında verdiği vaazlar, Anadolu’nun Millî Mücadele bayrağı altında toplanmasında önemli bir rol oynamıştı. Sebilürreşad’ın Kastamonu’da çıkan sayıları bu vaazlarla doluydu ve bütün vilayetlere, sancak ve kazalara gönderilerek halka okundu, mahalli gazetelerde tekrar tekrar yayımlanan bu vaazlar küçük kitapçıklar halinde bastırılarak bütün cephelere dağıtıldı. Akıcı üslubuyla halkı birliğe ve Millî Mücadele saflarına katılmaya davet eden Âkif, o karanlık günlerde yüreklere ümit ve iman aşılıyordu. Kastamonu’da bir ay kadar kaldı; soğuk bir kış günü, Sebilürreşad klişesini de yanına alarak Eşref Edip’le birlikte Ankara’ya döndü.

Tâceddin Dergâhı konforsuz, fakat güzel bir Türk eviydi. Âkif’in başta ‘Bülbül’ ve ‘İstiklal Marşı’ olmak üzere, Ankara’da yazdığı bütün şiirlere artık bu evin duvarları şahit olacaktı.1973 yılında restore edilen ve Mehmet Âkif Müzesi olarak hizmete açılan Tâceddin Dergâhı, Âkif kaldığı sürece Millî Mücadele’nin ilk yıllarında yaşanan büyük heyecanlardan, büyük acılardan kısa bir süre olsun uzaklaşmak isteyenlerin sığındığı bir liman oldu. Bunalanlar soluğu burada alıyordu.Tâceddin Dergâhı’nda sohbet vardı, şiir vardı, musiki vardı. Daha da önemlisi, ümit ve inanç vardı. İşte o günlerde Garp Cephesi Kurmay Başkanı olan İsmet (İnönü) Bey, Maarif Vekili Dr. Rıza Nur’u ziyaret etti ve askeri coşturacak, Fransızların Marseyez’ine benzeyen bir milli marş ihtiyacından söz etti. 1920 Ekim’inin sonlarıydı. 

 

Berlin hatıraların İstiklal Marşı'nı müjdeleyen mısralar


Cehennem olsa gelen göğsümüzde söndürürüz;
Bu yol ki hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz:
Düşer mi tek taşı, sandın, harîm-i namusun?
Meğerki harbe giren son nefer şehid olsun.
Şu karşımızdaki mahşer kudursa, çıldırsa;
Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa;
Bu altımızdaki yerden bütün yanardağlar,
Taşıp da kaplasa âfâkı bir kızıl sarsar,
Değil mi cephemizin sinesinde iman bir,
Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir;
Değil mi sinede birdir vuran yürek... Yılmaz!
Cihan yıkılsa, emin ol, bu cephe sarsılmaz!