T24 - Yıllardır insan hakları mücadelesi veren Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı, Uluslararası Nükleer Savaşı Önleme Grubu (IPPNW) tarafından Uluslararası Tıp Barış Ödülü'ne layık görüldü... Engin Çeber davasından Uğur Kantar'a, Diyarbakır Cezaevi'nden Kaddafi'nin ölümüne dair bir çok konuya değindi.
Fincancı, Türkiye'deki demokratikleşme süreci için, ''... Demokratikleşme adına Türkiye’de bir şey olmuş değil. 80 anayasası, bütün yasal düzenlemeler devam ediyor. Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin sadece adı değişmiş, mantığı devam ediyor...'' dedi. Radikal gazetesinden Berrin Krakaş'ın röportajı şöyle:
‘The International Medical Peace’ (Uluslararası Tıp Barış Ödülü) ödülünüzle başlayalım dilerseniz.
Uluslararası nükleer savaşı önlemek için bir araya gelmiş, tarihi çok eskilere dayanan bir hekimler grubu var: IPPNW. Bunların ülkeler bazında da üyelikleri var. 1985’te Nobel Barış Ödülü almışlardı. Bu yıl böyle bir ödül verme kararı vermişler. Yıllardır barış, insan hakları çalışmaları yürütüyorlar, farklı meslek gruplarından destek alıyorlar. Özellikle Filistin’de yaşananlara dönük ‘Ortadoğu Barış Köprüsü’ diye bir çalışma yürütüyorlar örneğin.
Size verdikleri ödülün gerekçesini nasıl açıkladılar?
İnsan haklarının korunması, işkencenin önlenmesi için istisnai olarak ısrarcı ve süreklilik taşıyan çalışmaları nedeniyle diyorlar. Üstelik kendisi de çeşitli baskılara maruz kalmasına rağmen sürdürdüğü için diye belirtmişler ama onlar baskı görmemiş tabii ki, benimki nedir ki… Ayrıca resmi Birleşmiş Milletler belgesi olan İstanbul Protokolü’nün yazarlarından biri olması ve bunun bütün dünyada yaygın olarak kullanılmasına katkı nedeniyle diye bir gerekçeleri var.
Oralardan nasıl görünüyor acaba bu ülke?
Aslında Türkiye’deki insan hakları mücadelesine çok saygıyla bakıyorlar. Bu mücadeleyi yürüten bütün kurumlar, örgütler, insanlar yıllardır yılmadan devam ediyor diye düşünüyorlar. İnsan hakları alanında bu kadar kalıcı insan yok, insanlar yoruluyorlar genelde. Bir de son günlerde çok profesyonelleşmeyi gerektiren bir alan oldu insan hakları. Özellikle projecilik bazında ne yazık ki böyle. Türkiye’de öyle yürümüyor insan hakları. Doğrudan bu tür ihlallerin içinden gelmiş insanlar çoğunlukla mücadeleyi yürüttükleri için sorunu biliyorlar, nasıl değişim göstereceğini biliyor ve kararlılıkla mücadele ediyorlar.
İnsan hakları mücadelesinin 80’lerden beri kat ettiği yolu nasıl yorumluyorsunuz?
Hak ihlalleri bir yandan yürüyor ama bir yandan da değişen çok şey var bu 30 yıllık sürede. Bu kazanımlar da çok kolay değil çünkü bir anlayış değişikliği gerekiyor. Türkiye’de anlayış değişikliği hükümetler bazında çok değişmese bile onları sınırlayacak birtakım mekanizmaların kurulması mümkün olmuş. Demokratikleşme adına Türkiye’de bir şey olmuş değil. 80 anayasası, bütün yasal düzenlemeler devam ediyor. Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin sadece adı değişmiş, mantığı devam ediyor. Terörle mücadele kötüleşerek gidiyor ama bunlara rağmen koruyucu önlemler alınagelinmiş. Seçmeli protokolün onaylanması gerçekleşebilmiş vs... Başaramadığı şeyler de çok ama başardıkları da çok bu mücadelenin.
İşkence oranları eskisine göre düşük ama sizin de sık sık bahsettiğiniz bir metot değişikliği söz konusu. Örneğin polisin eylemlerdeki tavrı da bir işkence değil mi?
Tabii ki işkencenin belli kriterleri var. Kamu görevlisi tarafından yapılacak, belli bir amacı olacak, kasıtlı olacak, acı verecek. Sokak gösterilerinde de bunların hepsi geçerli. Bir kişiye 20 kişi tekme atıyorsa kasıtlı bir eylemdir bu. Hükümetin yaptığı gibi orantısız bir güç olarak tanımlanamaz. Orantısız güçte kasıt olmaması gerekir. Sadece yakalama amacıyla yapılıyor olması gerekir. Burada yakalamanın ötesinde bir davranış da o kadar çok gaz bombası atılması. Kaldı ki gaz bombasının dış çeperleriyle ölüyor insanlar. Normal koşullarda insan bedeni hizasında değil, havaya doğru atış yapmaları gerekiyor.
Kıbrıs’ta işkence sonucu öldürülen er Uğur Kantar’ı konuşuyoruz hâlâ. TSK’dan gelen şüpheli ölüm haberlerinde, işkence olaylarında bir artış var mı?
‘Eğitim zayiatı’ diye geçerdi eskiden. Şimdi insanlar orduya karşı söz söyleyebilme becerisi de kazandı. Bu da bir gelişme. 30 yıl önce bu savaşta ölen askerlerin aileleri “Vatan sağ olsun” derken bugün önemli bir kısmı “Ben sağ olmayınca vatan nasıl sağ olacak?” diyebiliyor. Bir hak arama bilinci var ve o daha görünür kılıyor olanları. Ama gerçek rakamları hiç bilmedik, o zaman da bilmedik, bugün de bilmiyoruz.
Engin Çeber davasının son haline ne diyorsunuz? Hükmün açıklanması geri bırakıldı ve yine sorumlular hapis yatmayacak gibi görünüyor.
Çok büyük bir kaygı taşıyorum. Çünkü bu ülkede işkencenin devam etmesinde çok önemli rolü var yargının. Etkin bir soruşturma süreci olsa bu işkence uygulamaları da ciddi bir biçimde azalacaktır. Bu aynı zamanda devletin işkenceyi desteklediğine dair bir algısının olduğuna neden oluyor. İşkence suçu kanıtlansa dahi ya tecil ediyor cezayı ya da en düşüğünden veriyor. Engin Çeber davasında ilk başta çok sevinmiştim. Cezalar yine çok düşüktü ama bir de ihmal davranışıyla, göz yumma davranışıyla Türkiye’de ilk defa ceza verildi cezaevi ikinci müdürüne. Bu çok önemliydi bence, bir anlayış değişikliği demekti. Göz yumarsan sen de aynı suçu işlemiş oluyorsun demekti. Bir de aynı yüksek yargı Manisa davasında da yerel mahkemenin kararını bozup Manisalı çocuklara işkence yapıldığını kabul etti. Çok kişilere bağlı. Kurumsal bir yerleşik davranış modeli oluşabilmiş değil işkenceye dair. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne kadar yolu var. O da nedir, en fazla tazminat alırsınız.
Malatya’da 24 PKK’lının cenazesinin yakılarak teslim edildiği söyleniyor. Ölü bedenler tanınmaz halde. ‘Ölüm ve yas’ başlıklı bir yazınızı okumuştum. Diğerinin de yasını tutsak böyle durumlar yaşanır mı sizce?
Bu yası tutmak çok kolay değil. Türkiye ilköğretim çağından itibaren şiddeti ve ölümü kutsayan bir eğitim modeli üzerine kurulu bir eğitimle yürütüyor süreci. O yüzden daha kökünden birtakım değişiklikler yapmaya ihtiyaç var. Mazlumder’in andımızın kaldırılması konusunda kampanyasını çok değerli buluyorum. Bir süre sonra anlamını kaybedip o andımız dünyaya ilişkin bir şiddet duygusunu yerleştiriyor. Ders kitaplarından da nefret, ırkçılık içeren okuma parçalarını çıkarttırmak gerekiyor. Yüzleşemediğimiz çok şey var bu topraklarda. Mübadele süreci bile yeterli bu insanların bu kadar nefret ve hınçla dolu olmasına. Niçin etnik ayrımcılığın en fazla olduğu şehirler hep mübadele sonucu gelmiş insanların olduğu şehirler örneğin? Onlar daha kendi topraklarından edilmişlikleriyle yüzleşemedikleri için.
Kaddafi’nin işkence edilmiş bedeni neler söylüyor insanlığa dair sizce?
Şiddet yükü çok fazla, linç davranışı gösterme becerisi çok yüksek bu topraklarda yaşayan insanlarda. Bunun entelektüel düzeyde soyutlama yeteneğiyle de çok yakından ilişkisi var çünkü ancak entelektüel düzey yükseldikçe insanlar şiddet davranışından uzaklaşabilirler. Bir anda hep beraber sürü mantığıyla hareket etmekten uzaklaşabilirler. Şimdi ben çıksam sokaktan geçen birine “Bu PKK’lı!” desem eminim 20-30 kişi anında linç davranışı geliştirir. Kimse sormaz “Nereden biliyorsun sen?” diye. Bunlara müdahale etmemiz, linç davranışını kaldıracak bir yol bulmamız lazım. Bu deprem de geçer, sonra yine aynen devam edecek kaldığı yerden. Zaten çok kötü durumdaydık. Şu anda insanlar ertelediler bir süreliğine hınçlarını, linç davranışlarını.
Türkiye Diyarbakır Cezaevi Gerçeğiyle Yüzleşiyor Sempozyumu aralıkta bir kez daha düzenleniyor. Bu yüzleşme nasıl gidiyor?
1980’le ilk yüzleşme çalışması ve çok kolay yürümüyor. En azından hukuki boyutunda zamanaşımı gibi şeyler giriyor devreye. Anayasadaki 15. geçici madde nedeniyle daha önce yargılanabilir değildi sorumlular. Onun kaldırılmasıyla hukukçular adım atabilmek mümkün diye görüş bildiriyorlar. Diyarbakır’daki özel, doğrudan Kürtlere dönük bir imha politikası yapılmış durumda. Bize 1000’e yakın başvuru oldu Diyarbakır Cezavevi’nde kalanlardan.
İşkence yapanlarla işkenceye uğrayanlar bir araya geldiler mi hiç?
Toplantılara altı aydır koşullarım gereği katılamadım ama işkence edenlerden birkaç kişi görüşebileceklerini belirtmişti en son. En sıkıntı verici olan bu işkenceyi yöneten Esad Yıldıran’dı, o öldürüldüğü için diğerleri emir komuta zinciri altında kendileri de işkenceye uğrayacakları kaygısı taşıdıkları için boyun eğen insanlar. Dolayısıyla onlarla yüzleşme daha kolay olabilir.
Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı kimdir?
Adli Tıp Kurumu’nda ihtisas kurulu üyeliği ve başkanlığı yapan İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı adli tıp, işkencenin saptanması ve rehabilitasyonu alanlarında, dünyaca tanınmış bir uzman. Kurucusu olduğu ve başkanlığını yaptığı Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nda (TİHV) işkence yapılanlara tedavi ve rehabilitasyon hizmeti veriyor. İşkence vakalarının yoğun yaşandığı 1990’larda dönemde tıp etiği üzerine yazdığı yazılar ve işkencenin gerçekleştiğine yönelik verdiği raporlarla pek çok baskıya ve engellemeye maruz kaldı. Korur Fincancı, aynı zamanda Adli Tıp Uzmanları Derneği’nin kurucu üyesi.
1996’da BM Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi adına, Bosna’daki toplu mezarlardan çıkarılan cesetlerin otopsi çalışmalarına katıldı. 2000’de İnsan Hakları İçin Hekimler’in Güney Afrika’daki uluslararası çalışmasında, 2002’de Dünya Sağlık Örgütü’nün Kadına Yönelik Cinsel Şiddet Araştırması ve El Kitabı çalışmalarında, çeşitli ülkelerde İstanbul Protokolü’nün uygulanması eğitimlerinde yer aldı.