Sevgili Hakan,
Bana birkaç yıl önce gönderdiğin bir mektupta, Rusya’nın en uzak bölgelerinde bile bir Türk’e rastlamanın artık seni şaşırtmadığını yazıyordun.
Örnek olarak da Sibirya’nın pek büyük olmayan bir şehrinde, daha doğrusu o şehre bağlı bir kasabada fırın işleten Urfalı bir gençle tanıştığından bahsetmiştin.
Geçenlerde Ege’nin çok küçük bir sahil kasabasına uğradım. Deniz kıyısında gezerken, onca esmer Türk’ün arasında masmavi gözleri ve sapsarı saçlarıyla güneş gibi ışıldayan bir genç kız gördüm. Bu kız (daha doğrusu ona karşı duyduğum merak) bir mıknatıs gibi beni yanına çekti.
Ona epeyce yaklaşmışken durakladım. Ne yapıyordum ben böyle? Kıza ve yanındaki gence ne diyecektim ki? “Siz Rus musunuz?” gibi bir soru sormayı düşündüğümde, yine aklıma senin bir cümlen geldi: “Türkler ‘nerelisin’ diye sormadan tanışmayı beceremez”.
Bu şaşkınlıkla ortada kalakaldım.
Kız, yaşından beklenmeyen bir olgunlukla gülümseyerek yanıma yaklaştı ve “r” harfleri sertleştirilmiş tanıdık melodili bir aksanla “Affedersiniz, size yardımcı olabilir miyim?” diye sordu.
Ben de ona gülümseyerek Türkçe “Ben Rusum” dedim.
O an hem gülümsememin, hem de cümlemin çok aptalca olduğunu düşündüm. Aptal ne kelime! Eğer kız Rus değilse sırılsıklam salak sayacaktım kendimi.
Ama o “Ben de Rusum” diyerek kurtardı beni. Gülüşü daha da cesaret vericiydi.
Biraz bu ani ve zorlu tanışmanın başarıyla tamamlanmaya yaklaşmasından dolayı duyduğum memnuniyetten, biraz da Rusya’dan binlerce kilometre ötede iki Rus kadının kendi arasında yabancı bir dilde anlaşmaya çalışmasını gülünç bulduğumdan dolayı bir kahkaha attım.
Sonradan kızın eşi olduğunu öğrendiğim genç, huzursuz bir tavırla bizi izliyordu. Ama kız aldırmadı ve kırk yıldır o sahil kasabasının yerlisiymiş gibi bana evsahipliği yaptı. Önce kasabayı, sonra kendini anlattı.
* * *
Öyküsü kısa, ama şaşırtıcıydı.
Sibirya’nın ücra bir köşesinden gelmişti. (Belki de kader, senin Urfalı fırıncıyı bu kızın yerini doldurması için oralara göndermiştir.)
Bir yıl önce internette tanışmıştı bu gençle. Hem de ne tanışma! Ne o Türkçe biliyordu, ne de delikanlı Rusça. İkisi de berbat bir İngilizce konuşuyordu. Ama… Sonrası malum. Aşkın gözü kördür derler ya…
Baktım, kendi aralarında hâlâ doğru dürüst konuşamıyorlar. Kız Türkçe kursuna falan gitmemiş. Görüşüp kısa sürede evlenmeye karar vermişler. 19 yaşında ve hamile.
Bir ara sohbet sırasında bir punduna getirip eşine söylemek için belki de aylardır içinde biriktirdiği bazı şeyleri bana tercüme ettirdi. Bu durum beni nedense rahatsız etti. Onların, içinde fazlaca kelime bulunmayan özel – ve benim için maalesef anlaşılmaz – ilişkilerine burnumu sokarak bir şeylerin sihrini bozabileceğim kuşkusuna kapıldım.
Kısa süre sonra onlara ve o sevimli kasabaya veda etme zamanının geldiğini söylediğimde delikanlı sanki rahatlamış gibi göründü. Kız ise internet dışında aylardır kullanmadığı ana dilinde dertleşeceği bir arkadaşı bulur bulmaz kaybedeceği için üzülmüştü.
Ayrılırken onu kucakladım. Ve bu sahne biraz daha uzarsa ağlayabileceğimi hissederek hızlı adımlarla oradan ayrıldım.
Koskoca dünyanın daha önceden hiç bilmediği bir yerine tesadüfen düşmüş bu küçük ve çelimsiz bir kız için “İşte ben de gidiyorum; şimdi ne yapacak tek başına?” diye düşündüğümü fark ettim.
(Garip, değil mi? Kocasını en az bir yıldır tanıyor. Beni ise en fazla yarım saattir. Ve ben neredeyse kızın bütün sorumluluğunu üstlenmek için bahane arıyorum!.. Kendimi hiç anlayamıyorum bazen.)
İçim karmakarışıktı. İnsan yaşlandıkça duygusallaşıyor, diye düşünerek orayı terk ettim.
* * *
O Sibiryalı kızın yüzü zaman zaman gözlerimin önünde canlanıyor. Her seferinde çelişkili fikirler dolaşıyor kafamda. Bazen kıza acıyorum nedense. Sonra “hayatın kime daha büyük mutluluk armağan edeceği belli olmaz” diyerek kendimi toparlamaya çalışıyorum.
Öyle ya! Yaşı, sosyal konumu ve ekonomik durumu çok daha farklı görünen ve evleneceği kişiyi ince eleyip sık dokuyarak seçen onca “bilinçli ve kültürlü kadın” öylesine mutsuz ki!..
Belki de o Sibiryalı kız daha şanslıdır.
Belki…
Eğer milli piyangodan talihli bileti (yani “iyi koca” ödülünü) çektiyse…
Onca emek verdiğimizi düşündüğümüz hayatımızın, tesadüflere bu kadar bağlı olması ne garip, değil mi?
Bazen iyi, bazen kötü… Ama her zaman garip!..
* * *
Aşk, hayatın en çok beklenen ve en fazla aranan tesadüfü.
Öyle bir tesadüf ki, onu “zorunluluk haline getirmek” ve ona “bilinçli adımlarla yaklaşmak”, hatta onu “yaratmak” adına pek çok şey yapıyoruz.
Bazen neredeyse her gördüğümüz adama “Acaba benim yıllardır aradığım kişi ve beklediğim tesadüf bu mu?” der gibi acınası bir merakla bakıyoruz.
Ama o tesadüf, her zaman kendi bildiği gibi geliyor.
Beklenmeden…
Tümüyle tesadüfen…
Bizim elimizdeki bütün bilinçli ve aktif kartların düştüğü bir anda…
* * *
Beklenen ve bir türlü gelmeyen aşkı aramak kolay değil. Şehirlerde sokaklara çıkıp “arama yapmak”, otobüs duraklarından barlara kadar her yere saatlerce ve günlerce bakmak mümkün tabii. Ama çok yorucu. Küçük yerlerde ise “arama faaliyeti” daha başlar başlamaz bittiği izlenimini uyandırıyor.
Ancak şimdi elimizde “sihirli bir değnek” var: İnternet. Onun yardımıyla aşkı oturduğumuz yerde parmak darbeleriyle bulabileceğimiz gibi güçlü bir hisse kavuştuk.
Rusya interneti çok sevdi. 140 milyonluk ülkede 43 milyon internet kullanıcısı var. Resmi anketlere bakarsan Ruslar internete en çok haber okumak ve alışveriş yapmak için giriyorlar. Yalan! En başta yalnızlıktan kurtulmak için giriyorlar internete.
İnternette on binlerce, hatta yüz binlerce tanışma sitesi var. Her gün milyonlarca, evet, milyonlarca insan buralarda kendince mutluluğu arıyor. Bu sitelerin yardımıyla kolayca tanışıyor, heyecanlanıyor, sonra buluşuyor (ki buluşma anından itibaren teknolojinin sunduğu üslup, yerini banal ilişkilere bırakıyor; bir ihtimal iyi bir şeyler oluyor, çoğunlukla da elde hayal kırıklığı kalıyor; tıpkı gerçek yaşamdaki gibi), sonra tükettiği enerjiye yeniden elde etmeye çalışarak yeni bir arayışa çıkıyor…
Aradığını bulduğunu düşünen coşkulu bir riske giriyor. Ege’nin küçük bir kasabasına yerleşen o Sibiryalı kız gibi…
* * *
Biliyor musun, belki 10-15 yıldır Rus kadınlarını yabancı ülke yurttaşı erkeklerle tanıştıran internet siteleri çok popüler.
Yalnızca siteler değil, internetle veya internetsiz faaliyet gösteren binlerce tanıştırma (ya da evlendirme) ajansı türedi Rusya’da. Kimileri kendilerine “Rus” denmesine çok bozuluyor; “uluslararası ajans” diye tanımlıyor şirketini.
Bu site ve ajansların çoğu, kadınlar için bedava. Parayı genellikle “damat adayı” veriyor.
Yabancı dil sorununu da “bir şekilde hallederiz” diyerek adaylardan bilgileri ve fotoğrafları topluyorlar; “karşı taraftaki adaylar”a satıyorlar. Bu arada her şeyin dostane, içten, demokratik geçtiği izlenimi alıyorsunuz. Sanki tanıştırma ajansı değil de, köyünüzün çöpçatan teyzesi!
Bu ajansların ve sitelerin yabancı erkeklere yönelik propaganda atağı, yani meselenin öteki yanı çok daha ilginç. Aradığı aşkı uzak ve soğuk Rusya’da bulabileceği ihtimali aklına düşürülen erkeklere şunlar deniyor:
“Rusya’da kadın sayısı erkeklerden 10 milyon daha fazla. Hem bunlar, güzel ve eğitimli kadınlar. Kendilerine sürekli bakarlar. Feminist ve başına buyruk tavırları yoktur. Aşkı ve aileyi çok önemserler. Fedakardırlar. Ev işleri yapmayı da, çalışmayı da becerirler.”
Ve isimler, adresler, telefon numaraları, e-mailler...
İlk yazışmalardan sonra karşılıklı ziyaretler…
Hayal kırıklıkları ya da yeni başlangıçlar…
Tabii bu tür yöntemlerle “gününü gün eden” yabancı erkekler de, “dünyayı gezmeye çalışan”, hatta dolandırıcılık yapan Rus kadınlar da az değil. Yani her şey tıpkı “gerçek hayat” gibi.
* * *
Bir Rus dergisi geçenlerde şöyle yazmıştı: “Artık dünyada Rusya’nın simgesi yalnızca votka ve havyar değildir; Rus gelini de Rusya’nın simgelerindendir.”
Biliyor musun Hakan, ben kendimi “ülkemin marka değerinin bir parçası” olarak hissetmekten hiç hoşlanmıyorum.
Bana kalırsa Rus, Amerikalı veya Çinli kadınlar; Türk, Fransız veya Kübalı erkekler sonuçta birbirine acınacak kadar çok benziyor.
Evet, elbette ulusal özellikler, gelenekler, alışkanlıklar insanları birbirinden farklı kılıyor. Bu farkları öğrenmeye ve en önemlisi, içimize sindirmeye çalışmalıyız.
Ama onun dışında o kadar çok ortak özelliğimiz var ki…
Böyle olmasaydı sen onca yıl Rusya’da yaşayabilir miydin?
Böyle olmasaydı uzak bir ülkede doğmuş “yabancı” bir kadın kaç haftadır bir Türk gazetesinde bu kadar büyük yer işgal edebilir miydi?
Böyle olmasaydı Sibiryalı genç kız o kadar mesafeyi ve engeli aşarak Türkiye’nin küçük bir sahil kasabasında dilini bile pek bilmediği bir erkekle kaderini birleştirebilir miydi?
Sana sevgi ve dostluk tesadüfleriyle dolu bir hayat diliyorum sevgili arkadaşım.
Görüşmek üzere.
Nataşa
(Birgün gazetesi yazarı Hakan Aksay 5 Eylül 2010)