Eğitim

İmzasını geri çekmediği için işine son verilen akademisyenden "Teşekkür ve Minnet"

“İntihalcilerin kurduğu bir darbe aletine biat etmem söz konusu olmaz"

28 Mart 2017 17:43

Barış bildirisi imzacılarından Yrd. Doç. Dr. M. Sinan Birdal, imzasını geri çekmediği için Işık Üniversitesi tarafından işine son verildi. Bunun akabinde “Teşekkür ve Minnet” başlıklı bir yazı kaleme alan Birdal ise “İntihalcilerin kurduğu bir darbe aletine biat etmem söz konusu olmaz. Sinan ben. Hâlâ öğrenciyim” dedi.

Barış İçin Akademisyenler’in verilerine göre “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisinin ardından 75 imzacı akademisyen işten çıkarıldı. 312 imzacı da Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile kamu görevinden ihraç edildi. İşten çıkarmaların hedefi olan son isim ise Işık Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Dr. Mehmet Sinan Birdal.

Sinan Birdal, “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisine imza attığı ve bu imzasını çekmediği için Işık Üniversitesi yönetimi tarafından işten atıldı. Birdal, işine son verilmesi sonrasında “Öğrencilerime ve meslektaşlarıma tekrar kavuşmak umuduyla hakikati ve özgürlüğü savunmaya devam” dedi.

Akademisyen Birdal, işine son verilmesi sonrası Evrensel’e de bir yazı kaleme aldı.

“Her kişisel hikaye politiktir” dediği “Teşekkür ve Minnet” başlıklı yazısında Birdal, “İntihalcilerin kurduğu bir darbe aletine biat etmem söz konusu olmaz. Sinan ben. Hâlâ öğrenciyim. Tüm öğretmenlerime teşekkür ve minnet ederim” dedi.

Sinan Birdal’ın yazısı şöyle:

Saat üç sularında ertesi günkü altı saatlik ders maratonuma hazırlığımı tamamlamış yatağa doğru yönelirken annemden gelen bir telefonla irkildim: “Eyvah” dedim kendi kendime, “Birinin başına bir şey geldi”. Araya giren mesafeler büyüdükçe endişeler artıyor. Annem çalıştığım üniversite tarafından kovulduğuma dair gelen bir tebligat ulaştığını söyleyince rahatladım doğrusu. Herkesin sağlığı yerindeydi. Zaten bir süredir bekliyorduk bu haberi. Son birkaç haftadır Barış İçin Akademisyenler bildirisine attığım imzamı çekmem yönünde idareden telkin gelmekteydi. Hayatımda beraber çalıştığım “en akademik” rektörün istifa etmesinden beri bekliyordum bu gelişmeyi. Facebook’ta paylaştığım iki satırlık dayanışma mesajı üç saat sonra derse gitmek için hazırlanırken bir çığ olmuş onlarca dayanışma mesajı akmıştı sosyal medya hesaplarıma.

 

Dostlarım, öğrencilerim, meslektaşlarım, okurlarım uykusuz vücuduma öyle bir enerji verdiler ki koca bir günü bir çırpıda bitirip kendimi bu yazının başında buldum. Başıma gelen haksızlığın ülkemizdeki haksızlıkların yanında bir arpa tanesi gibi kalmasının mahcubiyetine rağmen içimden gelen yazma isteğine yenik düştüm. Her kişisel hikaye politiktir. Anlatmaya mecburuz…

 

Üniversiteye ilk gidişim ilkokuldan bile öncedir. Her hastalandığımda ya annem ya da babamla medikososyale gidip doktordan sonra kah çalışma arkadaşlarıyla kah öğrencileriyle vakit geçirdiğim bu ziyaretleri pek severdim. Akademik özgürlük ve özerk üniversite kavramlarıyla tanışmam bu zamana rastlar. Ne olur ne olmaz azarım diye derslere sokmazdı annem babam. Enerji patlaması yaşayan bir çocuk olduğumdan pek eleştiremeyeceğim onları. Derslerini çok ciddiye alırlardı. Bir keresinde babam “Oğlum” demişti, “Dersliğin kapısında Cumhurbaşkanı beklese dersi bölecekse içeri almazsın”. 1980 darbesinin ve darbenin üniversiteyi zapturapt alan silahı YÖK’ün hakimiyetinin zamanlarıydı oysa. Bir idealden bahsediyordu babam. Tabii yine de bir çocuk olarak etkilenmiştim icabında Kenan Evren’i bile kapıda bekletecek babamın otoritesinden. Lakin otoriter bir hoca değildi. 70 yaşını geçmesine rağmen öğrencileri için yeni kaynak arayan, usanmadan sayfalarca ders notu hazırlayan, saatlerce ayakta yol gidip öğrencileriyle yaşam bulan, “Bir öğrencim şu konuda araştırma yapıyor yeni kaynak var mı?” diye gece yarısı ortalıkta dolaşan bir adamdan bahsediyorum. Tabii dönemin unutulmaz hareketi annemden gelmişti. Derste artistlik yapıp sınıftan çıkan üniformalı bir öğrencinin arkasından koşup yakasına yapışıp “Hepiniz kendinizi küçük Evren mi sanıyorsunuz?” diye çıkışan annem olayı anlattığında birkaç gün gergin bir bekleyiş yaşadığımızı hatırlıyorum. Zor dönemlerdi. Orhan Cavit Tütengil gibi katledilen hocaları da olmuştu, 1402’lik olup okuldan atılan hocaları da, emeklilik talep edip ayrılan hocaları da. Sonradan intihali ayyuka çıkan bir düşkün YÖK’ün kurucu başkanı olmuş, üniversite kışlaya dönmüştü.

 

Liseyi bitirip üniversiteye başladığım 1995 yılında özerk, bilimsel, parasız eğitim sloganıyla sokağa dökülmek doğal gelmişti benim için. Mülkiye’de derslerini takip ettiğim hocalarım ya 1402’liklerdi ya da son dönemin KHK’lıları. Müthiş bir okuldu benim için bu dönem. Sınavları değil hocaların tezlerini tartışırdık kantinde, tabii ülke gündemi bağlamında. Film gösterimleri, şiir dinletileri, amatör dergi deneyimleri, felsefe tartışmaları, elbette siyasal analizler. Yargısız infazlar, neredeyse yüzyıla varan cezalarla yargılanan arkadaşlarımız, kirli savaş, Susurluk sonrası 28 Şubat dönemini yaşadık beraber. İdare Hukuku’nun, Anayasa Hukuku’nun sınavlarını kaçıran arkadaşların yazdığı ve Olağanüstü Hal rejimini tüm yurda yayan EMASYA protokolünü analiz eden bildiriyi okumanızı isterdim.

 

Not, kariyer, rekabet değildi bilgi merakımızı tetikleyen. Anlı şanlı sendikalar, işadamları dernekleri darbeyi destekleyen bildiriler yayınlarken etrafımızda sayımızı aşan sivil polis kameralarına karşı okuduk bildirilerimizi. Demokrasi, özgürlük ve barış hiç şaşmaz şiarımızdı. “Savaşa değil eğitime bütçe” diye bağırdık usanmadan. Üniversitenin ne olduğunu esas o zaman kavradım: Ferman padişahın, üniversiteler bizimdi, öğrencilerin! Başımıza gelmedik kalmadı: Ev baskını, polis takibi… Kimimiz hapse girdi, kimimiz hayalindeki işe veda etti. O günlerde Cebeci’den Kızılay’a yürürken bir arkadaşım dalga geçmişti akademisyen olma hayalimle: “Hocam bu eylemlerden sonra seni hayatta almazlar!” Hemen cevabı yapıştırdıydım: “Sen kendine bak oğlum. Ertürk Yöndem’e malzeme oldun!” Kredi Yurtlar Kurumu’na yürürken “Parasız, bilimsel eğitim” pankartımızı tutan arkadaşım “Terör örgütü pençesindeki genç” ilan edilmişti TRT’deki Anadolu’dan Görünüm programında. Güldük geçtik. Gençtik.

 

Mezun olunca Boğaziçi Üniversitesi’nde yüksek lisansa, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde asistanlığa başladım. Bambaşka bir öğrenme süreciydi. Derslerde doktorada bile rastlamadığım bir iştahla tartışırdık birbirimizle. Yetmez ders çıkışı yemekte tartışmalara devam ederdik. Not değil hayat memat meselesiydi okuduğumuz yüzlerce sayfa. Siyasal’ın Çançan odasında ise sonu gelmez tartışmalarla genişledi dimağım. Üniversitede öğrencilikten çıkıp, çalışana dönüştüğüm bu yıllarda rekabet değil hakiki bir kardeşlik bağıyla bağlandığım bir dizi genç akademisyenle tanıştım. Yıllarca birbirimizi besledik, hâlê besleriz.

 

Kemal Alemdaroğlu’nun sorgularıyla tanışmam da o döneme rastlar. Yeni işe alınan asistanlar olarak İstanbul Üniversitesi’nde bir tanışma kokteyline davet edilmiştik. Davet edildiğimiz saatte vardığımız rektörlükte anlamıştık bir sorgudan geçeceğimizi. Tek tek içeri alındığımız odada ne bir akademisyen vardı ne bir idareci. “Dülülü dülülü” öten bir polis telsizi eşliğinde türban hakkında ne düşündüğümüz sorulmuştu. Hiçbirimiz istenilen cevabı vermedik tabii ki. Ben türbanın bizzat Rektörlük tarafından bir sorun haline getirildiğini, kimsenin eğitim hakkının gasbedilemeyeceğini savunmuştum bana tiksintiyle bakan polise. “Özgürlükçü laiklik” kavramını açıklamaya çalışan arkadaşlarımız olmuştu. Bağıra çağıra kovulan arkadaşımız da. Neler gördük! Nizam-ı alem adına zehirlenen kediler, bugün yine Milli Mutabakat hükümetine ortak olmayı becermiş sözde solcu partinin halkla ilişkiler ofisine dönüşmüş bir rektörlük… Fakülte birincisi olmasına rağmen mezuniyet konuşması hakkı elinden alınınca gözyaşlarına boğulan türbanlı öğrencimizin yanında duran bizdik. Alemdaroğlu’nun son volesi soyadımın vesilesiyle İnsan Hakları Derneği Başkanı Akın Birdal’dan öç almaya çalışarak, hak kazandığım YÖK bursunu kesmek oldu. Bir akrabalığım olmadığını söylemek ağır geldi açıkçası. Akın Bey ve insan hakları mücadelesiyle ilişkilendirilmek ancak onur vesilesi olur benim için. İstifa edip yurtdışında kabul aldığım üniversitenin doktora programından burs bularak çok sevdiğim okulumdan ayrıldım.

 

Güney Kaliforniya Üniversitesi’ndeki doktora çalışmalarım yoğun bakım gibi geçti desem yeridir. Bambaşka bir ülkede yaşamanın zorluğu bir yana ustam Hayward Alker’ın her görüşmemizde önüme yığdığı cilt cilt kitapları okumakla geçti zamanım. Amerikan akademisinin kariyerizminin entelektüel üretime nasıl engel olduğunu ondan öğrendim. Barok müzikten Çin minyatürlerine uzanan bitmek bilmeyen sohbetlerimizde ders kitaplarından çok farklı bir uluslararası ilişkiler eğitimi aldım. “En önemli şey entelektüel dürüstlüktür. Ne yaparsan yap asla bundan taviz verme” derdi ustam. Çıraklıktan çıkıp icazetimle Türkiye’ye döndüğümde beni en zorlayan şey bu oldu açıkçası. Öğrenciye müşteri, çalışanına serf muamelesi yapan bir kurumda ancak bir sene dayanabildim. Akademisyenleri kart basmaya “Diğer hizmetlerde çalışanlar parmak basacak” diyerek ikna etmeye çalışan çakma üniversiteden büyük bir iç ferahlığıyla, hapishaneden kaçar gibi uzaklaşmıştık bir meslektaşımla. Sendikalaşma girişimimizin başarısızlığa uğraması üzerine işsizliğe adım attığımız gün çocuklar gibi şendik.

 

Bir yıllık işsizlik sonunda Işık Üniversitesi sakin bir liman gibi gelmişti bana. Meslektaşların birbirine destek verdiği, ortak araştırmaların tasarlandığı, kahvaltıda yemekte farklı disiplinlerden meslektaşların birbirine ilham verdiği bir ortamdı. Küçük ama dinamik bir okulduk. Öğrencilerimizle aramızda vakıf üniversitelerinde az rastlanır bir bağ vardı. Nihayet evimi buldum diye düşünmüştüm. Ta ki ülkenin anayasal düzeni askıya alınıncaya dek.

 

Verdiğim siyaset teorisi derslerinde haftalarca Aristoteles’ten Montesquieu’ye “Tiranlık korku, cumhuriyet erdem rejimidir” diye anlatırken nasıl sessiz kalabilirdim ülkede olup bitene? Rahmetli ustam Alker’ın “Taviz verme” dediği entelektüel dürüstlük olmadan nasıl çıkabilirdim öğrencilerimin karşısına? Ölü gençlerin bedenleri sokaklarda sürüklenirken, evine ekmek götürmeye çalışan yaşlı amcalar, teyzelerin cansız bedenleri sokaklarda yatarken, bodrumlardan kömürleşmiş çocuk kemikleri çıkarken nasıl sessiz kalabilirdim şahit olduklarıma? Cicero’nun “Eşitlik yoksa özgürlükten bahsedilemez” lafını hangi yüzle açıklayabilirdim öğrencilerime? “Kürtler yurttaş sayılmaz” mı diyecektim? “Savaşta, politikada herşey mübahtır” mı diyecektim? “Anayasayı, cumhuriyeti falan unutun işinize bakın” mı diyecektim?

 

Ne münasebet!

 

“Sana sağladığımız eğitim imkanları bu ülkenin çoğunluğuna sağlanmıyor, onlara hizmetle borçlusun” diyen cumhuriyetçiler tarafından büyütüldüm ben. “Hocam kitabî konuşmayı bırak şu işin aslı nedir?” diye sorgulayan yoldaşlar tarafından sınandım ben. “Önemli olan kariyer değil, derdin ne evladım?” diye soran ustalardan icazet aldım ben. “Hocam bu kadın düşmanlığını nasıl teori diye okutursun” diye Machiavelli’yi öfkeyle yere çalan kadın öğrencilerim tarafından eğitildim ben. İntihalcilerin kurduğu bir darbe aletine biat etmem söz konusu olmaz. Sinan ben. Hâlâ öğrenciyim. Tüm öğretmenlerime teşekkür ve minnet ederim.