10 Ocak 2015 13:12
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ı eleştiren oyuncu İlyas Salman, "Bir halkın inancını kullanarak iktidarda kalamazsın. Allah’la koalisyon yapılmaz. Bu ülkede inanan hiçbir insana saygısızlık etmedim. Benim annem babam da inanırdı. Ayrıca ‘Ben yaptım’ demek hiç doğru değil, yediğimiz ekmekten içtiğimiz suya kadar her şeyden vergi topluyorsun. Benim paramla yapıyorsun. Sonra karşıma çıkıp ben yaptım diyorsun. Hayır efendim, asıl ben yaptım. Sen sadece konuştun" dedi.
İlyas Salman, “Gelsin tartışalım. Ben Zebur’u, Tevrat’ı, Kuran’ı, İncil’i okudum, hem de üç-dört kez. Kendisine bir yıl süre veriyorum, bu sürede çalışsın. Ve sonrasında oturup tartışalım: Dinle devletin ne ilişkisi var?” diye konuştu.
“En İyi Yabancı Film” dalında ön adaylardan biri olan “Mısır Adası” filmiyle gündemde olan İlyas Salman, Hürriyet’ten Uğur Vardan’a konuştu. Gezi’den, iç siyasete; Kemal Sunal’dan, Ken Loach’a kadar birçok konuda konuşan Salman, Nuri Bilge Ceylan’nın “Kış Uykusu”nun Oscar’a aday gösterilmemesini eleştirdi.
Hürriyet gazetesinin bugünkü (10 Ocak 2014) nüshasında yayımlanan söyleşi şöyle:
Önce ‘Mısır Adası’nı konuşalım. Gürcü yönetmen George Ovashvili’yle yolunuz nasıl keşişti?
- Ovashvili ‘Lâl Gece’yi Avustralya’da seyretmiş. ‘Mısır Adası’nın senaryosu birkaç yıldır hazırmış, 80’li yaşlardaki ana karakteri oynayacak birini arıyormuş. Filmi izleyince, “Tamam” demiş “aradığım adam”. Ama nereden bulacak? ‘Lâl Gece’nin yönetmeni Reis (Çelik) üzerinden de bana ulaştı. Geldi buraya, konuştuk anlaştık.
Ya çekim süreci?
- Bir buçuk-iki aya yakın çekim yaptık. Zor koşullar vardı; ayaz, soğuk. Prodüksiyon da zayıf, para yok. Ben neredeyse parasız oynadım. Sonra bir çekim sırasında suyun içine düştüm, kalça kemiğimde bir çatlak oldu. Gürcistan’ı ben en azından bizim düzeyimizde bir ülke sanırdım. Ama neredeyse 100 yıl gerideler. Bir MR aletleri var, dededen kalma. Çektiler ve “Hiçbir şeyin yok” dediler. Dediler ama ağrım sürüyor. Sonra Türkiye’ye geldim, burada da MR çektirdim. Baktım ki koca bir çatlak var. “Ama müdahaleye gerek yok, yavaş yavaş kemik kaynar” dediler. İyileşme emareleri başlayınca çekimlere devam ettik ve bitirdik.
Yönetmenle nasıl anlaştınız?
- Azeri bir tercümanımız vardı. Onun da Türkçesi bozuktu ama derdimi anlatabiliyordum. Ovashvili’den şikâyet ettiğim tek bir şey vardı. Aslında bu, sinema hayatım boyunca bütün yönetmenlerden rahatsız olduğum şey: Çıkar rolü oynarlar, gösterirler ve benim de öyle oynamamı isterler. Özellikle Kartal Tibet öyle yapar, bütün minik ve jesti göstermeye çalışırdı. O zaman sen oyna kardeşim, ben niye oynayayım? Yorumu bana bırak. Yorum yaparken yoruyorlar adamı.
Bu arada ‘Mısır Adası’ Tiflis’te ‘En İyi Film’, siz de ‘En İyi Erkek Oyuncu’ ödülünü almışsınız.
- Evet ama benim bundan, ödül verildikten sonra haberim oldu. Beni ödül törenine çağırmadılar. Karlovy Vary’de de böyle oldu, yönetmen bana diyor ki “Biletini alabilirsen gel”. Böyle olacaksa ben niye gideyim, kendi bilet paramı vererek?
Peki filmin Oscar’da şansı nedir?
- Kesin bir şey söylemek zor ama yüzde 60-70 şansı olduğuna inanıyorum.
‘En İyi Yabancı Film’de oyuncuya ödül yok elbet ama diyelim ki film Oscar’ı aldı, bu koşullarda sizin oraya gitmeniz de zor.
- Valla biletimi yollarlarsa giderim. Ya da Akademi’ye söylerim, “Beni davet edin” diye...
Şunu soracaktım: Velev ki Oscar kazanıldı ve sizden görüş isteniyor. Ne türden şeyler söylerdiniz?
- Dünyaya şunları söylerdim: “Fiyatı olan insan arttıkça özü sözü olan insan azalıyor. Farkında mısınız bilmiyorum ama biz bu filmde savaşa karşı bir duruş da sergiledik. Şair, “Benim Çin Seddi’nden Amerika’ya kadar dostum da düşmanım da var” demiş. Artık düşmanım olmasın, sadece dostum olsun. Silah tüccarlarının ekmeğine yağ süreceğinize birbirinize el uzatın kardeşim. Artık tel örgüleri ve sınırları tanımıyorum, nerdeyse ‘Haymatlos’ olacağım. Her şey olmak çok kolay da insan olmak zor... Önce bunu başaralım, birbirimizi öldürmeyi bırakalım. Zaten öleceğiz, kendi ömürlerimize kendi ellerimizle sınır çizmeyelim.
İçinde bulunduğumuz duruma nasıl bakıyorsunuz? Umutlu musunuz?
- Elbette umutluyum. 60 bin yıl içeriyor insanlık tarihi. Tarih, bir ustanın dediği gibi zaman zaman iki adım ileri, bir adım geri şeklinde ilerler. Bazı nedenlerle, bunlar çıkar ilişkileri olabilir, dinsel, etnik nedenler olabilir ya da bambaşka nedenler olabilir... İşte bu tür engellerle toplumlar dağılır. Yumruk yemiş boksör gibi olur ve hakem saymaya başlar. Şu anda bizim durumumuz da böyle. Hakem sayıyor ama boksör tekrar ayağa kalkacak. Bazen birkaç kuşak harcanır ama hiçbir zaman tarihin tekerine çomak sokamazlar. Onun için Türkiye’nin de tekerine çomak sokamayacaklar. Geçip gidecekler. Geride ‘Türkiye insanı’ kalacak ve kucaklaşacaklar. “Alevi, Sünni, Çerkes, Gürcü, Laz, Amerikalı, Danimarkalı ayrımı yok, insan var” diyecekler. Haa, ben bunu görür müyüm? Muhtemelen görmem. İnsanın en büyük hatası da bence burada: “Müreffeh, demokrat bir ülkede yaşamayacaksam ben niye mücadele edeyim, nasıl olsa ben göremeyeceğim” diyor. Sen görme ama 10 kuşak sonra bir çocuk daha güzel bir dünyada yaşayacak ve bu, senin bugün örülmekte olan demokrasi duvarına koyacağın bir taştan dolayı olacak. Onun için umutlu olmak zorundasın. Ben umutsuz değilim. Bu yolda da oğlumla beraber yöneteceğim bir film çekeceğim, “Deliler Meclisi” diye. Delilerden oluşan bir meclis, TBMM’nin karşısına kurulacak. İçeride Milli Eğitim Bakanlığı’nın bütçesi tartışılırken deliler de başka türlü bir tartışmaya girecekler. Ben kendimi oynayacağım, ‘Deli İlyas’ı yani.
Zor ve de ‘tehlikeli’ bir işe girişeceksiniz yani...
- Bana diyorlar ki, “Çok sivri konuşuyorsun, içeri gireceksin ve bu kez hiç çıkamayacaksın. Metris küçük hapishane, Türkiye büyük hapishane. Hangisinde yatarsan yat fark etmiyor. Önemli olan bileğimize taktıkları kelepçe, attıkları zindanlar değil. Kendi hapishanemizde beynimize kelepçe takılması, asıl kötü olan bu. Ben kendi beynime kelepçe takmadığım için çok rahatım. Gelsinler götürsünler, Metris mi, Silivri mi, Muş Kapalı Cezaevi mi hiç umurumda değil.
Gezi sizin için bir umut ışığı mıydı?
- Ben şunu savunuyorum: Orada yüzbinlerce Mustafa Kemal vardı. Daha önce bir şey yazmıştım: Yıl 2003, Mustafa Kemal tekrar Türkiye’ye gelir. Çok iyi karşılanır, dolaştırılır ve Meclis’e götürülür. Buradaki tartışmalara tanık olur. Gece kendisini lüks bir otele götürürler kalması için reddeder; Ankara’da Samanpazarı’nda küçük, ahşap bir oteli tercih eder. Sabah bakarlar ki, Mustafa Kemal yok ama bir not bırakmış: “Efendiler, ben önce İstanbul’a gidiyorum, orada bir vapur bulup tekrar Samsun’a çıkacağım. Çünkü bu memleketin yeni bir Kurtuluş Savaşı’na ihtiyacı var.” Gezi’de böyle bir hava gördüm işte.
İyi ama orada sadece Kemalist gençler yoktu, kendini böyle addetmeyen başka sol gruplar da vardı.
- Addetmiyorlar da Hasan İzzettin Dinamo’nun ‘Kutsal Mücadele’sini okumuşlar mı? Çetin Yetkin’in ‘Türk Halk Hareketleri’ni okumuşlar mı? Nutuk’u okumuşlar mı? Bu ülkeyi hangi şartlarda kurtardılar, para yok pul yok, silah yok, top tüfek yok... Gerçek anlamda Mustafa Kemal’in hikâyesini biliyorlar mı? 15 yaşında Selanik Sosyalist Hareketi’ne katıldığının farkındalar mı? İttihat Terakki’ye neden girip çıktı, meseleye vâkıflar mı? Alfabeyi okumadan bazı sosyalist kitaplara dalıyorlar ve sonrasında Mustafa Kemal’i reddediyorlar. Hepsini okuyun sonra gideceğiniz yola karar verin. Bizde inkâr ve eleştiri sürekli birbirine karıştırılıyor.
Yani Gezi sizde umut ışığı doğurdu.
- Bu ülkede gerçeği görenler var ama sindirilmişlerdi. Gezi bir silkinişti. Bu silkiniş bile benim yıllarca mutlu olmama yeter. Bu, yarınların güzelleşeceği anlamına gelir. Bu gençlik benim için umut ışığı oldu.
Gelelim eski filmlerinize... Onları nasıl bir hissiyatla izliyorsunuz?
- O filmlerde bugünü görmüşüz. Sanatla hayat akrabadır. Biz o günlerden başta Ertem Eğilmez olmak üzere Sadık Şendil, İhsan Yüce, Yavuz Turgul, Münir (Özkul) abi, Şener Şen, Ayşen Gruda, Adile Naşit, hep beraber o hayattan öyküleri kotarırdık. Fakirlik fukaralık o günlerde de vardı, şimdi boyutlar değişti. ‘Kibar Feyzo’, ‘Banker Bilo’, ‘Sefil Bilo’, ‘Çiçek Abbas’ işte o dönemlerden bu günlere sesleniyordu. Şimdiki filmleri ertesi yıl kimse hatırlamıyor.
Bu ülkede en çok rahatsız olduğunuz şey ne?
- Bizde şöyle bir şey var: Herkes bana benzesin isteniyor. düşünsenize, dünyada 7,5 milyar insan var, herkes birbirine benzese ne olur? Hele hele 7,5 milyar insanın bana benzediğini düşünsenize, dünya ne kadar ‘çirkin’ olurdu!.. Farklılıklara tahammül edebildiğimiz sürece insanlığımızla övünebiliriz.
‘Kış Uykusu’ Oscar’a aday gösterilmedi, bu konuda neler söylersiniz?
- Bu duruma hayret ettim tabii ki. Nuri Bilge değil Türkiye’nin dünyanın sinema yönetmenleri içinde az bulunan bir değerdir. Akademi’nin nasıl kriterleri varsa artık...
Sizi sinemada kim keşfetti?
- Şener Şen. Üsküdar Şehir Tiyatrosu’nda birlikte oynuyorduk. Beni Ertem (Eğilmez) abiye, “Konservatuvar mezunu çok yetenekli bir arkadaşımız var” diye tavsiye etmiş. Ben daha önce Atıf (Yılmaz) abinin yönettiği ‘Baskın’ diye bir filmde oynamıştım, Cüneyt (Arkın) başıma bardağı koyup ateş ediyordu, mafyanın uşağı gibi bir tiplemeydi. Sinemadaki deneyimim sadece o filmleydi. Şener abiyle tiyatroda ‘Aslan Asker Şvayk İtlere Karşı’yı oynuyorduk. Can (Yücel) Baba Brecht’in ünlü klasiğini ‘Hitler’e Karşı’dan ‘İtlere Karşı’ diye çevirmişti. Orada altı karakteri canlandırıyordum. Şener abinin tavsiyesiyle ‘Kibar Feyzo’da başladık ve gerisini biliyorsunuz. Bir dönem Şan Tiyatrosu’ndaki oyunlarda oynadım, orası da gericiliğe kurban gitti, çıkartılan yangınla kül oldu.
Ya Kemal Sunal’la dostluğunuz?
- Çok iyi bir dostluğumuz vardı kendisiyle. Ayrıca o Pötürge’li, ben Arguvan’lıydım. Hiç unutmuyorum, ‘Kibar Feyzo’yu çekiyoruz, küçük bir otelde kalıyoruz birlikte. Kemal viskisini alır odasına geçerdi, sonra dayanamaz beni çağırırdı, “Koy sen de kendine bir kadeh, beraber içelim” diye ikram ederdi. Tıpkı benim gibi hastalık hastasıydı, ki Şener abi de gizli gizli öyledir. Metin Akpınar bu durumumuza ‘Komik hastalığı’ diyor. ‘Rahmetli’ Kemal’in ‘By-pass’ olması gerekiyordu ama ameliyat olmaktan korkuyordu. Ve o yorgun kalp, sonunda onu aramızdan aldı.
Uzun bir suskunluk döneminiz var, sanki popüler kültür sizi görmezden geliyordu.
- Aslında beni baştan beri görmezden geliyorlardı çünkü beni ‘asi’ olarak görüyorlardı. Ben normal adam değilim, normal adamları da sevmem. Bu düzende normal olan anormaldir. Herkesin ‘Evet’ dediği bir ortamda ben ‘Hayır’ diyenlerin çoğalması için uğraşırım. Mesela Turgut Özal, Ankara’da ‘Sarı Mercedes’ dolayısıyla bana ödül verecekti. Geldi elini uzattı, “Kusura bakma sizinle tokalaşmak istemiyorum. Çünkü bu ülke değerlerini özellikle bizim deyimimizle emperyalist güçlere peşkeş çeken insanlara sonuna kadar karşıyım” dedim. Ki ben bunu tiyatroya başladığım günden beri söylüyordum. Söylediklerime bozuldu ve uzaklaşarak gitti.
Bu ülkede kötülükler yaşanıyorsa ve sen karşı çıkıyorsan hemen ‘Devlet düşmanı’ yaftasını yiyorsun. Bu durumda da ne yapıyorlar? Sana iş vermiyorlar. İş verilmeyince ne yapacaksın? Kendi işini kendin yapacaksın. Üç kitap yazdım, yayımladım, onları imzalayarak kitap fuarlarını dolaştım. İlerici, Kemalist, demokrat gecelere gittim, üç-beş kuruş aldım oralardan. Böyle yaşadım. Yoksulluk edebiyatı da yapmıyorum, evim var, çocuklarımı büyüttüm, onların da evleri var, yazlığım var, arabayı vurduk, iki haftadır arabamız yok ama o da var. Ayrıca Türkiye kaza yaptı, bir tek ben mi kaza yapıyorum?
Neyse, ana meselemize dönersek yapımcılar bana hep mesafeli baktı. Sinema çevresinde, oyuncu arkadaşlarımda, eleştirmenlerde, basında elbette böyle bir tavır yoktu ama ben sermaye düşmanıydım. Sermaye de bana iş yaptırmadı, bunu açıklıkla söylüyorum. Çünkü ben sosyalistim. Biri yer biri bakar kıyamet ondan kopar derler ama milyarlarca yıldır birileri yiyor. Birileri bakıyor ama kıyamet bir türlü kopmuyor.
Erdoğan’a gelirsek bu konuda neler söylersiniz?
- Bu aslında Menderes’le başlayan bir gerileme. Mustafa Kemal’in dışında kim gelirse gelsin Amerika’nın tedrisatından geçti, Cumhuriyet’in değerlerine sırt çevrildi. Tayyip Erdoğan’a gelirsek. Bir halkın inancını kullanarak iktidarda kalamazsın. Allah’la koalisyon yapılmaz. Bu ülkede inanan hiçbir insana saygısızlık etmedim. Benim annem babam da inanırdı. Ayrıca “Ben yaptım” demek hiç doğru değil, yediğimiz ekmekten içtiğimiz suya kadar her şeyden vergi topluyorsun. Benim paramla yapıyorsun. Sonra karşıma çıkıp ben yaptım diyorsun. Hayır efendim, asıl ben yaptım. Sen sadece konuştun. Gelsin tartışalım. Ben Zebur’u, Tevrat’ı, Kuran’ı, İncil’i okudum, hem de üç-dört kez. Kendisine bir yıl süre veriyorum, bu sürede çalışsın. Ve sonrasında oturup tartışalım: Dinle devletin ne ilişkisi var?
Sinema tarihinden hangi oyuncularla oynamak isterdiniz?
- Özellikle Spencer Tracy’yle oynamak isterdim. Kadınlardan da Romy Schneider ve Meryl Streep. Robert De Niro, Al Pacino gibi isimlerle oynamak da fena olmazdı. Bir de Anthony La Paglia gibi göz ardı edilmiş yeteneklerle aynı projelerde yer almak isterdim.
Bizden?
- Bizden de Ahmet Tarık Tekçe, Nubar (Terziyan) abi. Ki Nubar abiyle oynadık mı, tam hatırlamıyorum. Erol (Taş) abiyle de oynamak isterdim. Kendisiyle uzun yıllara dayanan bir dostluğumuz oldu, Cankurtaran’daki kahvesine giderdim sık sık ama birlikte oynamak kısmet olmadı ne yazık ki.
Ya yönetmenler?
- Ken Loach’la çalışmak isterdim. Bizden de Metin Erksan’la Halit (Refiğ) abiyle isterdim. Onların dışında zaten Yeşilçam’da neredeyse herkesle çalıştım. Ama Ertem abinin yeri bende başkadır.
Niye?
- Ben hep ‘Deliler ve ağaçlar ayakta, suçlular iktidarda ölür” derim. Ertem abi de en az benim kadar deliydi. Ayrıca çok keyifli bir seti vardı, dünyaya tersinden bakardı.
© Tüm hakları saklıdır.