Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. İlhami Güler, “Solcular kapitalizme ciddi eleştiriler getirirken, bir İslamcı entelektüelden henüz bunları duyamadık. Bunun ciddi bir şekilde analiz edilmesi lazım. Adorno’nun, Horkheimer’ın, Habermas’ın yaptığı gibi” dedi. Güler, “Eğer İslamcılar, Marksizm okursa düşünceyi, metodolojiyi öğrenirler. Çünkü Marksizm, olgular üzerine düşünmektir. Bizdeki dinsel bilinç, insan zihnini maalesef gerçeklikten koparıyor” diye konuştu.
Politikyol’a konuşan İlhami Güler, Gülen cemaati ve 15 Temmuz darbe girişimiyle ilgili olarak da “Osmanlı’yı da bu tip tarikatlar isyanlarla ciddi biçimde titretmiştir. Bu biraz Sünniliğin iç teolojik sorunu. Devlet, bu yapıların politikleşerek kendisine tehdit olabilecek boyuta gelmesinin önüne geçmeli. Yapılması gereken devletin hukuki bir kurum kurarak bu yapıları sivil toplum kısmına dahil etmesi gerekir. Bunların denetlenebilir ve hukuki olarak şeffaf olması gerekir” dedi.
Politikyol.com’da yayımlanan söyleşi şöyle:
-Samir Amin’le geçen hafta yapılan bir söyleşi vardı. Amin “Türkiye’de ve Ortadoğu’da Siyasal İslam bitmiştir.”diyor. Öncelikle bunun Ortadoğu coğrafyasında bir karşılığı var mıdır? Siyasal İslam denilince ne anlamalıyız?
20.yüzyılın başlarından itibaren, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra biliyorsunuz İslam Dünyası’nda bağımsızlık hareketleri başladı. Bu bağımsızlık hareketlerinin başarıya ulaşmasıyla da bağımsız devletler kuruldu, başta Türkiye Cumhuriyeti olmak üzere. Bu devletlerin büyük bir bölümü de seküler olarak kuruldu. Arap dünyasında Baas, İran’da Şah, Türkiye’de Mustafa Kemal. Bu yapılar büyük ölçüde diktatoryaldi. Demokrasi, biliyorsunuz II.Dünya Savaşı’ndan sonra gelişen bir şey. Dolayısıyla muhafazakar kitlelerin belli oranda rahatsızlığı vardı. Çünkü bu ülkeler zorla, devrimle kurulmuştu. Bu muhafazakar kitlelerin yer altına çekilmesine, içine kapanmasına neden oldu. Bu yapılar geçtiğimiz yüzyılın sonuna doğru yeterince başarılı olamayınca, demokratikleşemeyince aşağı yukarı bütün İslam Dünyası için söyleyebiliriz, dolayısıyla buralarda rahatsızlıklar belirlemeye başladı. Ve İslamcı hareketler Mısır’da İhvan Müslimin ile bu seküler yapılara karşı bir muhalif hareket olarak ortaya çıktı. Onun da temelinde İslam’ın bir telos olarak, bir ruh olarak hala ölmediği ve karşılaşılan siyasi, iktisadi, hukuki sorunları çözebileceğine dair bir inanç yatmaktadır. Buradaki sorun bu inanılan yapıların büyük ölçüde tarım ve imparatorluk yapısında şekillenmiş olan teoloji ve kurumları devralmasıydı. Yani dünyanın ciddi düzeyde; topoğrafik olarak, politik olarak, üst yapı olarak değişmiş olmasının, örneğin modernleşmenin, sanayileşmenin getirdiği sorunları idrak edecek ve bunları çözebilecek bir entelektüel ve teolojik hazır bulunuştan yoksun oluşuydu.
Özellikle 1970’lerden itibaren İran Devrimi ile birlikte, ikinci bir durum olarak İsrail’in bölgedeki saldırganlığı, Filistin sorunu, Amerika’nın bölgeye tasallutu, Rusya’nın Afganistan’ı işgal etmesi, aynı tarihlerde Sovyet Birliği’nin ve sosyalizmin giderek çökmesi; İslam’ın bölgede emperyalizme karşı sosyalist ve sol hareketlerin boşluğunu doldurmasına neden oldu.
-Çoğunlukla bu konuda soldan yapılan tespit şu şekilde: “Bu İslamcı yapılar bölgedeki sosyalist yapıları geriletmek için kurulmuştur.” Siz bunun tam tersi olarak arka planda kalan yapıların açığa çıktığını söylüyorsunuz
Bu kodlar bin senelik kodlardı, içeri kıvrılmıştı ve o şekilde duruyordu. Sosyalizmin çökmesi ve Amerika’nın ve İsrail’in bölgeye tasallutu bu hareketi ve bu ruhu yeniden diriltti. İslam Dünyası’nda son 20-30 yıldır dikkat edin her ülkede çok ciddi örgütler ve siyasi partiler oluştu. Türkiye de buna dahildir.
-Bir emperyal ilişki düzlemi söz konusu değil mi? İslamcı hareketler ile Amerika arasında bir ilişki yok muydu? Yoksa karşıtlık üzerinden kurulan bir ilişki mi vardı?
Bence karşıtlık üzerinden. Şunu diyebilirsiniz Soğuk Savaş döneminde Yeşil Kuşak projesiyle Amerika, Rusya’ya karşı İslamcı hareketleri desteklemiştir. Ama bu belli bir müddet sonra özellikle El Kaide’nin, Hamas’ın oluşmasıyla Amerika ve İsrail’e karşı gelişmeye başlamıştır. Bu dinamikler bölgedeki emperyal güçlere karşı bir direniş, bir onur olarak görülüyor. Amerika’nın bölgeye sürekli tasallutu bölgenin çocuklarında İslamı bir onur ruhu telosu, motivasyonu olarak bir sürü örgüt türetti. Ve bu örgütlerin gerektiğinde şiddete başvurması normaldir çünkü Kur’an’ın kendisi biliyorsunuz oluşum sürecinde müşriklerin, Yahudilerin saldırılarına karşı savunma, şiddet içeren bir kitaptır.
-Hizbullah ve Hamas farklı bir yapıyken sonradan ortaya çıkan El Kaide, IŞİD gibi yapılar daha farklı görünüyor. Bu ayrıma katılıyor musunuz?
Doğru. Hamas ve Hizbullah, Sünni ve Şii iki örgüt olmak üzere, İsrail’in hegemonyasına karşı mücadele ederken; El-Kaide ve daha sonrası Amerika’nın bölgedeki operasyonlarından doğan yapılardır. Ama IŞİD’i ayrı tutmak lazım. Benim kişisel kanaatim IŞİD, Amerika’nın ve İran’ın Sünnileri çok kötü bir şekilde ezmesi sonucunda Saddam’ın seküler ruhunun cihat ve kutsiyet kisvesinde tekrar dirilmesidir. IŞİD’in derininde olanlar aslında Saddam’ın kadrolarıdır. O sertlik ve şiddet oradan geliyor. Tabi ideolojik olarak Araplardan gelen selefilikten de besleniyorlar. Uzun yıllardır iktidar olan Sünnilerin, Amerika tarafından iktidardan düşürüldükten sonra yerine Şia’nın Irak’a egemen olması oradaki Sünnileri çileden çıkardı. O saldırganlığın kökeninde bunu görmek lazım. Bunu direk Kur’an’a ya da cihada bağlamak yanlış.
-İslam Dünyası’ndaki bu sürecin sonunu nasıl görüyorsunuz?
Bu uzun sürecek. Benim kanaatim, İslam Dünyası modernleşiyor bütün bunlar modernleşmenin sancıları en genel anlamda. Modernleşmeyle birlikte artı olarak politik bir hegemonya, petrol, doğalgaz ve İsrail sorunundan dolayı bütün süper güçlerin baskılarının üzerinde olduğu bir yer. Ayrıca burası teolojik rönesansını yapamamış bir coğrafya. Kendi içinden kendi entelektüelini, teoloğunu, kendi filozofunu üretip; kavramlarını, kurumlarını yeniden tanımlaması gerekiyor. Bu doğal bir şey. Tanrı bile işini böyle yapar. Tarihsel süreç içerisinde, yeni koşullarda yeni söz söyler. Bunu yapamamış olan bir dünyada mevcut durum uzun sürer gibi geliyor bana.
-Türkiye’deki İslamı ve sekülerleşme sürecini nasıl değerlendiyorsunuz?
Türkiye, Osmanlı döneminden başlayan tartışmalar kendi doğallığı içerisinde devam etseydi, Tanzimat, I.Meşrutiyet, II.Meşrutiyet gibi, oradaki belli entelektüel çabalar bizim modernleşmemizi sağlıklı bir şekilde götürebilirdi. Ama I. Dünya Savaşı’nın araya girmesi ve bir Kurtuluş Savaşı vermek zorunda kalışımız ve onun akabinde çok sek bir modernleşme sürecine geçişimiz işi biraz zorlaştırdı. Başta bir totaliter yapı kurulunca muhafazakar yapı geri çekildi. 1950’lerden sonra bu yer altına çekilen yapı yavaş yavaş su yüzüne vurmaya başladı. En son geldiği nokta da son 15 yıldır AK Parti. Çünkü sosyolojik, antropolojik olaylar bir anda ortadan kalkmıyor biliyorsunuz.
Menderes’ten beri muhafazakar mağdur kitlenin sürekli olarak kendini temsil edecek bir yapı araması söz konusu. Neden kahramanlar çıkarıyor sürekli? Çünkü mağduriyet daima kahraman yaratır. Kahramanlığın arkasında yatan daima mağduriyettir. Türkiye’nin muhafazakarlar üzerinde yaratmış olduğu mağduriyet de Said Nursi, Menderes, Demirel, Özal, Tayyip Erdoğan, Abdullah Öcalan ve Fethullah Gülen’i yaratmıştır. Bütün bunlar dikkat ederseniz bu mağduriyetin bir dışa vurumudur. Dolayısıyla bizim modernleşmemiz de sağlıksız gidiyor.
Realite ve kapitalizmin krizini görmek çok önemli. Solcular kapitalizme ciddi eleştiriler getirirken, bir İslamcı entelektüelden henüz bunları duyamadık. Bunun ciddi bir şekilde analiz edilmesi lazım. Adorno’nun, Horkheimer’ın, Habermas’ın yaptığı gibi. Eğer İslamcılar, Marksizm okursa düşünceyi, metodolojiyi öğrenirler. Çünkü Marksizm, olgular üzerine düşünmektir. Bizdeki dinsel bilinç, insan zihnini maalesef gerçeklikten koparıyor.
Ne seküler kesim muhafazakarlarla sorunu sağlıklı bir şekilde konuşup ilerletebiliyor, ne de Kürtlerle sorunumuzu ciddi bir şekilde çözebiliyoruz.
Devleti yeniden insan öncelikli olarak tarza getirilmesi lazım artık tüm bu sorunların çözümü için. 15 Temmuz’dan sonra bunun için fırsat doğdu aslında. Bunun görülmesi lazım.
-Kürt sorunuyla ilgili ne düşünüyorsunuz? Devlet bir süre ‘din birliği’ üzerinden gitti, sonra bunda da başarılı olamadı öyle değil mi?
Ben din üzerinden gitmeyi doğru bulmuyorum. Modern devlette artık sınırlar Tanrı’nın emri gibi. Ne diyor İbn-i Haldun: “Coğrafya kaderdir”. O zaman bu kadere mahkum olan insanların vatan ve yurt birlikteliği inşa etmeleri lazım. Bu çok önemli bir saiktir. Din konusunda eğer bir sürü mezhep ortaya çıkıyorsa ve bunlar din istismarı, totaliterizm, dogmatizm ve iç savaşa sebebiyet verecek noktaya gelmişse – ki geldi- o halde dini zemine yerleştirmenin çok fazla bir anlamı yok. Bunu aşan, daha kapsamlı, yurt, yurttaşlık, tarihsel birliktelik kavramlarını zemine koymak lazım. Herkes kendini nasıl hissediyorsa öyle ifade etmeli. Çünkü amaç bir arada yaşamak, huzur ve barış.
-Fethullah Gülen Hareketi’nin geldiği noktayı ve ülkeyi sürüklediği kaosu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Osmanlı’yı da bu tip tarikatlar isyanlarla ciddi biçimde titretmiştir. Bu biraz Sünniliğin iç teolojik sorunu. Devlet, bu yapıların politikleşerek kendisine tehdit olabilecek boyuta gelmesinin önüne geçmeli. Yapılması gereken devletin hukuki bir kurum kurarak bu yapıları sivil toplum kısmına dahil etmesi gerekir. Bunların denetlenebilir ve hukuki olarak şeffaf olması gerekir.
Bu söyleşi Politikyol.com'dan alınmıştır